“Hâzâ min fadli Rabbî.”

KUR’ÂN-I HAKÎM, semavî fermanlarıyla bizi varoluş hikmetimize uygun şekilde yaşamaya çağırırken, yolumuzda duran iki tehlikeye de dikkat çeker: Yahudiler ve Hıristiyanlar sözkonusu edilirken dikkatimiz çekilen iki ayrı tehlike... Her iki grup da, resullere ve semavî kitaba muhatap olmuş; ama zamanla, iki zıt yönde sapma yaşamışlardır. Meselâ Yahudilerde, cemalsiz bir celâl; Hıristiyanlarda ise, celâlsiz bir cemal sözkonusudur. Biri Musa ile gelen ilahî şeriatın hem içini boşaltmış, hem de Hz. Yahya’yı öldürme ve İsa aleyhisselâmı öldürmeye teşebbüs etme örneğinde görüldüğü üzere, bu şeriatı ruhsuz ve merhametsiz bir muhtevaya büründürmüştür. Hıristiyanlar ise, tam aksi bir tavırla, zaman içinde Hıristiyanlığı ‘şeriatsız bir din’ haline getirmişlerdir. Yahudiler hak dinden nefis-eksenli bir yorumla sapmış; buna mukabil, Hıristiyanların geliştirdiği ‘ruhbaniyet,’ nefsi kontrol adına, verilmiş bazı kabiliyetleri de öldürme çizgisine ulaşmıştır.

Nebîlere ve semavî kitaplara muhatap olup zamanla böylesi bir bozulma yaşayan her iki zümrenin serüveni, aslında tüm insanlığın ve her bir insanın her daim yüzyüze olduğu bir problemi ele verir. Gerçi insan, hayır-şer, hidayet-dalâlet, iman-küfür gibi bir ikilemle karşı karşıyadır. Ama bu denklemlerin menfi kısmında bir değil, iki seçenek vardır: ifrat ve tefrit. Bu yüzden, iman-küfür, hayır-şer, hak-bâtıl denklemini kurduktan sonra, dengeyi korumak için, küfür, şer ve bâtıl tarafının hem ifrat, hem tefrit boyutunu da açımlamamız gerekmektedir.

Sözgelimi, akıl bize verilmiş bir imkândır. Denge hali, onu Vereni bilmek; o aklı, onu Verenin veriş amacına uygun biçimde kullanmaktır. Aklımızı kendimize mal etmek açık bir sapmadır. O denli göze çarpmayan bir diğer sapma ise, bu sapmaya düşme korkusuyla aklı hiç kullanmayıp heder etmektir. Her iki halde de, ‘hikmet’e ulaşılmamaktadır.



Keza, insana güzel şeyler karşısında bir iştiha verilmiştir. İnsanın yaşadığı âlemle bağ kurup, Rabbimizin o âlemdeki mevcutlar üzerinde görünen güzel isimlerini okuması için verilmiş bir iştihadır bu. Bu duyguyu böylesi bir biçimde kullanmak bir ‘denge hali’nin ifadesi iken, madalyonun öbür yüzünde yine ikili bir sapma beklemektedir. Bu duyguyu haram-helâl tanımadan herşeye saldırarak, ve onu asla Rabbimizin güzel isimlerine yöneltici bir vesile kılmaksızın kullanmak, sapmanın ‘ifrat’ boyutudur. Tefrit boyutunda ise, ifrata düşme korkusuyla bu duyguyu kullanmayıp öldürme çabası vardır. Birbirine zıt gibi görünen her iki hal, aslında aynı sonucu vermektedir: İkisinde de, cismanî güzelliklerin Cemîl-i Zülcelâl ile nisbeti kesilmiştir. İkisinde de, şu kâinatın içindeki mevcudat, güzelliğiyle O’nun mutlak güzelliğini bildiriyor değildir.

Bu, nefis ve şeytanın bizi daima yüzyüze bıraktığı bir ikilemdir. Bu ikili, bize ikili bir oyun oynar: Kimi zaman ifratı göstererek vasattan da alıkoyar; kimi zaman ise, tefriti göstererek bizi ifrata sürükler. Kimini, aklını hiç kullanmayanların hikmetsiz halini sergileyerek kuru bir akılcı yapar; kimini akılcıların ruhsuz ve karanlık diyalektiğini sergileyerek akıldan istifa ettirir.

Kimi insanlar, bu ikilinin oyununa gelip, ortaya çıkan şeyi sahiplenen Kârun gibi sapkınlara benzememe korkusuyla fiilî duasını da terkeder. Sonucu sahiplenmekten elini çekeceği yerde, herşeyden elini çeker ve ruhbanların düştüğü hataya düşer. Başka bazı insanlar ise, yine bu ikilinin oyunuyla, sonuçtan el çekeceği yerde esbab dairesindeki fiilî dua görevinden de elini çekip herkese el açar hale gelenlere bakarak, Kârun gibi bir sapkına dönüşür.

Şeytanın bu ikili oyununa karşı, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, dört kelimelik eşsiz bir reçete sunmaktadır:

“Hâzâ min fadli Rabbî.” Neml:40

“Bu, Rabbimin fazlındandır.”

Bu dört kelime, küçücük incir tohumuna koca bir incir ağacının programını yazan bir Rabbin izzetine yakışır biçimde, çok büyük hakikatleri o kısacık ibarede özetler. Bu kısacık reçetede, nefis ve şeytanın insana karşı oynadığı; bir yönüyle Yahudileri, diğer yönüyle Hıristiyanları saptırdığı; ve her birimizi de saptırması her an mümkün ikili oyunu her iki yönüyle bozan manidar bir şifre kayıtlıdır.

Âyetin ilk kelimesi ‘hâzâ’dır. Hâzâ, yani ‘bu.’ ‘Hâzâ’ diyebilmek icin, ortada birşeyin varlığı gerekir. Bu tek kelime, varolanı yok etmeye değil, kullanmaya yönelik bir ima içermektedir. Atalet ademin kardeşidir; ve atalet ve tenbellik yoluyla birşeye ulaşıldığı vâki değildir. Ne aklını kullanmayan biri ‘bu düşünce’den söz edebilir; ne ayağını kullanmayan ‘bu yürüyüş’ten, ne elini kullanmayan ‘bu işaret’ten. Hâzâ kelimesi, bu bakımdan, bir faaliyet imasını içerir. Zımnen, bir fiilî dua halini ihsas eder.

O halde, âyet insanın ‘bu’ diyeceği birşeylerden söz ederken, tuzağın ‘tefrit’ boyutunu kesip atıyor demektir. Atalete izin yoktur. Tenbelliğe cevaz yoktur. Varolanı ibtal yoktur. Varolan birşeyi atıl bırakmak veya ibtal etmek, en küçük birşeyi bile binler hikmetle yaratan, hiçbir şeyi boşuna var etmeyen bir Rabbe karşı tahkir anlamı taşımaktadır.

Ayrıca, bu tavır, bizatihî varoluşta bir şer, hilkatte bir kusur olduğu anlamı da içermektedir. Nitekim, varolmuş bazı kabiliyet ve özellikleri yok saymayı veya yok etmeyi hedefleyen ruhbanlığın içinde kök saldığı muharref Hıristiyanlığın, öte yanda ‘aslî günah’ mefhumuna da sahip olması bir tesadüf değildir. Keza, ‘madde’yi çirkin ve şer gördüğü için cismanî haşri ve cismanî lezzetlerin olduğu bir cenneti kabul etmemesi; üstelik, kimi mutaassıp Hıristiyanların, cismanî haşri ve cismanî lezzetlerin olduğu bir cenneti haber veren Kur’ân’a dil uzatmış olması bir tesadüf değildir. Asıl haliyle çirkin gördüğü güzelim taşları, sözümona yontarak güzelleştirme iddiası taşıyan heykelciliğin Hıristiyanî bir iklimde yayılması da bu açıdan oldukça manidardır.

‘Hâzâ’ kelimesi, tek bir noktadaki sapmayı tutarlı kılma uğruna girişilen bir dizi hakikatsız yaklaşımın, çorap söküğü gibi uzayıp giden küllî bir sapmaya karşı kudsî Kur’ân eczanesinden alınan küçük ama çok şifalı bir ilaç hükmündedir.

‘Min fadli Rabbî’ ise, tam aksi yöndeki sapmayı tedavi eder. Özelde Yahudilerin düştüğü bu sapma, ‘hâzâ’ diyerek gösterilen ‘bu’ şeyin nefse veya esbaba mal edilmesidir. Verilmiş bir imkânı atalete uğratmama gereğini anlayan biri, paçayı kurtarmış değildir. Bu kez, gerçekte birer fiilî dua hükmünde olan çalışmalarla birlikte ortaya çıkan şeyi sahiplenme tehlikesi kapıda beklemektedir.

Bu tehlike, bir emek sarfettiğimiz her noktada, hepimizi beklemektedir. Ama, hususan Yahudiler örneğinde, tehlikenin vehameti açıkça görülür. Yahudiler, Hıristiyan ruhbanların aksine, maldan, mülkten, güzel şeylerden, çalışmaktan ve kadından uzak durmuş değillerdir. Tüm bunlardan ırak kalarak manastırlarda yaşamayı seçmedikleri gibi, yanısıra ‘aslî günah’ ve ‘yalnızca ruhanî haşr’ gibi akideler geliştirmiş de değillerdir. Bilakis, manastırlara çekilmeyip gece-gündüz çalışmak, onların en birinci tutkusu hükmündedir. Onları, kendilerine emrolunan pek çok ibadetten de alıkoyan bu tutkuya mukabil, Rabb-ı Rahîm, bir terbiye ve imtihan sırrına binaen, Cumartesi günü çalışmalarını yasaklamıştır. Fakat bu yasağın da teviller ve mazeretler üreterek çiğnenmesi, onların ‘hâzâ’ deyip, peşi sıra nefislerine mal edecekleri bir iş ve bir ürün ortaya koyma tutkularının nasıl bir iptilâya dönüştüğünün bariz bir timsalidir.

Sözün kısası, onlara “Verilmiş kabiliyetleri âtıl bırakmamak lâzım” demenin gereği yoktur. Zaten âtıl bırakıyor değillerdir. Onların kapısının eşiğinde beklemeyip, iç dünyalarına sızmış bulunan tehlike, bu kabiliyetlerin kullanılmasına mukabil Rabbimizden gelen ikram ve ihsanın kendimize mal edilmesidir. İnsanın, esbab dairesinde yapılan fiilî dua ile gelen sonucu sahiplenmesidir. Meselâ Kârun’un isyanında, adım adım bu sonuca giden yaklaşımın açık bir örneği görülmektedir.

‘Min fadli Rabbî’ insanı şirk derelerinde koşturan, nefsimizi putlaştıran bu ‘ifrat’ hali karşısında hepimizi dikkate sevkeder. İnsanın ‘hâzâ’ diyeceği birşeyler olmalıdır. fiu kâinat, en küçük zerreden en büyük yıldıza, küçücük sinekten dev bir balinaya kadar her mevcuduyla, bir ‘faaliyet’ sırrını göstermektedir. Rabbimizin güzel isimlerinin mutlak ve sonsuz olmasının gereğidir bu. Faaliyet ve hareket ile, her an herşey yeni bir tablo sunacak, ilahî isimlerin yepyeni bir cilvesini sergileyecektir. O sırdandır ki, bizatihî faaliyetin içinde, âcil bir ücret kabilinden, bir lezzet dercedilmiştir. Martılar kahren değil, neşeyle uçar; bir bebek kundağa sıkıca sarıldığında değil, elini-kolunu rahatça oynatır konumda olduğunda mutludur; tenbellerin günü çalışan insanlara göre çok daha zor, dertli ve sıkıntılı geçer. Tüm bunlar, faaliyet sırrının, Fâtır-ı Hakîm tarafından, bir hikmete binaen fıtratımıza dercedildiğinin göstergeleridir. Rabbimizin, sürülmeyen bir tarlada buğday vermeyişi, buğday verme sonucunu tarlayı sürüp ekini ekerek hazine-i rahmetin kapısını çalma şartına bağlaması da, bundan dolayıdır. Kelâm-ı Ezelî’de insana ancak sa’yinin, çalışmasının karşılığı vardır diye ferman etmesi; ‘zikrullah’ı bile ‘fes’av’ emrine uyanlara nasib etmesi, bunun içindir.

Velhasıl, Rabbimiz ağını sermeden kayığında yatan balıkçıya tek bir balık bile göndermiyor, ‘balık yakalama’ sonucunu ‘ağı serme’ fiilî duasıyla birlikte yaratıyorsa, ağ serilmelidir. Ama balıklar kayığa doluşurken, bilinmelidir ki, “Bu, Rabbimin fazlındandır.” Başka tüm sözler boş, asılsız ve koftur. “İyi yakaladım,” “Şansım yaver gitti” gibi sözler, olsa olsa, gelen nimeti Rabbinin fazlından bilmeme halinin tercümandır.

Gerçekten, tarlanın sürülmesi ve buğdayın ekilmesi ile mahsul; ağın yapılması ve denize atılması ile balık gelmiştir. İnsan, kolaylıkla “Bunu ben akıl ettim” vehmine düşebilir; ama bunun vehim olduğunu anlaması bir hayli zordur. Çünkü, o aklı nereden bulduğunu, sokaktan mı aldığını, ve nasıl akıl ettiğini düşünmez. Bir dalgınlık anında, bir ani haber karşısında, bir nebze yaşlanınca yahut bir travma sonrasında yitip gidivermesiyle onun kendi malı olmadığını; ona verildiğini bilfiil belgeleyen aklı kendisinin öz malı sanır. Keza, ağı atma veya buğdayı ekme gücünü de kendinden bilir. Oysa, yeryüzünde, gözünün önünde, istediği halde kolunu dahi kıpırdatamayan nice felçli, hasta ve yaşlı vardır!

Böylesi bir dikkatle baksa, ‘hâzâ’ dediği şeyin, ‘Rabbinin fazlından’ olduğunu kolayca görecektir. Ama, zor olan, nefis ve şeytanın bu müdakkik bakışı engellemek için koyduğu tuzakları farkedip aşmaya çalışmaktır.

İnsan, Rabbinin fazlıyla ona sunulan her nimet karşısında, kendine dönük sorgulamaların yanısıra, sair mevcutlara yönelik sorgulamalar da yapabilse, her bir nimet için koca kâinatın istihdam edildiğini; o nimetin ancak bütün kâinata hükmeden bir Hâkim-i Ezelînin ihsanı olduğunu anlayacaktır. Tek bir buğdayın varlığı bile, binbir mineral yüklü toprağı var eden, gökten suyu indiren, küçücük buğdaya onca buğdayı meyve verecek bereket yüklü bir program derceden, güneşi ve dünyayı yeryüzünde hayatı mümkün kılan bir mesafe ve konumda yerleştiren.. tek bir buğdayın varlığı için elzem olan böylesi nice hali var eden ve tüm bu haller arasında o buğdayın var olmasına elverişli bir ilişkiler ağı kuran bir Rabbin varlığına muhtaçtır. Yakalanan tek bir balık dahi, denizleri yaratan, dalgaları denizlerin akciğeri kılan, küçücük balıklara suyun içindeki akciğeri süzüp alacak solungaçlar veren; onları en donanımlı bir gemiden hadsiz derecede kolay, mükemmel ve zahmetsiz bir şekilde yol almalarına vesile olan mükemmel bir iskelet, yüzgeç ve kuyruk yapısıyla donatan.. bir Rabbin varlığına muhtaçtır.

Muhatap olduğumuz her olaya ve her mevcuda bu dikkatle baktığımızda, herşey için ‘min fadli Rabbî’ diyerek, sonucu Rabbimizin bir ikramı ve ihsanı olarak bilme zarureti açıkça ortaya çıkmaktadır.

Sözünü ettiğimiz, gerek Yahudileri, gerek Hıristiyanları Musa ve İsa aleyhisselâmın tebliğ ettiği hak çizgiden uzaklaştıran ikili problemi çözen bu kısa Kur’ân âyetindeki belagat ve i’cazın bir boyutu, Neml sûresinin 40. âyetinde, onun Süleyman aleyhisselâmın bir sözü olarak zikredilmesidir. Süleyman, kendinden önce ve sonra, başka hiç kimseye kendisi kadar mülk verilmeyen bir peygamberdir. Rabbi onu eşsiz bir hükümdar yapmış; kuşları, rüzgârı, havayı, hatta cinleri bile ona musahhar kılmıştır. “Bana, benden başka hiç kimsede olmayan bir mülk ver” diye dua eden Süleyman’a, ‘hâzâ’ diyeceği hesapsız bir mülk verilmiştir. Ve ‘hâzâ’ diyen Süleyman, ‘hâzâ’ dediği nice nimetin nereden geldiğini teslim ve şükür bâbında ‘min fadli Rabbî’yi de ihmal etmemiştir!

Bu kısa ve manidar âyetin aydınlık dünyasına hepimiz çok muhtacız. Gerek hayatımızı ifrat ve tefritten salim bir denge halinde tutma noktasında; gerek ne gurura, ne de küfran-ı nimete düşmeme noktasında; gerek gündelik hayatımızdan teknik icadlara kadar uzanan bir silsilede karşımıza çıkan onca şeyi bir ilahî ihsan bilip tefekkür ve şükür vesilesi kılma noktasında, bu mu’ciznüma ifadeden alacağımız sayısız iman dersleri bulunuyor.