Zehirli | Konular | Kitaplar

DİNDE DELİL OLARAK SÜNNET VE İNKAR EDENİN HÜKMÜ


Son yıllarda, çeşitli bahanelerle Sevgili Peygamberimizin sünnet ve hadis-i şeriflerini, dini meselelerde delil olarak kabul etmek istemeyen veya bu konuda çekimser fikirler ileri sürerek, Müslümanların sağlam inançlarının sarsılmasına sebep olan kimseler gündemi işgal etmektedir.

Gülistan Dergisi olarak, bu çok önemli konuda, zamanımızın dünyaca kabul görmüş alimlerinden biri olan M. Salih Ekinci Hocaefendi’den bu konuyu delilleriyle birlikte aydınlığa kavuşturmalarını istirham ettik. Yoğun ilmi çalışmalarına rağmen, bu önemli hizmeti yerine getiren üstada, sizler adına şükran ve minnetlerimizi sunuyoruz.

Önce röportaj biçiminde düşündüğümüz çalışmayı, ilmi bir makale olarak sizlere sunmanın daha çok fayda sağlayacağını gördüğümüzden, bu şekliyle istifadenize sunuyoruz.



1- ‘Sünnet’ Kelimesinin Lügat ve Istılah Anlamı

‘Sünnet’ kelimesi, lügat ve ıstılah bakımından farklı anlamlara geldiği gibi, değişik ilim dallarında, alimler tarafından ona yüklenilen terimsel anlama ve kullanıldığı makama göre de mana farklılığı arz eder.

Sünnet kelimesi lügatte "yol", “öncekilerin belirleyip de sonrakiler için yaşam tarzı haline gelmiş yol” ve “övülen olsun, yerilen olsun yaşam tarzı” anlamına gelir. (Bkz. Lisanu’l-Arap, Muhataru’s-Sihah, “senne” maddesi.)

Kur’an ve Nebevî Sünnette, “sünnet” kelimesi bu anlamıyla, yani lügat anlamıyla kullanılmıştır. Çünkü Kur’an ve sünnette kullanılan kelimeler, anlamını tayin eden şer’i (dini) bir örf olmadığında, lügatteki anlamını ifade eder. Bu kelimeye ilişkin de şer’î bir örf bulunmamaktadır.

Nitekim Yüce Allah: “Bu, senden önce gönderdiğimiz resullerin sünnetidir (yoludur).” diye buyururken, Nebisi (s.a.v): “Kim İslam’da iyi bir sünnet (yol) açarsa, kendisine bu yolu açma sevabı olduğu gibi, onun ardından o yola uyanların sevabı da, hiç eksilmeksizin vardır. Ve kim kötü bir sünnet (yol) açarsa, ona bu yolu açma günahı olduğu gibi, onun ardından bu yola uyanların günahı da hiç eksilmeksizin vardır.” diye buyurmaktadır.

Ne var ki, “sünnet” kelimesi izafe (tamlama) şeklinde ve ‘elif lâm’ takısıyla belirtili olarak değil de, tek başına kullanıldığında bu anlamı ifade eder.

‘Sünnetî’ (benim sünnettim) şeklinde “ya-i mütekellime” izafe edildiğinde veya ‘es-Sünnetu’ biçiminde “elif lam-ı ta’rif ” ile belirlendiğinde -ki hadislerde umumiyetle böyle kullanılır- “Nebi ve Resul olma vasfıyla Peygamber Efendimizin getirdiği ve dinde tâbi olunması gerekli olan şeriat ve yol” anlamını taşır.

Sünnet nedir?

Bu anlama göre “sünnet” ; Kur’an’ın ve Nebi’nin (s.a.v) ‘ahad’ veya ‘mütevâtir’ senetlerle aktarılmış sözleri, fiilleri ve takrirlerinin delalet ettiği; itikadî ve amelî vacipleri, nafileleri, şer’î adapları, hülasa bütün dini hükümleri kapsar. Bu anlamıyla “sünnet”, “bid’at” kavramının zıddı olarak kullanılır.

Nitekim, delil getirme ve sünnete tutunmanın önemini vurgulama makamlarında sahabe, tabiin ve diğer selef alimleri tarafından “sünnet” kelimesi, bu anlamıyla kullanılmış ve bu kullanım onların arasında yaygınlık kazanmıştır.

Bu nedenledir ki alimler, sahabî veya tabiinin “mine’s-sünneti kezâ” (şu husus sünnettendir) sözünden kastedilen mananın “bu husus, Nebi’nin (s.a.v) sözlerini, fiillerini ve takrirlerini (kabullenme) kapsayan sünnetindendir” şeklinde olduğunu beyan etmiş ve bu sözü içeren rivayetleri “hükmen merfu ” kabul etmiştir.

‘Sünnet’ kelimesini içeren rivayetlere şu örnekleri verebiliriz: Enes b. Malik (r.a.), Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir.”




Ebu Said el-Hudrî (r.a.), şöyle rivayet etmiştir: “İki adam beraber bir seyahate çıkmıştı. Yolda namaz vakti girmiş ve yanlarında su bulunmadığı için temiz bir toprakla teyemmüm alıp namaz kılmışlardı. Daha sonra henüz vakit çıkmadan su bulmuşlar ve biri abdest alıp namazını iade ederken, diğeri ne abdest almış ne de namazını iade etmişti. Döndüklerinde Resulullah’a (s.a.v) gelip durumu anlattılar. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) namazı iade etmeyene “esabte’s-sünnete” (sünnete isabet ettin); diğerine de “sana da iki defa ecir var” dedi.”

Peygamber Efendimizin “sünnete isabet ettin” sözünün anlamı, “benim getirdiğim şer’î yola (hükme) isabet ettin (uydun)” şeklindedir.

Evet, sahabî, tabiîn ve onlardan sonraki selef alimleri, şer’î hükümlere kaynak teşkil etme makamında, umumiyetle “sünnet” kelimesini Kur’an’a mukabil kullanmış ve bu kullanımla şer’î delillerin bu iki kısmı arasında ayırım yapmayı kastetmiştir. Öyle ki bu kullanım onların arasında yayılmış ve “şer’î kaynakları belirtme” makamında bu ayırımı ifade etmek üzere kavramlaşmıştır. Ama elbette ki bu kullanımla, Peygamber Efendimizin hadislerinde geçen “sünnet” kelimesinin, Kur’an’ın delalet ettiği hükümlerin dışındaki hükümlere mahsus olmasını ve mutlak olarak sünnet’in yalnızca bu anlama gelmesini kastetmemiştir.

Bütün mesele şundan ibarettir; Onların şer’i delillerin bu iki kaynağı arasında ayırım yapma isteği, onları “kaynakları belirtme” makamında “sünneti” bu delillerin bir bölümüne tahsis edip onu Ku’ran’a mukabil kullanmaya sevk etmiştir. Sünnete verdikleri bu anlamın alameti de sünnetin bu makamda Kur’an’a mukabil kullanılmasıdır.

Ama sünnete tâbi olmaya, ona tutunmaya teşvik ve bid’atten sakındırma makamlarında, hem selef ve hem de halef alimleri sünnet kelimesini, ‘âmm’ (genel) olan anlamında; yani yukarda zikrettiğimiz “Nebi ve Resul olma vasfıyla Peygamber Efendimizin getirdiği, gerek Kur’an ve gerekse Nebi’nin (s.a.v) fiil, kavil ve takrirleriyle ispatlanan ve tâbi olunması gerekli olan şeriat ve yol” anlamında kullanmıştır. Bu makamda hiç kimse onu, Kur’an’a mukabil olma anlamına tahsis etmemiştir.

Usulcülere Göre Sünnet

Usulcülerin (din usulü alimleri) yanında sünnet, “Bi’setten (gönderildikten) sonra Nebi’den (s.a.v) sadır olan fiil, söz ve takrirler” anlamındadır. Onlar sünneti, Kur’an dışında Nebi’nin söz, fiil ve takrirlerine özgü kılıp Resulullah’ın ahlakî hasletlerini, fiziki özelliklerini ve bi’setten önceki söz ve fiillerini bu kavramın dışında tutarlar. Bunun nedeni, usul ilminin konusunu “delil getirme ve şer’î delillerin (kaynakların) kısımlarını belirleme”nin oluşturmasıdır.

Nitekim onların, şer’i delillerin kısımlarını ayırma gayeleri, onları Kur’an ve sünnet arasında ayırım yapmaya ve sünneti, Kur’an’ın dışındaki delillere tahsis etmeye götürdüğü gibi onların araştırma konularının “istidlal” oluşu da onları; sünneti, şer’î hükümlere delil olan Resulullah’ın söz, fiil ve takrirlerine özgü kılıp, O’nun ahlakî hasletlerini, fiziki özelliklerini ve nübüvvetten önce O’ndan sadır olan söz ve fiilleri, sünnetin anlam alanının dışında bırakmaya sevk etmiştir.

Muhaddislere Göre Sünnet

Hadisçilerin (hadis uzmanı alimlerin) ıstılahında sünnet, “Nebi’nin (s.a.v) gerek gönderildikten sonra ve gerekse gönderilmeden önce aktarılan hem söz, fiil, takrirleri; hem ahlakî hasletleri ve fizikî özellikleri ve hem de sireti (hayatı) hakkındaki rivayetlerin bütünüdür.” Muhaddislerin ekserine göre “sünnet”, “hadis” kelimesinin eşanlamlısıdır.

Muhaddislerin bu kavramı böylesine ta’mim etmesinin (genellemesinin) nedeni, teşri (hüküm koyma) ile alakası olsun olmasın, Resulullah’la ilgili her rivayeti nakletmenin, onlar tarafından birinci dereceden önem atfedilen konu telakki edilmesi ve uğraş alanı olarak belirlenmesidir.

Fakihlere Göre Sünnet

Fakihlere (fıkıh alimlerine) göre sünnet, “Resulullah’ın yaptığı sabit olup farz ve vacip olmayan şer’î hükümler” demektir. Onlar sünneti, farzın ve vacibin muadili (dengi) olarak kullanmıştır. Bu ıstılah, hicri ikinci asır ve sonrasında, tabiin döneminden sonra çıkmış ve yaygınlık kazanmıştır.

Karışıklığa Sebep Olan Nokta

Burada dikkatleri önemli bir hususa çekmek istiyorum, bazı mezhep fakihleri, Peygamber Efendimizin, sahabi ve tabiinin kelamında varit olan ve yukarda da değindiğimiz gibi “dinde tâbi olunması gereken şer’î yol ve Nebî’nin hanif menheci” anlamında olan ‘sünnet’ kelimesini, fıkıh ıstılahındaki anlamıyla anlayıp bu iki manayı birbirine karıştırmış ve onların sözünde geçen “sünnet” kelimesini bir amelin -fıkhî anlamda- sünnet olmasına delil kılmışlardır.

Bu, dikkat edilmesi gereken bir hatadır. Çünkü defaatle belirttiğimiz gibi, Nebevî hadislerde ve sahabe ve tabiinin sözlerinde varit olan “sünnet” kelimesi, yukarıda zikrettiğimiz anlama geldiği için hem itikat, hem ibadet, hem muamelat ve hem de ahlak, âdâp ve bunların dışındaki hususları kapsar. Dolaysıyla bu anlamıyla “sünnet”; farzları, vacipleri ve teşvik edilip müstehap olan söz ve amellerin tamamını içerir.

Fakihlerin kelamında ve fıkıh kitaplarında geçen “sünnet” ise farz, vacip ve mubahın muadili olmakla hudutlandırılan, fıkha özgü bir terimdir. Bu her iki anlam ve kullanım arasındaki fark açıktır. Bir amelin sünnet oluşunu, yani vacip olmayışını, Peygamber Efendimizin, sahabe ve tabiinin kelamında varit olan “sünnet” kelimesi ile ispata kalkmak, apaçık bir hatadır.

2- Sünnetin Hüccet Olmasını İnkâr Edenlerin Hükmü Nedir?

Bu soruya cevap vermeden önce, sünnetin, Kur`an-ı Kerim gibi şer’i hükümlerde delil kaynağı olabileceğini, öyle ki şer`i hükümlere delil getirme konusunda, aralarında herhangi bir farkın olmadığını ispatlamamız gerekir.

Sünnetin hüccet (delil) olabileceğini inkâr edenler şu dört grupta yer alır:

Birinci grup: ‘Mütevâtir’ ve ‘haber-ul ahad’ olmak üzere, sünnetin tamamının hüccet olmasını inkâr ederler.

İkinci grup: Sünnetin ‘haber-ul ahad’ kısmını inkâr ederler.

Üçüncü grup: ‘Haber-ul ahad’da yer tutmuş büyük bir bölümü inkar ederler. Bu inkar; “(Yapılan ilmi çalışmalarda) ‘haber’ul ahad’ yeterince tenkit edilmedi, şayet gereğince tenkit edilseydi, muhaddislerin ‘sahih’ diye hükmettikleri bir çok hadisin ‘zayıf’ olduğundan, şer`i hükümlere delil getirilemez olduğu ortaya çıkardı” iddialarıyla oluşan şüphenin neticesidir.

Dördüncü grup: Sünnetin başlı başına ahkâm koyabilirliğini inkar etmekle; sünnetin, Kur`an’ı yalnızca destekleyici ve açıklayıcı olmak üzere geldiğini iddia eder.

Biz de bunlara karşılık olarak, sünnet ve sünnetin delil oluşu konusundaki yazımıza dört bölümde yer veriyoruz:

• Birinci bölüm: Gerek ‘mütevatir’, gerekse ‘haber`ul âhad’ olsun; sünnetin genel bir kavramla hüccet olduğu konusunda.

• İkinci bölüm: ‘haber`ul ahad’ın hüccet olduğuna dair ispatlar hakkında.

• Üçüncü bölüm: Sünnetin ‘haber`ul âhad’ kısmının gereğince tenkit edilmiş olduğunun izahı hakkında.

• Dördüncü bölüm: Sünnetin başlı başına şer`i hükümler koyabilirliğinin îzahı hakkında.

I- ‘MÜTEVATİR’ OLSUN ‘AHAD’ OLSUN, SÜNNETİN TAMAMI HÜCCETTİR

‘Mütevatir’ olsun ‘ahad’ olsun, sünnetin bir bütün olarak hüccet olması, Allah’ın (c.c) kitabı ve Resulü’nün (s.a.v) sünneti, sahebe ve tabiinin söz ve amelleri ile sabit olduğu gibi dinin kesin delillerinden olan icmâ ile de sabittir.

Sünnetin hüccet olduğuna dair:

1. Kur’an-ı Kerim’den Deliller:

Allah (c.c), Kur`an-ı Kerim’in bir çok ayetinde, resulü Muhammed (s.a.v)’in sünnetinin hüccet olup her müslümanın uyması gerektiğini açıklamıştır. Kur`an-ı Kerim’in Allah’ın (c.c) kelamı olduğuna iman edeni; sünnetin de şer`i hükümlerde hüccet olduğuna iman etmesi gerekir ki bunu inkar eden Allah’ın (c.c) kelamını inkar etmiş olur.

Kur`an-ı Kerim’i incelediğimizde Allah’ın (c.c) Muhammed (s.a.v)’i elçilik misyonuyla bağdaşan bir takım özellik ve meziyetlerle donattığı kanısına varırız.

a)Bu özelliklerden biri Allah(c.c)’ın indirmiş olduğu kitap için resulünü bir açıklayıcı kılmasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz zikri (Kur`an’ı) sana indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni beyan edesin (açıklayasın)”(Nahl, 44).
Beyan, Kur`an’da mücmel bir ifadeyi (genel kavram), ilgili hükümlerle açmakla düşünülebilir. Namaz, oruç, zekat, Hac gibi hükümlerin; şekil, vakit, sayı, miktar, şart, âdab ve diğer olması gereken maddelerin beyanı gibi. Bu ayet, mücmeli tafsil eden ve müşkilleri (anlaşılması zor) izah eden sünnetlerin hüccet oluşunu -ki bunlar sünnettin büyük çoğunluğunu oluşturur- ispatlar.

b)Peygambere bahşedilen bir diğer özellik; Allah’ın (c.c) kendisine yapılan itaat gibi peygamberine de itaat edilmesini vacip kılmasıdır. Allah (c.c) kendisine yapılan itaat ile Peygambere yapılan itaati ayırıp bunları başlı başına iki faklı itaat kılmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Hiçbir Peygamberi Allah’ın izniyle itaat edilmesi dışında bir sebeple göndermedik.” (Nisa, 164).

“Ey iman edenler! Allah’a ve resulüne itaat ediniz!” (Enfal, 20).

“Kim Peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 80).

“Ey İman edenler! Allah’a itaat edin, Resul’üne itaat edin ve sizden olan emir (yetki) sahiplerine de… Şayet herhangi bir şeyde tartışmaya (nizaya) düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah'a ve Resul’üne havale ediniz. Bu daha hayırlı ve akıbet itibariyle daha güzeldir.” (Nisa, 59).

“Hayır! Rabbine ant olsun ki onlar, aralarında vuku bulan anlaşmazlıklarda seni hakem kılmadıkça, sonra da vereceğin hükmü gönül huzuruyla kabul edip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)

(devam edecek)

---------------------------------------------
Notlar:
1- İsrâ; 77.
2- Müslim, Zekat, 69, İlim, 15.
3- Merfu' hadis; Resulullah'a isnat dilen hadis.
4- Buharî, Nikah, 1; Müslim, Nikah, 5.
5- Ebu Davud, 1/143; Nesâî, 13/38. Hadisin lafzı, Nesâî'nin rivayetine göredir.

Kaynak:Gülistan Dergisi
77.Sayı-Mayıs 2007
http://www.gulistandergisi.com/dergi_oku.php?id=377


Konular