Ebubekir Sifil İle Mezhepler Ve Mezhepsizlik Fitnesi
Gülistan: Kıymetli hocam, bazı kimselerin “Mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır? Mezhepler niçin vardır? Ya da “Mezhebler olmasaydı ne olurdu?” sorularına muhatap oluyoruz. Bu soru nasıl cevaplandırılmalıdır?
Ebubekir Sifil: Bismillâhirrahmânirrahîm. Aslına bakarsanız, yaygın olarak bilinen anlamda mezhepler için ‘ortaya çıkma’ tabirini kullanmak doğru değildir. Zira biz bu tabirle, önceden mevcut olmayan bir şeyin, belli bir dönemden sonra varlık sahnesine çıkmasını anlatırız.
Sahabe Döneminde İçtihad
Oysa Sahabe döneminden itibaren, Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkarma ehliyetine sahip her alimin bir mezhebi vardı. Efendimiz (sav)'in söz, davranış ve fiilleri bizzat delil olduğu için O hayattayken tabii olarak O'na danışılmış, hüküm sorulmuş, direktif alınmıştır. Dolayısıyla "Hz. Peygamber (sav)in mezhebi neydi?" gibi bir soru, sahibinin cehaletini ortaya koymaktan başka bir anlam ifade etmez.
Hatta Hz. Mu'âz (ra)'ı Yemen'e gönderirken "Önüne bir dava geldiğinde ne ile hükmedeceksin?" diye sorduğunda Hz. Mu'âz (ra), önce Kur'an'a bakacağını, aradığı hükmü orada bulamazsa Sünnet'e itikal edeceğini, orada da bulamazsa içtihad edeceğini söylemiş, Efendimiz (sav) de onun bu hareket tarzını onaylamış, hatta ona böyle bir muvaffakiyet nasip buyurduğu için ALLAH Teala'ya hamd etmiştir. Bu olay bize, Efendimiz (sav) henüz hayattayken bile alim sahabîlerin kendi mezheplerinin oluşmaya başladığını göstermektedir.
Efendimiz (sav) terk-i dünya ettikten sonra, Sahabe'nin ileri gelenleri içtihad edip fetva vermeye devam ettiler. Sahabe arasında fetvalarının çokluğuyla tanınan yedi kişi bulunduğu belirtilmiştir: Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes'ûd, Hz. Aişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer (ALLAH hepsinden razı olsun).
Bu demek değildir ki Sahabe arasında onlardan başka müçtehid yoktu. Aksine Hz. Ebû Bekr, Hz. Osman, Übeyy b. Ka'b, Ebû Musa el-Eş'arî… (r.anhum) gibi alim sahabîler de içtihad edip fetva veriyordu. Ancak ilk grupta yer alanların fetvaları, ikinci gruptakilerin fetvalarına oranla daha büyük bir yekün oluşturmuştur.
Bir de sınırlı sayıda fetva vermiş olanlar vardır. Onların sayısı daha fazladır. Fetvaları bize kadar intikal etmiş bulunan sahabîlerin toplam sayısı 130 kadardır.
Bütün bunlar şunu gösteriyor: Sahabe arasında içtihad edip fetva verenler bulunduğuna göre, onların her birinin, içtihad edip fetva verdikleri hususlarda kendilerine ait mezhepleri vardı. Her ne kadar Usul'üyle füru’uyla müesses hale gelmemiş olsa da, -ortada bir içtihad faaliyeti bulunduğuna göre- buradaki ‘mezhep’ vakıasını görmezden gelmek mümkün değildir.
Tabiûn ve Tebe-i Tabiûn Dönemleri
Tabiun zamanına geldiğimizde, içtihad faaliyetinin artarak devam ettiğini görürüz. Ortaya yeni meselelerin çıkması, bilhassa Irak ekolünün benimseyip uygulamaya koyduğu "farazî fıkıh" sistemi, hadislerin derlenmesi… gibi birtakım faktörler sebebiyle, Tabiun dönemi, içtihad faaliyeti bakımından Sahabe dönemine kıyasla daha bir zenginlik arz etmektedir. Medine'de ünlü "Yedi Fakih" (Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed, Ebû Bekr b. Abdirrahmân, Ubeydullah b. Abdillah, Süleymân b. Yesâr, Hârice b. Zeyd b. Sâbit); Mekke'de Atâ b. Ebî Rabâh, Mücâhid, İkrime; Basra'da el-Hasenu'l-Basrî, İbn Sîrîn, Katâde; Kûfe'de İbrahim en-Neha'î, Alkame b. Kays, Şurayh b. el-Hâris, Mesrûk b. el-Ecda'… gibi her biri alim sahabîler elinde yetişmiş ünlü fakihler, bu dönemde içtihad faaliyetini yoğun bir şekilde devam ettirmiş, fetva verip talebe yetiştirmişlerdir.
Onlardan sonra aralarında Dört Mezhep imamının da bulunduğu kuşak gelir. Bunlar da Tabiun'un alimlerinin elinde yetişmiş, Sahabe ve Tabiun'un fıkhının üzerine kendi müktesebatlarını da ekleyerek, günümüze kadar varlığını devam ettiren mezheplerin kurucuları olma payesine ulaşmışlardır.
İçtihad faaliyeti Sahabe kuşağından itibaren hoca-talebe ilişkisi içinde mezhep imamlarına kadar kesintisiz biçimde sürüp geldiğine göre, "mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır?" sorusunu doğru kabul ettiğimizde, cevap "Sahabe döneminden itibaren" şeklinde olmalıdır.
Ancak, Sahabe ve Tabiun fakihlerinin içtihad usulleri ve çözüme bağladıkları fer'î meseleler, detaylarıyla kitaplarda kaydedilmek suretiyle, müesses bir şekilde nesilden nesile aktarılma imkânı bulamadığı için ‘mezhep’ olgusu genellikle Dört Mezhep imamı ve onların dönemi ile başlatılır.
Şu halde sorunun ilk kısmını şöyle toparlayabiliriz: ‘Mezheb’i, içtihad faaliyetinin oluşturduğu vakıası nazara alındığında, mezhep olgusu sahabe döneminden beri mevcuttur. ‘Mezhep’ dendiğinde Usul'ü tam anlamıyla ortaya konmuş, fer'î alanda Fıkıh bablarının tümünü ihtiva eden içtihadları temayüz ve bize kadar intikal etmiş bir sistemi anlayacaksak, evet ‘mezhep’ hadisesi Dört Mezhep imamı ile başlatılabilir.
Sorunun ikinci kısmına, yani "Mezhepler niçin vardır?" sorusuna gelince, buna kısaca şöyle cevap verilebilir: Birincisi, Nass’lardan kaynaklanan sebeplerden, İkincisi de hakkında nass (ayet ve hadis, temel alınacak delil) bulunmayan meselelerde nasıl hareket edileceği konusundaki anlayış farkından dolayı.
Kur’an ve Sünnet Farklı Yorumlanmaya Müsaittir
Birçok nassın farklı anlaşılmaya müsait yapıda olması dolayısıyla her bir müçtehid, ayet ve hadisten farklı bir şey anlamıştır. Burada genellikle verilen örneği tekrar edecek olursak, Kur'an'da boşanmış kadınların beklemesi gereken iddet süresi, "üç kur’" olarak ifade edilmiştir (el-Bakara; 228).
Ulema, buradaki " kur’" kelimesinin hem "hayız", hem de "temizlik" dönemi hakkında kullanılan "müşterek" bir kelime olduğunu belirtmiştir. Kelimenin yapısındaki bu durum sebebiyle Sahabe döneminden itibaren bu ayetin ne ifade ettiği konusunda ihtilaf vaki olmuştur. Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ûd vb. sahabîler (ALLAH hepsinden razı olsun) bu kelimenin "hayız"ı anlattığını söylerken, Hz. Aişe validemiz, İbn Ömer, Zeyd b. Sâbit ve daha başkaları da (ALLAH hepsinden razı olsun) "temizlik dönemi"ni anlattığını söylemişlerdir.
Burada, sanki Yüce ALLAH, mü'minlerin içtihadda ihtilaf etmesini murad etmiştir. Zira bu ayette böyle müşterek bir kelime yer alırken, mesela aynı surede, iki ayet yukarıda şöyle buyrulmuştur: "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için ancak dört ay (bekleme hakkı) vardır." Dikkat edilirse burada, "ay" kelimesi geçmektedir ve bu kelimenin neyi anlattığı konusunda Araplar arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Yüce ALLAH dileseydi, iki ayet sonrasında yer alan "kur’" kelimesi yerine de "ay" kelimesi yer alabilirdi. Ancak durum görüldüğü gibidir.
Aynı durum hadisler için de geçerlidir. Kimi durumlarda, aynı hadisi delil olarak kullandıkları halde, Müçtehid İmamlar'ın, söz konusu hadisin neyi anlattığı konusunda ihtilaf ettiklerini, yani aynı hadisten farklı sonuçlar çıkardığını görürüz. (Muhammed Avvâme hocanın, “İmamların Fıkhî İhtilaflarında Hadislerin Rolü” isimiyle dilimize çevrilen muhtasar çalışması, konuyla ilgilenenler için güzel bir derlemedir.)
Bir de hadislerin kabul şartlarındaki görüş ayrılıklarını buraya eklememiz gerekir. Bu bağlamda, ravilerde aranan şartların mezhepten mezhebe değişmesi de önemli bir ihtilaf sebebidir. Yani bir imamın/mezhebin sahih kabul ettiği bir rivayeti, bir diğerinin sahih kabul etmemesi sonucu ortaya çıkan ihtilaflar vardır. Kimsenin herhangi bir imama "Sen niye bu şartı koydun da şu şartı koymadın?" gibi bir soru sormaya hakkı ve haddi olmadığına göre, bu noktadan kaynaklanan ihtilaflar bulunması da son derece tabiidir.
Dolayısıyla herhangi bir mesele hakkında ayet veya hadis bulunması, o meselede ihtilaf edilmemesini tek başına sağlamaz. Ya da şöyle diyelim: Bir meselede ayet ve hadis var diye o meselede içtihad farklılığı olmaz, demenin hiçbir ilmî kıymeti ve pratik karşılığı yoktur.
Kur’an ve Sünnet’te Yer Almayan Meselelerin Çözümü
Hakkında Kur'an ve Sünnet'te hüküm bulunmayan hususlarda ne şekilde hareket edileceği konusuna gelince. Müçtehid İmamlar'ın mezheplerini birbirinden farklı kılan önemli unsurlardan birisidir. Özellikle "tali deliller" dediğimiz İstihsan, İstıslah, Mesalih-i Mürsele, Sedd-i Zerayi', Medine Ehli'nin uygulaması… gibi unsurların bir kısmının bir kısım imamlar tarafından benimsenmemesi sonucu farklı içtihadların ortaya çıktığını görüyoruz. Mesela İmam eş-Şâfi'î, Hanefîler ve hatta Malikîler tarafından benimsenen "İstihsan"ı kabul etmemiş, Hanefîler, Şâfi'îler ve Hanbelîler Medine Ehli'nin uygulamasının delil teşkil etmeyeceğini söyleyerek İmam Mâlik'ten ayrılmışlar, Hanefîler mürsel hadisi delil kabul ederken İmam eş-Şâfi'î, Sa'îd b. el-Müseyyeb'in müselleri hariç, diğerlerini reddetmiştir… Örnekleri uzatmak mümkün. (Bu konu hakkında Mustafa Sa'îd el-Hınn'ın, dilimize “İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları” adıyla çevrilen kapsamlı çalışması son derece aydınlatıcı ve tavsiyeye şayandır.)
Sorunun "Mezhepler olmasaydı ne olurdu?" diyen üçüncü kısmına gelince, bunun yanlış bir soru olduğunu söylemeliyim. Zira yukarıdan beri yapılan izahatın şu noktayı ortaya koymuş olması gerekir: Mezheplerin varlığı eşyanın tabiatındandır. Zira farklı anlaşılmaya müsait nasslar ve farklı anlayış biçimleri var oldukça, farklı mezheplerin var olması kadar normal ve hatta "kaçınılmaz" bir şey olamaz. Eğer nasslar farklı anlaşılmaya müsait olmasaydı ve herkesin anlayışı aynı olsaydı, işte o zaman mezheplerin varlığı anormal olurdu.
Burada şunu da söylemek mümkün: Evet bu zorunlu durum, Ümmet-i Muhammed'e bir "rahmet" olarak yansımıştır; bu doğrudur. Ama unutmayalım ki, bu bir "sonuç"tur. Yani mezhepler "Ümmet'e kolaylık olsun diye" özellikle oluşturulmuş değildir. Onların zorunlu varlığı, Ümmet'e kolaylık ve rahmet olarak yansımıştır…
Gülistan: Mezhepsizlik fikrinin kaynağı nedir? Bir mezhebe uymak zorunlu mudur? Muhakkik alimlerden Zahid Kevseri Hazretlerinin “Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür” sözünü açıklar mısınız?
Ebubekir Sifil: Aslına bakarsanız "Mezhepsizlik" diye bir şey yoktur. Mevcut mezheplerden birisini benimsemeyenlerin dahi bir mezhepleri olmak zorundadır ki bu, ya yeni ve müstakil bir mezheptir, ya da mevcut mezheplerin içtihadlarından meydana getirilen karma bir oluşumdur. Zira, birinci sorunun cevabını verirken mezhep olgusunun niçin "zorunlu" olduğunu belirtmiştik.
Mezhepsizlik Nedir?
O halde "mezhepsizlik" diye ifade edilen şey nedir? Bu sorunun en kestirme cevabı şudur: Mevcut mezheplerden birisiyle ameli kabul etmeyip, yeni bir oluşuma gitmek mezhepsizlik olarak ifade edilmektedir. Buradaki "yeni oluşum" eğer yeni ve müstakil bir mezhebi anlatıyorsa, söylenecek bir şey yoktur.
Bugün kendisini müstakil bir mezhep kuracak yetkinlikte, yani "mutlak müçtehid" olarak gören birileri varsa, tabii ki yeni bir mezhep tesis edebilirler. Ancak bunun bugün mümkün olmadığı ortadadır. Zira "yeni içtihad" çağrısı yaklaşık iki buçuk asırdır dile getiriliyor; buna rağmen ortaya yeni bir Usul-i Fıkıh konmuş değil! Usul-i Fıkıh olmadan mezhep olur mu? Mezhep dediğiniz yapı, Usul-i Fıkıh sistemi üzerine kurulur. Bu yoksa, o da yoktur.
Dolayısıyla geriye ikinci şık kalıyor: Mevcut mezheplerin içtihadlarından elde edilen "karma" bir mezhep. Bunun caiz olmadığını ise muhakkik alemler açıkça belirtmişlerdir.
Mezhepsizlik fikrinin kaynağı konusunda söylenebilecekler de iki başlık altında toplanabilir:
1. Doğrudan Kur'an ve Sünnet'le amel etme iddiası.
2. Mevcut mezheplerin içtihadlarının yetersiz/eskimiş olduğu ve yeni içtihadlar yapılması gerektiği düşüncesi.
Birinci düşünceyi benimseyenler, tamamen dinî endişelerle hareket ederler. Onlara göre mezhep imamlarının taklid edilmesi, kişiyi şirke kadar götüren gayri meşru bir tutumdur. Müslümanlar başkalarını taklid etmekle değil, Kur'an ve Sünnet'le amel etmekle mükelleftir.
Ne kadar iyi niyetle dile getirilirse getirilsin, bu düşüncenin, ayakları yere basan bir yaklaşımın ürünü olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira herkesin müçtehid olmasını istemek, herkesin doktor ya da avukat olmasını istemek kadar, hatta ondan daha fazla abestir, "uçuk"tur! Tarih içinde İbn Hazm, bilahare de eş-Şevkânî tarafından dillendirilen "taklidin haramlığı" iddiası, günümüz de de kendisine "Selefî" diyen bazı kardeşlerimiz tarafından tekrar edilmektedir.
İkinci yaklaşım ise dinin modernizasyonu/reformizasyonu düşüncesini savunanlar tarafından dile getirilmektedir. Onlara göre "Din" ile "Fıkıh" birbirinden ayrı şeylerdir. "Din", değişmezler sahasını oluştururken "Fıkıh" çerçevesine giren hususlar değişime tabidir; zaman ve zemine göre değişiklik gösterir.
Bu düşüncelerin her ikisi de "Fıkıh" sistemini, bilhassa Usul ve Kavaid sahalarını tam anlamıyla kavrayamamanın ya da dikkate almamanın ürünüdür. Zira Usul ve Kavaid'e hakkıyla işlerlik kazandırıldığında, Müslümanlar'ın çözemeyeceği, içinden çıkamayacağı mesele yoktur.
Bu saikle hareket edenlerin genellikle, "genellikle" diyorum, çünkü hepsini aynı kefede değerlendirmek doğru değildir, ideolojik bir zeminde, İslam'ı bir yerlere, bir şeylere uydurma çabasıyla hareket ettiği görülüyor. Ana dilde ibadet gibi, miras paylaşımı ve çok eşlilik gibi modern çağın değer yargılarına uymayan bütün ahkâmın red ve ilgasını hedefleyen bu yaklaşımın temsilcileri, genellikle dinin rasyonelleştirilmesi zemininde hareket eder; hadislerin reddi ya da en azından "hafife alınması", Kur'an ayetlerinin yorumunda keyfîlik… gibi tavırlarla dikkat çeker.
Allame Zâhid el-Kevserî merhumun "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür" sözü, Makâlât adlı eserinde yer alan bir makalenin başlığıdır. Gerçekten son derece hikmetli bir sözdür. Ne ifade ettiğine gelince, aşağıdaki adreslerde konuyla ilgili detaylı bilgi bulunmaktadır:
http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=dergi&no=21
http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=dergi&no=89
Özeti şudur; Mezheplerin reddi, onların üzerine oturduğu "Kur'an ve Sünnet telakkisinin" reddi anlamına gelmektedir ya da son tahlilde yolu oraya çıkmaktadır. Bu da sonuçta Kur'an ve Sünnet'in "delil", yani "yol gösterici, rehber" olmaktan çıkarılıp, çağa göre, insanların heva ve heveslerine göre yorumlanabilen nesneler haline dönüştürülmek istenmesiyle olmaktadır. Bir müslümanın Kur'an ve Sünnet'i bu konumda görmesi mümkün değildir. Zira bu iki kaynak çağa, ya da şunun bunun hevasına göre yorumlanmaz; onlara ittiba eder, tabi olur kurtulursunuz. Mesele bundan ibarettir!
Gülistan: Dört hak mezhep” nasıl belirlenmiştir? Bunların dışındaki mezheplerin konumunu izah edermisiniz.
Ebubekir Sifil: "Dört hak mezhep" tabiri, birinci sorunun cevabını verirken de işaret ettiğim gibi, bir çok mezhep içinden sadece dördünün usul'üyle, kaynakları ve ilkeleriyle bize kadar intikal etmesi sonucu, yani tarihî realitelerin sonucu olarak ortaya çıkmış bir tabirdir.
Ehl-i Sünnet çizgi içinde bu dördünden başka bu söylediğim çerçevede bize intikal etmiş başka bir mezhep yoktur. Bu cümleden olarak mesela Süfyan es-Sevrî'nin ya da el-Leys b. Sa'd'ın mezhebi de usul, kavaid, füruat ve kaynaklarıyla müesses olarak bize kadar sağlam bir şekilde gelmiş olsaydı, o zaman "Beş hak mezhep" ya da "Altı hak mezhep" tabirini kullanacaktık. Ama takdir-i ilahi, bu mezhepler içinden sadece dördünün yaşaması şeklinde tecelli etmiştir.
Ehl-i Sünnet çizgide bunların dışında ve bunların seviyesinde başka bir mezhebî oluşum yüzyıllardır mevcut olmamıştır. Şia'da ya da başka bid'at fırkalar bünyesinde bu türlü oluşumlar mevcut olabilir/olmuştur. Ama bunlar, kaynakları, Kur'an ve Sünnet anlayışları bakımından Ehl-i Sünnet'le farklılık arz ettiği için konu dışıdır.
Gizli Bid’at Ehli
Burada bir noktaya dikkat çekmeden geçmek eksiklik olacaktır; Ehl-i Sünnet bir toplumda yaşadığı halde, Ehl-i Sünnet'e aykırı itikadî bir çizgi benimseyen, fer'î alanda da birtakım yeni içtihadlarda bulunan, ama bütün bunları "yeni içtihad yapıyorum" ya da "Ehl-i Sünnet'i beğenmiyorum/yetersiz veya yanlış buluyorum" demeden yapan bazı kişilerin bulunduğuna bilhassa dikkat etmelidir.
Bunlar sizinle benimle aynı ortamları paylaşan, bizlerin okuduğu gazetelerde/dergilerde yazı yazan insanlardır. "Müslümanların mağduriyeti", "Filistin ve Çeçenistan sorunu", "Başörtüsü meselesi" gibi birtakım hassasiyetlerimizi de paylaşır, hatta sahiplenirler. Ama öte yandan gerek itikadî, gerek Fıkhî sahada tarih içinde var olmuş hiçbir İslamî oluşumun söylemediği şeyler söyler, fetvalar verirler. Ama nedense bunların varlığı kimseyi rahatsız etmez! İnsanımızın bu noktaya çok dikkat etmesi lazım.
Hak mezheplerin dışındakiler "bid'at" oluşumlardır. Kaynakları okuma biçimleri ve hüküm çıkartma tarzları Ehl-i Sünnet ile örtüşmez. Yani "Din tasavvurları" farklıdır. Dolayısıyla hemen yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım kimse ve kesimler de dahil olmak üzere, bu tarz yönelişlerin sahip ve temsilcilerinin söylemlerine -ne kadar süslü, cazip ve içten olursa olsun- aldanmamak durumundayız.
Gülistan: Fıkıhta değişen hayata ve zamana göre dört mezhep çizgisinin dışına çıkılması uygun mudur? Bu uygunluk aranmadan bu tür bir çıkış yapılsa sonuçları sizce ne olur ?
Ebubekir Sifil: Dört Mezheb'in usulleri iyi incelenirse görülecektir ki, hayatımızı İslamî kılmak için bu usuller fazlasıyla yeterlidir. Yeter ki bihakkın anlaşılsın ve işletilsin. Elbette mezheplerin içtihadları içinde, örfe dayanılarak verilmiş birtakım hükümler, örfün değişmesiyle değişecektir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken başlıca iki husus vardır:
1. Değişmesi gerektiği düşünülen hüküm, örfe binaen verilmiş olacaktır. Bundan emin olunmalıdır.
2. Onun yerine getirilecek hükmün dayanağını teşkil edecek olan yeni örfün de Edille-i Şer'iyye esasında sahih/muteber örf olması elzemdir.
Bu sadece bir örnektir ve konu üzerinde şüphesiz daha uzun boylu şeyler söylenebilir / söylenmelidir. Ancak bu söyleşi çerçevesinde tekraren vurgulamış olalım ki, Dört Mezheb'in ulemasının tesbit ettiği Usul ve Kavaid çerçevesinde çözüme kavuşturulamayacak problem yoktur.
Dört Mezheb'in dışına çıkılacak olursa ne olur? Usul-i Fıkıh ile İtikad arasında kopmaz bir ilişki vardır. Yani siz, Usul'de Ehl-i Sünnet, füruda Mu'tezilî ya da Modernist olamazsınız. Zira Mu'tezile'nin ve Modernizm'in kaynak/delil anlayışı, genel "Din" anlayışının dışında ve onunla irtibatsız değildir. Dolayısıyla Mu'tezile'nin fer'î çözümlerini benimsediğinizde Usul'ünü benimsemiş, dolayısıyla Din tasavvurunu paylaşmış olursunuz.
Günümüzde bu nokta çoğu zaman gözden kaçırılıyor. Dikkat etmek gerekir.
Kaynak: Gülistan Dergisi
78.Sayı-Haziren 2007
Ebubekir Sifil: Bismillâhirrahmânirrahîm. Aslına bakarsanız, yaygın olarak bilinen anlamda mezhepler için ‘ortaya çıkma’ tabirini kullanmak doğru değildir. Zira biz bu tabirle, önceden mevcut olmayan bir şeyin, belli bir dönemden sonra varlık sahnesine çıkmasını anlatırız.
Sahabe Döneminde İçtihad
Oysa Sahabe döneminden itibaren, Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkarma ehliyetine sahip her alimin bir mezhebi vardı. Efendimiz (sav)'in söz, davranış ve fiilleri bizzat delil olduğu için O hayattayken tabii olarak O'na danışılmış, hüküm sorulmuş, direktif alınmıştır. Dolayısıyla "Hz. Peygamber (sav)in mezhebi neydi?" gibi bir soru, sahibinin cehaletini ortaya koymaktan başka bir anlam ifade etmez.
Hatta Hz. Mu'âz (ra)'ı Yemen'e gönderirken "Önüne bir dava geldiğinde ne ile hükmedeceksin?" diye sorduğunda Hz. Mu'âz (ra), önce Kur'an'a bakacağını, aradığı hükmü orada bulamazsa Sünnet'e itikal edeceğini, orada da bulamazsa içtihad edeceğini söylemiş, Efendimiz (sav) de onun bu hareket tarzını onaylamış, hatta ona böyle bir muvaffakiyet nasip buyurduğu için ALLAH Teala'ya hamd etmiştir. Bu olay bize, Efendimiz (sav) henüz hayattayken bile alim sahabîlerin kendi mezheplerinin oluşmaya başladığını göstermektedir.
Efendimiz (sav) terk-i dünya ettikten sonra, Sahabe'nin ileri gelenleri içtihad edip fetva vermeye devam ettiler. Sahabe arasında fetvalarının çokluğuyla tanınan yedi kişi bulunduğu belirtilmiştir: Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes'ûd, Hz. Aişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer (ALLAH hepsinden razı olsun).
Bu demek değildir ki Sahabe arasında onlardan başka müçtehid yoktu. Aksine Hz. Ebû Bekr, Hz. Osman, Übeyy b. Ka'b, Ebû Musa el-Eş'arî… (r.anhum) gibi alim sahabîler de içtihad edip fetva veriyordu. Ancak ilk grupta yer alanların fetvaları, ikinci gruptakilerin fetvalarına oranla daha büyük bir yekün oluşturmuştur.
Bir de sınırlı sayıda fetva vermiş olanlar vardır. Onların sayısı daha fazladır. Fetvaları bize kadar intikal etmiş bulunan sahabîlerin toplam sayısı 130 kadardır.
Bütün bunlar şunu gösteriyor: Sahabe arasında içtihad edip fetva verenler bulunduğuna göre, onların her birinin, içtihad edip fetva verdikleri hususlarda kendilerine ait mezhepleri vardı. Her ne kadar Usul'üyle füru’uyla müesses hale gelmemiş olsa da, -ortada bir içtihad faaliyeti bulunduğuna göre- buradaki ‘mezhep’ vakıasını görmezden gelmek mümkün değildir.
Tabiûn ve Tebe-i Tabiûn Dönemleri
Tabiun zamanına geldiğimizde, içtihad faaliyetinin artarak devam ettiğini görürüz. Ortaya yeni meselelerin çıkması, bilhassa Irak ekolünün benimseyip uygulamaya koyduğu "farazî fıkıh" sistemi, hadislerin derlenmesi… gibi birtakım faktörler sebebiyle, Tabiun dönemi, içtihad faaliyeti bakımından Sahabe dönemine kıyasla daha bir zenginlik arz etmektedir. Medine'de ünlü "Yedi Fakih" (Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed, Ebû Bekr b. Abdirrahmân, Ubeydullah b. Abdillah, Süleymân b. Yesâr, Hârice b. Zeyd b. Sâbit); Mekke'de Atâ b. Ebî Rabâh, Mücâhid, İkrime; Basra'da el-Hasenu'l-Basrî, İbn Sîrîn, Katâde; Kûfe'de İbrahim en-Neha'î, Alkame b. Kays, Şurayh b. el-Hâris, Mesrûk b. el-Ecda'… gibi her biri alim sahabîler elinde yetişmiş ünlü fakihler, bu dönemde içtihad faaliyetini yoğun bir şekilde devam ettirmiş, fetva verip talebe yetiştirmişlerdir.
Onlardan sonra aralarında Dört Mezhep imamının da bulunduğu kuşak gelir. Bunlar da Tabiun'un alimlerinin elinde yetişmiş, Sahabe ve Tabiun'un fıkhının üzerine kendi müktesebatlarını da ekleyerek, günümüze kadar varlığını devam ettiren mezheplerin kurucuları olma payesine ulaşmışlardır.
İçtihad faaliyeti Sahabe kuşağından itibaren hoca-talebe ilişkisi içinde mezhep imamlarına kadar kesintisiz biçimde sürüp geldiğine göre, "mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır?" sorusunu doğru kabul ettiğimizde, cevap "Sahabe döneminden itibaren" şeklinde olmalıdır.
Ancak, Sahabe ve Tabiun fakihlerinin içtihad usulleri ve çözüme bağladıkları fer'î meseleler, detaylarıyla kitaplarda kaydedilmek suretiyle, müesses bir şekilde nesilden nesile aktarılma imkânı bulamadığı için ‘mezhep’ olgusu genellikle Dört Mezhep imamı ve onların dönemi ile başlatılır.
Şu halde sorunun ilk kısmını şöyle toparlayabiliriz: ‘Mezheb’i, içtihad faaliyetinin oluşturduğu vakıası nazara alındığında, mezhep olgusu sahabe döneminden beri mevcuttur. ‘Mezhep’ dendiğinde Usul'ü tam anlamıyla ortaya konmuş, fer'î alanda Fıkıh bablarının tümünü ihtiva eden içtihadları temayüz ve bize kadar intikal etmiş bir sistemi anlayacaksak, evet ‘mezhep’ hadisesi Dört Mezhep imamı ile başlatılabilir.
Sorunun ikinci kısmına, yani "Mezhepler niçin vardır?" sorusuna gelince, buna kısaca şöyle cevap verilebilir: Birincisi, Nass’lardan kaynaklanan sebeplerden, İkincisi de hakkında nass (ayet ve hadis, temel alınacak delil) bulunmayan meselelerde nasıl hareket edileceği konusundaki anlayış farkından dolayı.
Kur’an ve Sünnet Farklı Yorumlanmaya Müsaittir
Birçok nassın farklı anlaşılmaya müsait yapıda olması dolayısıyla her bir müçtehid, ayet ve hadisten farklı bir şey anlamıştır. Burada genellikle verilen örneği tekrar edecek olursak, Kur'an'da boşanmış kadınların beklemesi gereken iddet süresi, "üç kur’" olarak ifade edilmiştir (el-Bakara; 228).
Ulema, buradaki " kur’" kelimesinin hem "hayız", hem de "temizlik" dönemi hakkında kullanılan "müşterek" bir kelime olduğunu belirtmiştir. Kelimenin yapısındaki bu durum sebebiyle Sahabe döneminden itibaren bu ayetin ne ifade ettiği konusunda ihtilaf vaki olmuştur. Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ûd vb. sahabîler (ALLAH hepsinden razı olsun) bu kelimenin "hayız"ı anlattığını söylerken, Hz. Aişe validemiz, İbn Ömer, Zeyd b. Sâbit ve daha başkaları da (ALLAH hepsinden razı olsun) "temizlik dönemi"ni anlattığını söylemişlerdir.
Burada, sanki Yüce ALLAH, mü'minlerin içtihadda ihtilaf etmesini murad etmiştir. Zira bu ayette böyle müşterek bir kelime yer alırken, mesela aynı surede, iki ayet yukarıda şöyle buyrulmuştur: "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için ancak dört ay (bekleme hakkı) vardır." Dikkat edilirse burada, "ay" kelimesi geçmektedir ve bu kelimenin neyi anlattığı konusunda Araplar arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Yüce ALLAH dileseydi, iki ayet sonrasında yer alan "kur’" kelimesi yerine de "ay" kelimesi yer alabilirdi. Ancak durum görüldüğü gibidir.
Aynı durum hadisler için de geçerlidir. Kimi durumlarda, aynı hadisi delil olarak kullandıkları halde, Müçtehid İmamlar'ın, söz konusu hadisin neyi anlattığı konusunda ihtilaf ettiklerini, yani aynı hadisten farklı sonuçlar çıkardığını görürüz. (Muhammed Avvâme hocanın, “İmamların Fıkhî İhtilaflarında Hadislerin Rolü” isimiyle dilimize çevrilen muhtasar çalışması, konuyla ilgilenenler için güzel bir derlemedir.)
Bir de hadislerin kabul şartlarındaki görüş ayrılıklarını buraya eklememiz gerekir. Bu bağlamda, ravilerde aranan şartların mezhepten mezhebe değişmesi de önemli bir ihtilaf sebebidir. Yani bir imamın/mezhebin sahih kabul ettiği bir rivayeti, bir diğerinin sahih kabul etmemesi sonucu ortaya çıkan ihtilaflar vardır. Kimsenin herhangi bir imama "Sen niye bu şartı koydun da şu şartı koymadın?" gibi bir soru sormaya hakkı ve haddi olmadığına göre, bu noktadan kaynaklanan ihtilaflar bulunması da son derece tabiidir.
Dolayısıyla herhangi bir mesele hakkında ayet veya hadis bulunması, o meselede ihtilaf edilmemesini tek başına sağlamaz. Ya da şöyle diyelim: Bir meselede ayet ve hadis var diye o meselede içtihad farklılığı olmaz, demenin hiçbir ilmî kıymeti ve pratik karşılığı yoktur.
Kur’an ve Sünnet’te Yer Almayan Meselelerin Çözümü
Hakkında Kur'an ve Sünnet'te hüküm bulunmayan hususlarda ne şekilde hareket edileceği konusuna gelince. Müçtehid İmamlar'ın mezheplerini birbirinden farklı kılan önemli unsurlardan birisidir. Özellikle "tali deliller" dediğimiz İstihsan, İstıslah, Mesalih-i Mürsele, Sedd-i Zerayi', Medine Ehli'nin uygulaması… gibi unsurların bir kısmının bir kısım imamlar tarafından benimsenmemesi sonucu farklı içtihadların ortaya çıktığını görüyoruz. Mesela İmam eş-Şâfi'î, Hanefîler ve hatta Malikîler tarafından benimsenen "İstihsan"ı kabul etmemiş, Hanefîler, Şâfi'îler ve Hanbelîler Medine Ehli'nin uygulamasının delil teşkil etmeyeceğini söyleyerek İmam Mâlik'ten ayrılmışlar, Hanefîler mürsel hadisi delil kabul ederken İmam eş-Şâfi'î, Sa'îd b. el-Müseyyeb'in müselleri hariç, diğerlerini reddetmiştir… Örnekleri uzatmak mümkün. (Bu konu hakkında Mustafa Sa'îd el-Hınn'ın, dilimize “İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları” adıyla çevrilen kapsamlı çalışması son derece aydınlatıcı ve tavsiyeye şayandır.)
Sorunun "Mezhepler olmasaydı ne olurdu?" diyen üçüncü kısmına gelince, bunun yanlış bir soru olduğunu söylemeliyim. Zira yukarıdan beri yapılan izahatın şu noktayı ortaya koymuş olması gerekir: Mezheplerin varlığı eşyanın tabiatındandır. Zira farklı anlaşılmaya müsait nasslar ve farklı anlayış biçimleri var oldukça, farklı mezheplerin var olması kadar normal ve hatta "kaçınılmaz" bir şey olamaz. Eğer nasslar farklı anlaşılmaya müsait olmasaydı ve herkesin anlayışı aynı olsaydı, işte o zaman mezheplerin varlığı anormal olurdu.
Burada şunu da söylemek mümkün: Evet bu zorunlu durum, Ümmet-i Muhammed'e bir "rahmet" olarak yansımıştır; bu doğrudur. Ama unutmayalım ki, bu bir "sonuç"tur. Yani mezhepler "Ümmet'e kolaylık olsun diye" özellikle oluşturulmuş değildir. Onların zorunlu varlığı, Ümmet'e kolaylık ve rahmet olarak yansımıştır…
Gülistan: Mezhepsizlik fikrinin kaynağı nedir? Bir mezhebe uymak zorunlu mudur? Muhakkik alimlerden Zahid Kevseri Hazretlerinin “Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür” sözünü açıklar mısınız?
Ebubekir Sifil: Aslına bakarsanız "Mezhepsizlik" diye bir şey yoktur. Mevcut mezheplerden birisini benimsemeyenlerin dahi bir mezhepleri olmak zorundadır ki bu, ya yeni ve müstakil bir mezheptir, ya da mevcut mezheplerin içtihadlarından meydana getirilen karma bir oluşumdur. Zira, birinci sorunun cevabını verirken mezhep olgusunun niçin "zorunlu" olduğunu belirtmiştik.
Mezhepsizlik Nedir?
O halde "mezhepsizlik" diye ifade edilen şey nedir? Bu sorunun en kestirme cevabı şudur: Mevcut mezheplerden birisiyle ameli kabul etmeyip, yeni bir oluşuma gitmek mezhepsizlik olarak ifade edilmektedir. Buradaki "yeni oluşum" eğer yeni ve müstakil bir mezhebi anlatıyorsa, söylenecek bir şey yoktur.
Bugün kendisini müstakil bir mezhep kuracak yetkinlikte, yani "mutlak müçtehid" olarak gören birileri varsa, tabii ki yeni bir mezhep tesis edebilirler. Ancak bunun bugün mümkün olmadığı ortadadır. Zira "yeni içtihad" çağrısı yaklaşık iki buçuk asırdır dile getiriliyor; buna rağmen ortaya yeni bir Usul-i Fıkıh konmuş değil! Usul-i Fıkıh olmadan mezhep olur mu? Mezhep dediğiniz yapı, Usul-i Fıkıh sistemi üzerine kurulur. Bu yoksa, o da yoktur.
Dolayısıyla geriye ikinci şık kalıyor: Mevcut mezheplerin içtihadlarından elde edilen "karma" bir mezhep. Bunun caiz olmadığını ise muhakkik alemler açıkça belirtmişlerdir.
Mezhepsizlik fikrinin kaynağı konusunda söylenebilecekler de iki başlık altında toplanabilir:
1. Doğrudan Kur'an ve Sünnet'le amel etme iddiası.
2. Mevcut mezheplerin içtihadlarının yetersiz/eskimiş olduğu ve yeni içtihadlar yapılması gerektiği düşüncesi.
Birinci düşünceyi benimseyenler, tamamen dinî endişelerle hareket ederler. Onlara göre mezhep imamlarının taklid edilmesi, kişiyi şirke kadar götüren gayri meşru bir tutumdur. Müslümanlar başkalarını taklid etmekle değil, Kur'an ve Sünnet'le amel etmekle mükelleftir.
Ne kadar iyi niyetle dile getirilirse getirilsin, bu düşüncenin, ayakları yere basan bir yaklaşımın ürünü olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira herkesin müçtehid olmasını istemek, herkesin doktor ya da avukat olmasını istemek kadar, hatta ondan daha fazla abestir, "uçuk"tur! Tarih içinde İbn Hazm, bilahare de eş-Şevkânî tarafından dillendirilen "taklidin haramlığı" iddiası, günümüz de de kendisine "Selefî" diyen bazı kardeşlerimiz tarafından tekrar edilmektedir.
İkinci yaklaşım ise dinin modernizasyonu/reformizasyonu düşüncesini savunanlar tarafından dile getirilmektedir. Onlara göre "Din" ile "Fıkıh" birbirinden ayrı şeylerdir. "Din", değişmezler sahasını oluştururken "Fıkıh" çerçevesine giren hususlar değişime tabidir; zaman ve zemine göre değişiklik gösterir.
Bu düşüncelerin her ikisi de "Fıkıh" sistemini, bilhassa Usul ve Kavaid sahalarını tam anlamıyla kavrayamamanın ya da dikkate almamanın ürünüdür. Zira Usul ve Kavaid'e hakkıyla işlerlik kazandırıldığında, Müslümanlar'ın çözemeyeceği, içinden çıkamayacağı mesele yoktur.
Bu saikle hareket edenlerin genellikle, "genellikle" diyorum, çünkü hepsini aynı kefede değerlendirmek doğru değildir, ideolojik bir zeminde, İslam'ı bir yerlere, bir şeylere uydurma çabasıyla hareket ettiği görülüyor. Ana dilde ibadet gibi, miras paylaşımı ve çok eşlilik gibi modern çağın değer yargılarına uymayan bütün ahkâmın red ve ilgasını hedefleyen bu yaklaşımın temsilcileri, genellikle dinin rasyonelleştirilmesi zemininde hareket eder; hadislerin reddi ya da en azından "hafife alınması", Kur'an ayetlerinin yorumunda keyfîlik… gibi tavırlarla dikkat çeker.
Allame Zâhid el-Kevserî merhumun "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür" sözü, Makâlât adlı eserinde yer alan bir makalenin başlığıdır. Gerçekten son derece hikmetli bir sözdür. Ne ifade ettiğine gelince, aşağıdaki adreslerde konuyla ilgili detaylı bilgi bulunmaktadır:
http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=dergi&no=21
http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=dergi&no=89
Özeti şudur; Mezheplerin reddi, onların üzerine oturduğu "Kur'an ve Sünnet telakkisinin" reddi anlamına gelmektedir ya da son tahlilde yolu oraya çıkmaktadır. Bu da sonuçta Kur'an ve Sünnet'in "delil", yani "yol gösterici, rehber" olmaktan çıkarılıp, çağa göre, insanların heva ve heveslerine göre yorumlanabilen nesneler haline dönüştürülmek istenmesiyle olmaktadır. Bir müslümanın Kur'an ve Sünnet'i bu konumda görmesi mümkün değildir. Zira bu iki kaynak çağa, ya da şunun bunun hevasına göre yorumlanmaz; onlara ittiba eder, tabi olur kurtulursunuz. Mesele bundan ibarettir!
Gülistan: Dört hak mezhep” nasıl belirlenmiştir? Bunların dışındaki mezheplerin konumunu izah edermisiniz.
Ebubekir Sifil: "Dört hak mezhep" tabiri, birinci sorunun cevabını verirken de işaret ettiğim gibi, bir çok mezhep içinden sadece dördünün usul'üyle, kaynakları ve ilkeleriyle bize kadar intikal etmesi sonucu, yani tarihî realitelerin sonucu olarak ortaya çıkmış bir tabirdir.
Ehl-i Sünnet çizgi içinde bu dördünden başka bu söylediğim çerçevede bize intikal etmiş başka bir mezhep yoktur. Bu cümleden olarak mesela Süfyan es-Sevrî'nin ya da el-Leys b. Sa'd'ın mezhebi de usul, kavaid, füruat ve kaynaklarıyla müesses olarak bize kadar sağlam bir şekilde gelmiş olsaydı, o zaman "Beş hak mezhep" ya da "Altı hak mezhep" tabirini kullanacaktık. Ama takdir-i ilahi, bu mezhepler içinden sadece dördünün yaşaması şeklinde tecelli etmiştir.
Ehl-i Sünnet çizgide bunların dışında ve bunların seviyesinde başka bir mezhebî oluşum yüzyıllardır mevcut olmamıştır. Şia'da ya da başka bid'at fırkalar bünyesinde bu türlü oluşumlar mevcut olabilir/olmuştur. Ama bunlar, kaynakları, Kur'an ve Sünnet anlayışları bakımından Ehl-i Sünnet'le farklılık arz ettiği için konu dışıdır.
Gizli Bid’at Ehli
Burada bir noktaya dikkat çekmeden geçmek eksiklik olacaktır; Ehl-i Sünnet bir toplumda yaşadığı halde, Ehl-i Sünnet'e aykırı itikadî bir çizgi benimseyen, fer'î alanda da birtakım yeni içtihadlarda bulunan, ama bütün bunları "yeni içtihad yapıyorum" ya da "Ehl-i Sünnet'i beğenmiyorum/yetersiz veya yanlış buluyorum" demeden yapan bazı kişilerin bulunduğuna bilhassa dikkat etmelidir.
Bunlar sizinle benimle aynı ortamları paylaşan, bizlerin okuduğu gazetelerde/dergilerde yazı yazan insanlardır. "Müslümanların mağduriyeti", "Filistin ve Çeçenistan sorunu", "Başörtüsü meselesi" gibi birtakım hassasiyetlerimizi de paylaşır, hatta sahiplenirler. Ama öte yandan gerek itikadî, gerek Fıkhî sahada tarih içinde var olmuş hiçbir İslamî oluşumun söylemediği şeyler söyler, fetvalar verirler. Ama nedense bunların varlığı kimseyi rahatsız etmez! İnsanımızın bu noktaya çok dikkat etmesi lazım.
Hak mezheplerin dışındakiler "bid'at" oluşumlardır. Kaynakları okuma biçimleri ve hüküm çıkartma tarzları Ehl-i Sünnet ile örtüşmez. Yani "Din tasavvurları" farklıdır. Dolayısıyla hemen yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım kimse ve kesimler de dahil olmak üzere, bu tarz yönelişlerin sahip ve temsilcilerinin söylemlerine -ne kadar süslü, cazip ve içten olursa olsun- aldanmamak durumundayız.
Gülistan: Fıkıhta değişen hayata ve zamana göre dört mezhep çizgisinin dışına çıkılması uygun mudur? Bu uygunluk aranmadan bu tür bir çıkış yapılsa sonuçları sizce ne olur ?
Ebubekir Sifil: Dört Mezheb'in usulleri iyi incelenirse görülecektir ki, hayatımızı İslamî kılmak için bu usuller fazlasıyla yeterlidir. Yeter ki bihakkın anlaşılsın ve işletilsin. Elbette mezheplerin içtihadları içinde, örfe dayanılarak verilmiş birtakım hükümler, örfün değişmesiyle değişecektir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken başlıca iki husus vardır:
1. Değişmesi gerektiği düşünülen hüküm, örfe binaen verilmiş olacaktır. Bundan emin olunmalıdır.
2. Onun yerine getirilecek hükmün dayanağını teşkil edecek olan yeni örfün de Edille-i Şer'iyye esasında sahih/muteber örf olması elzemdir.
Bu sadece bir örnektir ve konu üzerinde şüphesiz daha uzun boylu şeyler söylenebilir / söylenmelidir. Ancak bu söyleşi çerçevesinde tekraren vurgulamış olalım ki, Dört Mezheb'in ulemasının tesbit ettiği Usul ve Kavaid çerçevesinde çözüme kavuşturulamayacak problem yoktur.
Dört Mezheb'in dışına çıkılacak olursa ne olur? Usul-i Fıkıh ile İtikad arasında kopmaz bir ilişki vardır. Yani siz, Usul'de Ehl-i Sünnet, füruda Mu'tezilî ya da Modernist olamazsınız. Zira Mu'tezile'nin ve Modernizm'in kaynak/delil anlayışı, genel "Din" anlayışının dışında ve onunla irtibatsız değildir. Dolayısıyla Mu'tezile'nin fer'î çözümlerini benimsediğinizde Usul'ünü benimsemiş, dolayısıyla Din tasavvurunu paylaşmış olursunuz.
Günümüzde bu nokta çoğu zaman gözden kaçırılıyor. Dikkat etmek gerekir.
Kaynak: Gülistan Dergisi
78.Sayı-Haziren 2007
Konular
- İSLAMİ İLİMLERİN VARLIK SEBEBİ
- İslamda İlk Fitne
- MUCİZE NE DEMEKTİR?
- Muhammed Aleyhisselâmın Peygamber Olduğu İsbât Edilmektedir
- Kur'an-ı Kendilerine Göre Yorumlayanlar
- İslami İlimler, Medeniyet Ve Modernizm Üzerine
- Kur'an'da Vesile
- SALAVAT
- Salavat-ı şerife getirmenin 42 faydası
- Hz.Peygamber'in İdeal Modelliği
- BAŞÖRTÜSÜ YASAĞI
- EBÛ HANÎFE MÜDAFAALARI ARASINDA BİR BAŞYAPIT
- EBÛ HANÎFE MÜNAZARALARI
- KUTLU DOĞUM İTİRAZLARINI ÇÜRÜTEN BİR ESER
- YAKIN DÖNEM İLİM VE FİKİR ATLASI
- BÜTÜN ZAMANLARIN MÜCTEHİDİ:EBU HANİFE
- EBU HANİFE MÜDAFAASI (MUKADDİME-6)
- EBU HANİFE
- VELİLER VELİSİ İMAM-I RABBANİ
- ABD TARİHİNE DAMGASINI VURAN MÜSLÜMANLAR
- BATI'YA KARŞI ETKİLİ BİR GÜÇ:TASAVVUF
- MUSTAFA İSLAMOĞLU
- BİR BABANIN OĞLUNA NASIHATİ
- İslam başka din ve ideoloji mensuplarına benzemeyi yasaklamış mıdır? İslami kıyafet,şekil var mıdır?
- AVRUPA İSLAM'A KOŞUYOR,BİZ MANEVİ BUNALIMA!..
- Ebu Hüreyre'den Nurlu Öğütleri
- YUSUF EL-KARADÂVİ MEZHEPSİZ Mİ?
- KUR'AN'I KENDİLERİNE GÖRE YORUMLAYANLAR-2-
- MİRAC KANDİLİ
- TOLSTOY'UN GÖZÜYLE HZ.MUHAMMED (S.A.V)