Zehirli | Konular | Kitaplar

AKLI KARIŞIKLAR İÇİN TASAVVUF MÜDÂFÂSI -IV-

Tasavvuf müessesesi, özellikle son dönemde ülkemizde inanılmaz bir tenkit ve tabiri caiz ise bir tekfir yağmuruna tutuldu. Medyaya da malzeme olan ve köklü tasavvufi kurumların dışladığı kötü malzemeye bakarak, mutasavvıfların tamamını kötü kabul etmek, zandan kaçınmayı emreden Kur’an ile taban tabana terstir. Buna rağmen bu yazımızda, özel bir takım iftira ve iddiaları dile getirmek istiyorum.

Mutasavvıfların Akidesi Ehl-i Sünnet ile Uyuşmaz İddiası

Mutasavvıfların maruz kaldığı iftiralardan en büyüğü olan bu akıl almaz ve mantık kabul etmez iddianın sahipleri, Şah-ı Hazne ve Seyyid Abdulhakîm Hüseyni’nin (kaddesallâhu esrârahum) de yetiştiği Halidî yolunun temel eserlerinden Âdâb-ı Fethullah’a bakmış olsalar, aslında hadiseyi kafalarında çözmüş olacaklardı.

Âdâb isimli eserinde Şeyh Fethullah-ı Verkânisî (ks) Nakşî-Halidî yolundan istifade etmek isteyen kimse için gerekli olan en mühim şartın, itikadını Ehl-i Sünnete göre tanzim etmesi olduğunu bildirmiştir. Yine Mustafa İsmet Efendi’de (ks) Risâle-i Kudsiyye’sinde “Bir Ehl-i Sünnet olmak isterse mensûb” beytiyle, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaât itikadında olmayanlara, tarikat dersi verilmeyeceğini beyan etmiştir.

Takipçilerinin günümüzde de her iki eseri ellerinden düşürmedikleri dikkate alınırsa, mutasavvıfların özellikle de asırlar boyunca Hâcegân (Hocalar) yolu olarak anılmış olan ulema ve kudemânın müdavimi olduğu Nakşîliğin, Ehl-i Sünnet dışında olduğu iddiası havada kalacaktır.

Şeyhler Cahildir İddiası

Bir takım internet sitelerinde dile getirilen, ‘şeyhlerin ulum-u diniyye’den (dini ilimlerden) bihaber oldukları’ iddiası ise tam anlamıyla bir komediden ibarettir. Özellikle doğuda, bazı yörelerimizdeki adet haline getirilmiş, babadan-atadan kalma ‘Şıh’lık ve ‘Seydâ’lık gibi ünvanların, kısmen ehil olmayanlarca devam ettirilmesi, umuma mal edilebilecek bir husus değildir.

Ülkemizde, özellikle Nakşî-Halidî kolunun, bir-iki önceki nesil postnişinlerine baktığımızda, karşımıza tam bir ulema kadrosu çıkacaktır. Biz birkaç ismi zikretmekle iktifa edelim; O günkü adıyla Medresetül Kudât, yani Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitiren Süleyman Hilmi Tunahan; Mecelle’yi (Osmanlı Adli Hukuk kitabı) şerh eden Şeyh Ali Haydar Efendi; Arapça’ya Râbıta-i Şerîfe isimli bir eser yazabilecek kadar vakıf Seyyid Abdulhakim-i Arvâsî; Râmuzu’l Ehâdis gibi devasa bir hadis mecmuası oluşturan Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî (k.esrarahum), akla ilk gelen örneklerdir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den başlayarak, Nakşî-Hâlidî yolunda, zâhirî ilmini (12 ilim diye de adlandırılır) bitirmemiş, yani ‘hoca’ veya ‘seyda’ ünvanını almamış kimselere şeyhlik icazeti ve irşat müsaadesi verilmemiştir. Hakiki icazet sahibi Nakşî-Hâlidî meşâyıhı, bir teki bile istisna olmamak şartıyla, Osmanlı’daki deyimiyle ‘dersiam’ yani ‘hoca’dır. Hepsi en az sekiz-on sene süren medrese eğitimini, tıpkı Osmanlı Usulü’nde olduğu gibi tamamlamış ve hocalık icazetlerini almışlardır.

Bu noktada sarf edecek söz bulamayan bir takım kimseler, bu sefer de meşâyıhın Arapça konuşamamasını dile getirmektedirler. İlk bakışta bir nebze doğru gibi gelen bu fikir, aslında temelden yanlıştır. Zira, Büyük Selçuklu Veziri Nizamül Mülk tarafından temeli atılan ve Osmanlı’da sistemleşen medrese eğitim sistemi, Arapça’yı günlük hayatta konuşmak esası üzerine kurulmamıştır.

Osmanlı Medrese Sistemi’nde Arapça eğitimi, Sarf ve Nahiv olarak iki ayrı ilim olarak tasnif edilmiş ve ‘alet ilimleri’ olarak isimlendirilmiştir. Sarf ve Nahiv eğitiminde de maksat, usul ilimlerine ait kitapları okuyabilmek, ilmen mütalaa edebilmektir. Diğer bir deyişle, geleneksel usulde Arapça amaç değil araçtır. Kaldı ki her Arapça bilen de din adamı değildir. Usul ilimlerinden habersiz olanlar, istedikleri kadar Arapça bilsinler, bu onları ilim sahibi yapmaz.

Geleneksel medrese usulünün Arapça eğitiminde başarısız olduğunu iddia eden çevreler, geçmiş asırlar da Osmanlı Medreselerinde yetişmiş ulemânın, verdiği eserlerden bihaber olamayacaklarına göre, bu mesnetsiz iddialarında bir kasıt aramaya hakkımız yok mudur? İsmail Hakkı Bursevî ‘Rûhul Beyan’, Ebussuûd Efendi, ‘İrşâdu Akl-is-Selîm’ isimli tefsirlerini yazdıklarında, Osmanlı Medreselerinden yetişmemişler miydi? Türk kökenli olup Arapça eserler veren ulema ve meşâyıhı zikretmeye kalksak, herhalde bu derginin iki üç sayısını sadece bu listeye ayırsak, belki ancak yeterli olur.

Nakşî Tarîkatı’nın Lisanı Neden Farsça?

Nakşî yolunun vazgeçilmez eserlerinden olan İmâm-ı Rabbânî (ks)un mektuplarının bir araya getirildiği Mektûbât’ın asıl dilinin Farsça olması da eleştiri konusu yapılmaktadır. Halbuki İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin yaşadığı devrede Hindistan’a hakim olan Babürlüler Devleti’nde resmi yazışma dili Farsça’dır. Kaldı ki Nakşî Tarîkatı’nın günümüzde pek çok temel kaynağı Türkçe’ye çevrildiği gibi Mustafa İsmet Efendi’de Risale-i Kudsiyye’yi Türkçe kaleme almıştır.

Nefehât-ül-Üns’ün müellefi Molla Câmi de yine bu kitabını Farsça kaleme almasının sebebi, o devir Orta Asya’da ve İran’da yazı dilinin Farsça olmasıdır. Yoksa Molla Câmi Hazretleri, Arapça gramer kitabı Kâfiye’ye şerh yazacak kadar Arapça’ya vakıftır.

Vahdet-i Vücûd Meselesi

Kısıtlı dergi sayfalarında ilmi izahı mümkün olmayacak kadar çetrefilli bir mesele olan vahdet-i vücûd meselesini ortaya koyan Muhyiddîn-i Arabî’dir (ks). Asırlardır tartışılan bu mesele İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tarafından çözülmüş ve bir nakıslık olarak zikredilmiştir. Ancak, İmâm-ı Rabbânî’nin günümüzden dört asır önce çözdüğü ve Nakşîlerin nakıslık (eksik ve hatalı) olarak telakki ettiği vahdet-i vücûd meselesi, hala bir eleştiri konusu olarak gündeme getirilerek, tasavvufun bütününe karşı bir tenkit malzemesi olarak kullanılmaktadır.

Halbuki, bir velinin hatalı yorumu bütün tasavvuf ehline mal edilemez. Kaldı ki, İbn Arabî Hazretleri evliyaullahın en büyüklerinden olup yaşadığı hallerin ilmî/irfânî tevilini yapmakta bazı hatalara düşmüştür. Bu da bir nevi içtihad hatasıdır ki, fakihler nasıl hatalı içtihad yaptıklarında bir sevap, isabetli olduklarında ise iki sevap kazanırlarsa, onun durumu da böyledir. Bediüzzaman Hazretleri (ks) onun hakkında şöyle der: “Kardeşim, bil ki: Hazret-i Muhyiddîn aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir (hidayete vesiledir), fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir.” (Lema’lar, 9.Lem’a, s.365)

İbn-i Arabî Hazretlerinin kitaplarından bahisle; “Futûhât-ı Medeniyye (hadisi şerifler) bizleri ‘Futûhât-i Mekkiyye’ kitabından müstağni kılmıştır. Nusûs (Kitab ve Sünnetin nassları) bizleri ‘Fusûs’ (el-hikem) kitabından müstağni kılmıştır.” diyen İmam-ı Rabbânî (ks)nun takipçilerini, vahdet-i vücuda mensup olmakla suçlamanın neresi akıl ve mantıkla bağdaşır? siz okuyuculara bırakıyorum.

Burada bir meseleyi zikretmeden geçemeyeceğim; Muhyiddin-i Arabî: “Bizim sözümüz bizden olmayana haramdır” diyerek eserlerinin herkes için olmadığını bizatihi beyan etmiştir. Yine son dönemin büyük alimlerinden merhum Ahmet Davudoğlu Hocaefendi de Mektûbât-ı Rabbânî’nin tercümesi hususunda: “Bu eseri tercüme etmek için ‘kâle yekûlu’ yetmez, ‘hâle yeqûlu’ lazımdır’ buyurarak, tasavvuf kitaplarının anlaşılmasının bir manevi ‘hâl’ işi olduğunu vurgulamıştır.

Muhyiddîn-i Arabî gibi Hallâc-ı Mansûr gibi zatların, manevi yolculukları esnasında yaşadıkları giriftlikleri, iç dünyalarındaki anaforları bilmeden, zahiren şeriata aykırı sözlerine bakarak, onları tekfir etmek, İslam Dünyasında ancak son devirde gündeme gelmiş bir hastalıktır. Her mutasavvıfın dilinden düşürmediği bir söz vardır ve doğrudur: “Tasavvuf hal işidir, kal (söz) değil.”

Kemale Erince Mükellefiyetler Düşer mi?

İslam tarihine baktığımız zaman, Sahabe ve Tabiîn devri dışında, sûfîler kadar ibadete ve takvaya düşkün bir diğer zümre mevcut değildir. Ancak, belirli dönemlerde ortaya çıkan ‘Biz fena ve beka bulduk. Namaz ve oruç gibi mükellefiyetler bizden kalktı’ diyen sapkın gruplar da olmuştur. Ehl-i Sünnet alimi olan İmâm-ı Gazâlî gibi mürşid-i kamiller, bu görüşleri tenkid ederek susturmuş, yayılmalarına müsaade etmemişlerdir. Zamanla bu tür görüşler azınlıkta kalmış, özellikle ulemanın yolu olan Nakşîlikte böyle bir gruba rastlanmamıştır.

Şah-ı Nakşibend’in yolunu sürdüren, icazetli, kamil meşâyıhın istisnasız hepsi, taat ve takvaya meftundurlar. Kendi mezhepleri içinde bile ruhsatları terk etmişler ve azimetle amel etmeyi esas edinmişlerdir. Meşâyıhın yaşamlarındaki titizlik, ehil kimselerce bilinmekte ve takdir edilmektedir. Misal olarak, Camî’de itikafa giren bir şeyh efendi, ısınmak için yaktığı sobanın elektriği için evinden kablo çektirmiş, şahsi ibadeti için ümmetin cebinden ısınmayı doğru bulmamıştır. Yine, bir diğer şeyh efendi de irşat vazifesinden önce kendisine ait olan işyerini, posta oturduktan sonra bir vakfa hibe etmiştir.

“Şeriatın mubahları, tarikatın haramlarıdır” sözünü düstur edinen sûfîlerin, ruhsatları bile terk ettiklerini göz önünde bulundurursak, onları şeriatı tatbik etmemekle itham etmenin ne kadar çirkin kaldığı ortaya çıkacaktır. “Tarikat baştan sona edeptir” mülahazasından hareket eden Merhum Ramazanoğlu M. Sâmî Efendi’nin, son -sekerat- hastalığında dahi ayaklarını uzatarak yatmadığını tasavvur ediniz. Hangi insaf ve izan ehli, sûfîlerin mükellefiyetleri terk ettiğine inanabilir?

Tasavvuf Pasifize Eder mi?

Tasavvuf ehlini tekfir eden zümrelerin dillerine en çok doladıkları iddialardan birisi de tasavvufun insanları pasifleştirdiği ithamıdır. Halbuki tarih kitaplarının sayfaları, mutasavvıfların gayret ve cihad misalleri ile doludur. Savaş gibi olağanüstü hallerin yaşanmadığı durumlarda, toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın en mükemmel örneklerini hayata geçiren, bizzat tasavvuf ehlidir. Toplumun ahlaki ve ameli bozukluklarını ıslah ve tamir eden, fertleri her türlü hayasızlık ve günahtan alıkoyan kimlerdir acaba? Tasavvuf ehlinin gönüllere nakşeden irşâd ve ıslah çalışmaları değil midir?

Aksiyoner olmaktan kast edilen fiili cihad etmekse eğer, geçtiğimiz asra sadece kısaca bir göz atsak; Libya’da Senûsîleri, Kurtuluş Savaşı’nda Mevlevî Alaylarını ve Tâceddin Dergahı’nın lojistik desteğini, Ermeni Katliamı (Ermenilerin Osmanlı halkını katli) sırasında Nurşinli Muhammed Ziyauddin’in (ks) kurduğu gönüllü birlikleri ve daha nicelerini görürüz.

Fikri sahada Batıcılık rüzgarlarına karşı duran isimlerin başında da yine mutasavvıflar gelmektedir. Bir Halvetî-Şâbânî dervişi olan Nurettin Topçu’yu, bir Nakşî meftunu olan şairlerin sultanı Üstad Necip Fazıl gibi mütefekkirleri hatırlayalım.

Tasavvuf Kur’an’da Geçiyor mu ?

Bir takım muhataplarımız bize tasavvuf veya tarikat Kur’an’da geçiyor mu? Sorusunu çok sık dile getiriyorlar. Halbuki ne ‘namaz’ ne de ‘oruç’ kelimeleri Kur’an’da, direk bugünkü isimleri ile geçiyor. Kur’an Arapça’dır ve bu kelimelerin Arapça’daki karşılıkları ‘salât’ ve ‘savm’dır. Günümüzde kullanılan ‘namaz’ ve ‘oruç’ kelimeleri de Farsça’dır.

Mesela bir kimse ‘Ben üzerime farz olan ikindi namazını kılıyorum’ dese, ona ‘İkindi namazı farz değil, çünkü Kur’an’da isim olarak geçmiyor’ denilebilir mi? Bundan daha saçma bir itham olabilir mi? Çünkü ikindi namazını kılan bir kimse, Kur’an’da ‘salatul asr’ olarak emredilen namaz ibadetini yerine getiriyor.

Öyleyse, ‘tasavvuf’ kelimesinin birebir karşılığını Kuran’da aramak yerine, sufîlerin uygulamalarının aranması daha münasib olacaktır. Çünkü onların tüm uygulamaları Kur’an ve Sünnet’e dayanır. Önceki yazılarımızın bir kısmında bu uygulamaların Kur’an ve Sünnet’teki yerlerini delilleri ile izah etmiştik. Yeri geldikçe bu konular hakkında gerekli bilgileri, delilleri ile sizlere sunmaya devam edeceğiz inşallah.

Nasıl, namaz, oruç ve kurban gibi zahiri ibadetleri ‘fıkh-ı zahir’ içinde değerlendiriyorsak; zikir, ihsan, ihlas, huşû, nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi ve ahlak tezhibi de ‘fıkh-ı batın’ da denilen tasavvuf ilmi içinde değerlendirilir. Diğer bir ifadeyle ibadet ve kulluğu; bedensel-fiziksel ibadetler ve kalbi-manevi ibadetler olarak isimlendirmek de mümkündür. İsimlendirme farklılığı da buradan doğmaktadır. Nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, esas olan, neticede tasavvuf, İslam Dini’nin özü ve ruhudur.

Kaynak:Gülistan Dergisi
75. Sayı-Mart 2007


1 yorum

Naylon mutasavvifler

Gülistan dergisi demiş ki; Ey tsavvuf düşmanları,, biz nakşi halîdî müceddidî leri, vahdet-i vücûdçu mutasavvıflar ile karıştırmayın,, zîra Bizim i'tikad ve amelimiz ehl-i sünnete ve şer-i şerîfe muvafıktır. Eğer ehl-i sünnetten yana bir sapkınlık var ise bunu vahdet-i vücûdçu tasavvuf ehlinde arayın...

Kendilerini vahdet-i vücûd ehlinden tenzîh eden bu tasavvufçular,, kendilerini Bayezit Bestâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Muhyiddîn Arâbî, Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Hacı bayrâm_ı Veliy gibi sayısız evliyâdan da tenzîh etmiş (ayırmış) olur.

Vahdet-i vücûdû âşikâre beyân etmeyyen evliyâullahın sayısı, islâm târihinde bir elin parmaklarrını geçmez,, beyânlarında vahdet-i vücûd ilimlerini zımnen ikrâr etmemiş olan evliyâullah ise hiç yoktur.

vahdett-i vücûda karşı çıkanlar içerisinde, imâm-ı Râbbânî hazretleri hâriç, Sâid Nûrsî dâhil,, hele adıyamancılar, bunların hepsi, peygamber efendimizle (s.a.v.)hiçbir bağları olmayan naylon mutasavviflerdir.

İDDİA,, Evliyâullahın irfânı ve itikâdı olan vahdet-i vücûd telâkkisi, aslâ ehl-i sünnet i'tikadına ve şer-i şerîfe muhalif değil, bilakis muvafıktır. Muhalefet ve tenakuz,,, irfân ve hikmet ehl-i olmayan, müşrik zihinlerdedir.

15.12.2008 - ŞEYHİEKBER

Konular