EBU HANİFE
İCTİHADI ŞEHADETLE TAÇLANDIRAN MÜCTEHİT: EBU HANİFE
Adı, Numan… Sabit b. Zûta'nın oğlu...[1] Asıl itibariyle “Numan”, vücuda hayat veren kan demek. Bu yüzdendir ki, bazıları onu “ruh” diye de anlamlandırmaktadır. İmam-ı Azam’ın (r.a.) “Numan” adını almasına daha sonra üstleneceği vazife itibariyle bakıldığında görülmektedir ki O, fıkhın büyük üstadı olması hasebiyle vücuttaki kan gibidir. “Numan”ın “Nimet” kelimesinden türediği kabul edilirse bu takdirde anlam, “Allah Teala’nın kullarına nimeti” demek olur.[2] Çözüme kavuşturduğu meseleler noktasından bakıldığında, Onun ümmet için ne derece büyük bir nimet olduğu ortadadır.
Künyesi
Künyesi, Ebu Hanîfe’dir. Künye, “Hak dine meyleden kişi” anlamına gelen “Hanîf” kelimesinin müennes formudur. “Hanife” adında bir kızının olduğu, bu yüzden “Hanife’nin babası” anlamında Ebu Hanife diye anıldığı söylense de Onun Hammad’tan başka çocuğunun olmadığı kesindir. Bu yüzden künyenin birinci seçenekle irtibatlı olması güçlü bir ihtimaldir.
Nisbesi
Nisbesi hakkında farklı rivayetler vardır. Kumaş satmasından dolayı kendisine; ipek kumaş satan kişi anlamında “Hazzaz”[3] dendiği gibi, doğup büyüdüğü şehir olan Kûfe’ye nisbetle “Kûfi” de denmektedir. Dedesi Zûta’nın Benû Teymillah b. Sa’lebe’nin mevlası olması hasebiyle “Teymî” nisbesiyle de anıldığı bilinmektedir.[4]
Ebu Hanife’nin (r.a.) asıl itibariyle nereli olduğu noktasında farklı rivayetler vardır. Kaynaklarda Kabil, Babil, Nesa, Tirmiz ve Enbar şehirlerinin adı geçmektedir. Sirac el-Hindi, Ebu Hanife’nin nisbesiyle alakalı farklı rivayetlerin şu şekilde telfik edilebileceğini söylemektedir: Dedesi Kabil’dendir. Sonra sırasıyla Nesa ve Tirmiz’e gitmiştir. Ya da babası Tirmiz’de doğmuş, Enbar’da yetişmiştir.[5] Daha sonra Kûfe’ye gitmiş; Orada görüştüğü Hz. Ali (r.a.), nesline dua etmiştir.[6]
Kölelik İddiası
Emevi saltanatıyla birlikte insanları değerlendirmede dikkate alınan kriterler kısmen değişikliğe uğradı. Kimi zaman aslen Arap olmayan alimler, kimi zaman da neseplerinde kölelik bulunan fukaha dışlandı. Ne var ki tabiun dönemi fakihlerinin en meşhurları mevali (aslen Arap olmayanlar) idi.[7] Hişam b. Abdilmelik ile Ata arasında geçen şu konuşma hem kavmiyetçiliği teşhir etmekte, hem de büyük fakihlerin mevali olduklarını belgelemektedir. Hişam’ın şehir fakihlerinin milliyetleriyle alakalı sorduğu sorulara Ata şu şekilde cevap vermiştir: Medine fakihini sorarsan o, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın mevlası Nafi’dir. Mekke fakihi Ata b. Ebi Rebah, Yeman fakihi Tavus b. Keysan, Yemame fakihi Yahya b. Ebi Kesir, Şam fakihi Mekhul, Cezire fakihi Meymun b. Mihran, Horasan fakihi Dahhak b. Müzahim, Basra fakihleri Hasan Basri ve İbn Sirin, bunların tamamı mevalidir. Hiçbiri Arap değildir. Yalnızca Kûfe fakihi Nehai Arap’tır. Hişam’ın bu fotoğraf karşısındaki yorumu ilginçtir: “Neredeyse canım çıkacaktı. Hiç biri için Arap’tır demiyorsun.”[8]
Ebu Hanife (r.a.) Arap değildir. Fakat Arap olmaması atalarında köle olduğu anlamına gelmez. Bu noktadaki nakiller doğru bilgiyi yansıtmamaktadır. Nitekim torunu İsmail b. Hammad nesebini belirtirken “Ben Merzuban (sınır muhafızı) oğlu Numan oğlu Sabit oğlu Numan oğlu, Hammad oğlu İsmail” der ve yemin ederek atalarında kölelik bulunmadığını söylerdi.[9]
Muhammed Zahid Kevseri (r.a.) İsmail b. Hammad’ın ifadesinin Ebu Hanife’nin (r.a.) atalarının durumunu aydınlığa çıkarmada yegane referans olduğuna vurgu yapar. Kevseri’nin bu vurgusunda etkili olan unsur İsmail b. Hammad’ın adaletidir. Zira Muhammed b. Abdillah el-Ensari “Hz. Ömer devrinden bu güne kadar Basra kadılığına İsmail b. Hammad gibi birisi tayin edilmemiştir.” deyince, kendisine “Bu süreç içerisinde Basra’da kadılık yapan Hasan Basri’de mi?” diye sorulmuş, “Vallahi alim, zahit, abid ve vera sahibi biri olarak Hasan Basri de değil” diye mukabelede bulunmuştur.[10]
İslam’da insanların kıymetlendirilmesinde yegane ölçü takvadır. Allah Teala katında en üstün olan insan, en müttaki olan kuldur.[11] Allah Resulü (s.a.v.) de mazilerinde kölelik olan sahabileri yeri geldiğinde diğerlerinden daha önde tutmuştur. Selman-ı Farisi’yi Ehl-i Beyti’nden kabul etmiştir. O (s.a.v.) Bilal’i kendisine sırdaş edinirken amcası Ebu Leheb’i çevresinden uzak tutmuştur.[12] Bu tavrı muhkem kılma adına bir çok adım da atmıştır. Mesela büyük sahabilerin görev aldığı bir orduya baş kumandan olarak köle Zeyd. b. Harise’nin (r.a.) oğlu Usame’yi (r.a.) atamıştır.
Doğumu
Yaygın olan kabule göre İmam-ı Azam (r.a.) Abdulmelik b. Mervan’ın hilafeti zamanında Kûfe’de hicri 80 yılında dünyaya gelmiştir.[13] Fakat allame Kevseri, Bedruddin el-Ayni’nin Ebu Hanife’nin (r.a.) doğumuyla alakalı 61, 70, ve 80 olmak üzere üç farklı tarih rivayet ettiğini bildirdikten sonra farklı mütalaaları da dikkate alarak Ebu Hanife’nin (r.a.) doğumunun Hicri 70 yılına tekabül ettiğini tercihe şayan görür.[14] Bu durumda Ebu Hanife (r.a.) 150 yılında ahirete irtihal ettiğinde 70 değil, 80 yaşında olmaktadır.
İlk yılları
Kûfe’de dünyaya gelen Ebu Hanife (r.a.) ömrünün uzunca bir bölümünü bu şehirde geçirdi. İlk olarak baba mesleği ticaretle ilgilendi. Ömer b. Hureys caddesinde meşhur bir dükkanı vardı. Ticarette son derece güvenilirdi, kimseyi aldatmazdı. Öyle ki ipek borsasında kısa zamanda -bütün dokumacılar nezdinde- saygın bir yer edindi.[15]
Ortağı, kusurlu bir kumaşı, müşteriye sehven hatasını belirtmeden satınca, satılan kumaşın da içerisinde yer aldığı ticari eşyaların tamamının parasını sadaka olarak dağıttı. Dağıtılan malın değeri o zaman için büyük bir meblağ olan 30 bin dirheme tekabul etmekte idi. Gafil davranan ortağından da ayrıldı.[16] Zamanla ticareti genişledi, büyüdü, kendisine ait bir ipek dokuma atölyesi oldu. Yanında çok sayıda işçi çalıştı.
Şemaili
Ebu Hanife’nin (r.a.) akıcı bir dili, güçlü bir mantık örgüsü vardı. Sesi, kulağa hoş gelirdi. Kumraldı. Güzel yüzlü ve görünüşlü, temiz giyimliydi. Hoş bir kokusu vardı. O kadar ki, kokusundan Onun geldiği anlaşılırdı. Ebu Yusuf Onu (r.a.) vasf ederken şunları söylemektedir: “Ebu Hanife orta boyda idi; Ne kısa, ne de uzundu. Yaşadığı asırda mantık ve söz söylemede Onun üzerine kimse yoktu.”[17]
Takvası
Ebu Hanife (r.a.), zahit, muttaki, abid bir müçtehitti. Yahya el-Kattan diyor ki; “İmam-ı Azam’ın (r.a.) yüzüne bakıldığında Allah’tan korktuğu anlaşılırdı.”[18] Haram işleme endişesi Onu eritir-bitirirdi. Şüphe endişesiyle bir çok helali terk etmişti.[19]
Kûfe’nin koyunlarına, gasp edilen bir koyun karıştığı zaman konunun uzmanlarına “Bir koyunun ortalama kaç yıl yaşadığını” sordu. Yedi yıl cevabını alınca tam 7 yıl koyun eti yemedi.[20]
Yezid b. Harun’un anlattığı şu anekdot Onun (r.a.) şüpheden ne derece uzak durduğunu açık bir şekilde belgelemektedir: “Bir gün Ebu Hanife’yi (r.a.) birisinin kapsında güneşin altında otururken gördüm. ‘Ey Ebu Hanife! Gölgeye gitsen ya’ dedim. ‘Evin sahibinden alacağım var. Bu yüzden evinin avlusuna ait gölgede oturmayı hoş görmüyorum.’[21] dedi. Konuyla alakalı bir başka rivayete göre, evin duvarının gölgesinde oturmanın alacaktan kaynaklanan bir menfaat olabileceğini, bununda “menfaat temin eden her borç faizdir.” hadisinin kapsamına gireceğini söylediği mervidir. Bu hadisenin asıl ilginç olan boyutu ise, Ebu Hanife’nin bu duruşu insanlar için gerekli görmemesidir. O (r.a.), bu noktada şöyle demektedir: “Alim, insanlara fetva verdiği hususlardaki amelinde kendini insanlardan daha fazla sorumlu kılmalıdır.”[22]
Mekki b. İbrahim, “Kûfelilerle birlikte oldum; onlar içerisinde Ebu Hanife’den daha vera’ sahibi birini göremedim.” demektedir. [23]
Takvası, fetvasına da hakimdi. “İfta”yı zaruret gördüğünden yapmaktaydı. Nitekim şöyle demektedir: “Eğer ilmin yok olmasından korkmasaydım kimseye fetva vermezdim. Fetva, insanlar için selamet olurken bana ciddi manada sorumluluk yüklemektedir.”[24]
Yaşadığı devrin devlet adamları, hakkaniyete riayet etmediklerinden onların gönderdiği hediyeleri kabul etmezdi. Hapsedildiği günler oğlu Hammad’a şu meyanda bir haber göndermişti: “Yavrum! Aylık gıda harcamam, biri bulamaç, biri de ekmek için olmak üzere iki dirhemdir. Hükümetin bütçesinden yemek zorunda kalmamam için bu parayı bana göndermede acele et.”[25]
Teklif edilen kadılığı ve hazine bakanlığını reddetmesinin nedeni Allah korkusuydu. Halka zulmeden idareler altında İslam’a göre hükmedememekten endişe ettiğinden dolayı memurluğu kabul etmekten imtina etti. Ahirette verilecek cezadansa dünyadaki ezayı tercih etti.
Sadaka-Hediye Telakkisi
Ebu Hanife (r.a.) malı sanki tasadduk etmek için kazanırdı. Ebu Yusuf (r.a.) onun cömertliğini anlatırken şöyle der: “Kendisinden bir şey istenir istenmez onu hemen karşılardı.[26]
Asrının tanıkları, Ebu Hanife kadar cömert başka biriyle karşılaşmadıklarını söylerler. İnfak ederken insanların şahsiyetlerini yaralamamaya özen gösterirdi. Meclisinde oturan birine para verecekse, herkes dağılıncaya kadar ona oturmasını emreder, huzurda kimse kalmayınca tasaddukta bulunurdu. Hasan b. Ziyad naklediyor: “Ebu Hanife, onunla aynı meclisi paylaşan birinin üzerinde eski-püskü elbiseler gördü. Diğer insanlar ayrılıp gidinceye kadar adama oturmasını emretti. Herkes ayrıldı, adam tek kaldı; Ebu Hanife, seccadeyi kaldırıp altındakini almasını söyledi. Adam, seccadeyi kaldırdı altında tam bin dirhem vardı. Buyurdu ki: “Bu parayı al, onunla kıyafetlerini yenile.”[27] Eğer sadakayı evlere ulaştıracaksa gece havanın kararmasını, insanların istirahate çekilmesini bekler, tanınmaması için de yüzünü gözünü sarar, sırtında taşıdığı nevaleyi önceden tespit ettiği evlere bırakır-dönerdi. Eğer yardım edeceği kişiler ilim ehli iseler buna ayrı bir özen gösterirdi. Bu noktada Kays b. Rebi’ şunları nakletmektedir: “Ebu Hanife (r.a.) Bağdat’a ticaret mallarını gönderir, karşılığında ise değişik şeyler satın alır, Kûfe’ye getirtirdi. Bir yıl içinde bu mal transferinden biriken kârları toplar, onunla alimlerin yiyecek, giyecek gibi bütün ihtiyaçlarını satın alır, sonra kârdan geri kalan bakiyeyi ihtiyaç malları ile birlikte alimlere gönderirdi. Onlar hediyeyi kabul ederken eziklik hissetmesin diye şöyle derdi: “Parayı ihtiyaçlarınızı karşılamak için harcayın. Karşılığında ise sadece Allah Teala’ya hamd edin. Ben size malımdan değil, Allah Teala’nın sizin hakkınızda bana ihsan ettiği şeyden veriyorum. Bunlar Ebu Hanife’nin eli vesile kılınarak sizin ticari mallarınızdan doğan kârlardır.[28]
İmam-ı Azam’ın (r.a.) ilim ve takvasına hayran olanlardan Mis’ar b. Kidam diyor ki; “O kendisi ya da ailesi için giyecek, meyve ya da başka bir şey satın almadan önce bunların aynılarını alimler için satın alırdı.”[29]
Devlet adamlarının gönderdiği hediyeleri kabul etmezdi. İnsanlar kendisine hediye verdiğinde ise Sünnet’i ihlal etmemek için kabul eder fakat karşılığında kat kat ihsanda bulunurdu. Nitekim sevenlerinden biri kendisine hediye verince, o kişiyi ihsana boğdu. Bunun üzerine adam: “Eğer böyle yapacağınızı bilseydim size hediye vermezdim.” şeklinde serzenişte bulundu. Ebu Hanife (r.a.) adama böyle dememesini tembihledikten sonra şu hadisi okudu:[30] “Kim Allah’tan yardım talep ederek sizden sığınma isterse sıkıntısını giderin. Kim Allah’ın adını anarak bir şey isterse ism-i celalin hakkı için ona verin, kim sizi davet ederse (şer’i bir mani olmadığı müddetçe) davete gidin, kim size sözlü ya da fiili iyilikte bulunursa aynı şekilde ona iyilikte bulunun. Eğer hediye edecek mal cinsinden bir şey bulamazsanız size iyilikte bulunan kişi için, onun hakkını ödediğinize kanaat getirinceye kadar ona dua edin.”[31]
İbadet Hayatı
Ebu Hanife (r.a.) çok ibadet ederdi. Kûfe dahil civardaki bütün şehirlerde Onun gece boyu namaz kıldığı dilden dile dolaşmaktaydı. Muhammed el-Leysi, Kûfe’ye gelip halka “şehrin en abidi kimdir?” diye sorduğunda insanlar onu Ebu Hanife’ye yönlendirmişlerdi. el-Leysi yaşlılığında tekrar Kûfe’ye gidip halka “Şehrin en fakihi kimdir?” diye sorduğunda yine kendisine Ebu Hanife gösterilmişti.[32] Süfyan b. Uyeyne diyor ki; “Bizim yaşadığımız dönemde Mekke’ye Ebu Hanife’den daha fazla namaz kılan kimse gelmedi.”[33]
İmam-ı Azam (r.a.) geceleri uyumazdı. Namaz, dua ve yakarış ile meşgul olurdu.[34] Kırk yıl, yatsının abdestiyle sabah namazını kıldı. (Yani uyumayarak geceleri ihya etti.) Ebu Yusuf bu noktada şöyle bir nakilde bulunmaktadır: “İmam-ı Azam ile birlikte yürürken, iki kişiden birinin diğerine ‘Bu Ebu Hanife, gece hiç uyumaz.’ dediğini işitince bana; ‘Hakkımda yapmadığım bir şeyden bahsetmiyor.’ dedi.[35]
Ebu Hanife (r.a.) gece boyu kıldığı namazlarda Kur’an’ın tamamını bir rekatta hatmederdi. Onun bir gecede Kur’an’ı Kerim’i hatmetmesi Efendimiz’in (s.a.v.) Abdullah b. Amr’a üç günden daha az bir zamanda Kur’an’ı hatmetmeyi yasaklamasına aykırı değildir. Çünkü Allah Resulü’nün (s.a.v.) kısa zamanda hatmi uygun görmemesinden maksat anlayarak okumayı ihlal etmektir. Zira el-Müsned[36] ve dört Sünen'de[37] nakledildiğine göre Efendimiz (s.a.v), "Kur'an'ı üç günden az sürede okuyan, onu fıkhedemez" buyurmuştur. Ayrıca Kur'an'ı üç günde hatmetme konusunda izin isteyen Sa'd b. el-Münzir isimli sahabiye (r.a) de izin vermiştir.[38] Efendimiz’in (s.a.v.) Kur’an okumaya getirdiği sınır anlama merkezli olmasaydı Ebu Hanife’den (r.a.) önce Osman b. Affan, Temim ed-Dari, Saîd b. Cübeyr[39] gibi sahabe ve tabiunun büyükleri bir rekatta Kur’an-ı Kerim’i hatmetmezlerdi. Çünkü bunlar sınırlama ile alakalı hadisleri anlama ekseninde tefsir etmişlerdi.
Ebu Hanife’nin bir gecede Kur’an-ı Kerim’i hatmetmesini zaman mikyasında imkansız görmek de, meseleden bihaber olunduğunu ortaya koyar. Zira 1960’lı yıllara kadar İstanbul’da bazı camilerde Kadir geceleri teravih namazlarında Kur’an’ı Kerim hatmedilirdi.
Ebu Hanife (r.a.) Kur’an-ı Kerim okurken ayetler ruhunda hafakanlar oluşturur, yüksek sesle ağlardı. Bir gece namazda “Allah bize lutfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu.”[40] ayetini kıraat ederken dili takıldı, müezzin sabah ezanını okuyana kadar aynı yeri tekrar etti.[41] Yine bir yatsı sonrası kıldığı namazda “Bilakis kıyamet onlara vaat edilen asıl saattir ve o saat daha belalı ve daha acıdır.”[42] ayetine ulaştığında daha ileriye gidemedi ve sabaha kadar ağlayarak aynı ayeti okudu.[43]
Ebu Hanife (r.a.) bütün zamanlarını ibadete göre ayarlamıştı. Gündüzleri belli bir miktar uyur geri kalan vakitlerini ders ve ibadetle doldururdu. Söylenenleri teyit etme noktasında çağının tanıklarından Misar b. Kidam şunları nakletmektedir: “Ebu Hanife’ye mescidinde iken vardım. Sabah namazını kılıyordu. Sonra ders halkasına oturdu, dersi öğle namazına kadar devam etti. Namazı kıldı, tekrar derse oturdu. İkindiye kadar devam etti. Sonra ikindiyi kıldı, ardından akşama kadar ders okuttu. Sonra akşamı kıldı. Yatsıya kadar derse devam etti. Onu bu halde görünce kendi kendime şöyle dedim: “Ebu Hanife bu ders yoğunluğu içerisinde ne zaman kendini ibadete veriyor?” Gece boyu onu izlemeye karar verdim. İnsanlar istirahate çekilince, mescide geçti fecre kadar namaz kıldı. Sonra evine döndü. Ders elbiselerini giydi. Tekrar mescide dönüp sabah namazını kıldı. Namazdan sonra derse oturdu. İlk günkü gibi namaz vakitleri hariç ders okutmaya devam etti. Gece olup insanlar istirahate çekilince yine fecre kadar namaz kıldı. Sonraki gün ve geceler de aynı şekilde devam etti. Onu bu halde görünce kendi kendime karar verdim: “Ölüm bizi ayırıncaya kadar Ebu Hanife (r.a.) ile birlikte olacağım.”[44] Misar söylediği gibi yaptı; Ebu Hanife’nin mescidinde başı secdede iken ruhunu Allah Azze ve Celle’ye teslim etti.[45]
Ebu Hanife (r.a.) ilmi, ibadetle desteklerdi. Mesele düğümlendiğinde, kitaplar ve müzakereler çözümde yetersiz kaldığında namaza sığınırdı. Talebelerinin yüreklerine tevazuyu kazıyabilmek için de şöyle derdi: “Bu meselenin çözülememesi Ebu Hanife’nin işlediği bir günahtan dolayıdır.” İstiğfar eder, kalkar abdest alır, iki rekat namaz kılardı. Mesele hemen çözülürdü.[46]
Siyasi Duruşu
Ebu Hanife (r.a.) hayatının 52 yılını Emevi, 18 yılını da Abbasi idaresi altında geçirdi. İki İslam devleti gördü.[47] Ne var ki ikisi de Ona zulmetti.
Ebu Hanife (r.a.) hayatının hiçbir döneminde zalimlere dost olmadı. Emevilere baş kaldıran Hz. Ali (r.a.) neslinin yanında yer aldı. Onları, Abbasilere karşı olan mücadelelerinde de destekledi. Zeyd b. Ali’nin hicri 121 yılında Hişam b. Abdi’l-Melik’e karşı başlattığı ayaklanmayı Allah Resulü’nün (s.a.v.) Bedir’deki çıkışına benzetti. Kendisine niçin fiili olarak Zeyd b. Ali’nin yanında yer almadığı sorulduğunda ise, şöyle dedi: “Yanımda insanlara ait emanetler vardı. İbn Ebi Leyla’ya onları almasını teklif ettim, fakat kabul etmedi. O halde bilinmeyen bir yerde ölüp emanetlerin zayi olmasından korktum.” Yine rivayet edilir ki, İmam Azam (r.a.) benzer bir soruya; “İnsanların onu ataları gibi yalnız bırakmayacaklarına kanaat getirseydim mutlaka onunla birlikte cihat ederdim. Çünkü O, müminlerin gerçek imamıdır. Fiili olarak olmasa da malımla ona yardım ettim.”[48]
Ebu Hanife Emeviler'in İslam’ı temsil hakkına sahip olmadıklarına kesin bir şekilde inandığından onlara baş kaldıranları mali açıdan destekledi. Fakat gerek yukarıdaki gerekçeler gerekse de ehl-i hakkın başkaldırıda başarılı olamayıp Müslüman kanı akıtılmasına sebep olacağını bildiğinden fiili olarak bu nevi oluşumların içerisinde yer almadı.
Emevilere karşı yapılan başkaldırılara netice itibariyle bakıldığında Ebu Hanife’nin ne derece feraset sahibi olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Zeyd b. Ali 122’de, oğlu Yahya 125’de, Yahya’nın oğlu Abdullah da 130 yılında Emeviler tarafından şehit edilmiştir.[49]
ÇİLESİ
İmam Azam’a yapılan işkenceler yaşadığı dönemlere göre iki başlık altında toplanır. İlki Emevi Devlet Başkanı Mervan b. Muhammed’in Irak valisi İbn Hubeyre zamanında ikincisi ise Abbasiler dönemindedir.
Emevi Dönemi
İbn Hubeyre, Emevi Devleti aleyhine gelişen olaylara engel olabilmek için ulemayı kalkan olarak kullanmak istiyordu. Nitekim Irak bölgesi fakihlerinden İbn Ebi Leyla, İbn Şübrüme ve Davud b. Ebi Hind’i vilayete çağırarak her birine devlet idaresinde önemli görevler verdi. Vilayete gelmesi için Ebu Hanife’ye de haber gönderdi. Mührü Onun eline vermek istiyordu. Her emir Ebu Hanife’nin onayıyla yürürlüğe girecekti. İmam-ı Azam bu görevi kabul etmekten istinkaf etti. İbn Hubeyre kabul etmemesi durumunda Onu (r.a.) döveceğine yemin etti. Diğer fakihler araya girip görevi kabul etmesi için Ebu Hanife’ye baskı yaptılar. O, arkadaşlarına şöyle dedi: “Vali benden Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi basit bir işi talep etse onu dahi kabul etmezken nasıl olur da böyle bir teklife rıza gösterebilirim. O benden başını vuracağı bir adamın idam fermanını yazmamı isteyecek ben de buna onay vereceğim öyle mi? Allah’a yemin olsun ki, asla böyle bir sorumluluğun altına girmeyeceğim.” Bu cevap üzerine İbn Ebi Leyla diğer fakihlere: “Ebu Hanifeyi bırakın; O doğru söylüyor.” dedi.
Vali, Ebu Hanife’nin sağlam iradesi karşısında çaresiz kaldı. Onu, hapse atarak isteğini kabul ettirmeyi denedi. Cellatların kırbaç darbeleri başını şişirdi. Cellat vurmaktan usandı; Fakat İmam, zulme evet demeye yanaşmadı. O hala ilk durduğu yerdeydi; Vali ile arasında git-gel yapanlara: “Değil devlet idaresinde görev almak, caminin direklerini saymayı bile kabullenmem.” demeye devam ediyordu.
İbn Hubeyre, Ebu Hanife’ye, görevi kabul etmemesi durumunda ölünceye kadar başına kırbaç vuracağını söyledi. İmam-ı Azam tam bir kararlılıkla “O bir defalık ölümdür.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine vali başına yirmi kırbaç vurdu. İmam Azam valiye: “Allah Teala’nın huzurundaki yerini düşün, benim senin yanındaki durumumdan çok daha zelil olacaktır. ‘La ilahe illallah’ dediğimden dolayı beni tehdit etme. Allah sana benden soracak ve haktan başka hiçbir şeyi cevap olarak kabul etmeyecek.” dedi. Bu ifadeler üzerine İbn Hubeyre cellada kırbaçlamayı bırakmasını ima etti. Ebu Hanife dayak sonrası geceyi zindanda geçirdi. Sabah kalktığında aldığı darbelerden dolayı yüzü-gözü şişmişti. İbn Hubeyre o gece rüyasında Efendimiz’i (s.a.v.) gördü. Allah Resulü (s.a.v.) ona: “Allah’tan korkmuyor musun?! Ümmetimden birini suçsuz yere dövüyor ve tehdit ediyorsun.”[50] diye çıkıştı. Rüyadan ve İmam’ın kararlılığından etkilenen İbn Hubeyre arkadaşları ile istişare etmesi için tahliyesine emir verdi. Hapisten çıkınca atına bindi ve Mekke’ye gitti (h. 130). Abbasi Devleti kuruluncaya kadar orada ikamet etti. Ebu Cafer el-Mansur zamanında Kûfe’ye geri döndü[51] (h. 137).[52]
Abbasi Dönemi
Ebu Hanife (r.a.) Abbasi Devleti’nin kurulmasını heyacanla karşıladı. İnanıyordu ki, yapılan zulümler son bulacaktı. Bu yüzden Ebu’l-Abbas es-Seffah Kûfe’ye gelip alimleri kendisine biat etmeye çağırdığında Ebu Hanife meclisteki alimler adına söz alıp söyle demişti: “Devlet idaresini Allah Resulü’nün (s.a.v.) akrabalarına nasip eden, zalimlerin zulmünü üzerimizden kaldıran, dillerimize hakkı hakim kılan Allah Teala’ya hamd olsun. Allah’ın emri üzere sana biat ettik. Kıyamete kadar bu ahde sadık kalacağız. Rabbim, Efendimiz’in (s.a.v.) akrabalarını başımızdan eksik etmesin.”[53]
Zulme karşı hep hakkı müdafaa eden O büyük irade (r.a.) herkesin suküt ettiği bir anda nasıl ortaya çıkıp Abbasilere ilk biat eden kişi idiyse, Onların haktan ayrıldığı zaman da ilk uyarıcıları oldu. Dersleri esnasında konu siyasi hadiselerin tahlilini gerektirdiğinde çekinmeden Abbasilerin Hz. Ali (r.a.) çocuklarına yaptığı zulmü sorguladı. Hayatını tehlikeye atarak hakkı tutup kaldırdı.
Mansur’un hafiyeleri, büyük bir aksiyon adamı duruşuyla siyasi hayatı sorgulayan Ebu Hanife’nin her hareketini takibe aldı. Onu cezalandırmak için şartların oluşmasını gözlüyorlardı. Bağdat’ın inşa edilmeye başlaması iyi bir fırsat oldu. Halife, Ebu Hanife’ye (r.a.) yeni şehirde kadılık teklif etti. Fakat O, bu görevden imtina etti. Mansur hangi düzeyde olursa olsun Ebu Hanife’nin (r.a.) bürokraside görev almasında kararlıydı. Bunun üzerine Ebu Hanife (r.a.) Bağdat’ın müteahhitliğini kabul etti. O biliyordu ki, Mansur vazifeleri reddetmesi halinde boynunu vuracaktı. Müteahhitliği kadılığa tercih ederek haksız kararlara meşruiyet vermekten kendini korumuş oldu.
Mansur’un devlet idaresindeki zulmü arttıkça Ebu Hanife hususi dünyasına çekildi. Fakat ders halkasında müstebit idareyi tenkit etmekten de geri durmadı. Tam bu esnada Musul halkı isyan etti. Mansur isyancılara uygulanacak cezayı görüşmek üzere ulemayı saraya davet etti. Onlara Musul halkının –önceden- kendisine biat ettiklerini, isyan etmeleri durumunda kanlarının helal olacağını söylediklerini hatırlattı. Mansur, valisine isyan eden Musul halkını öldürmenin meşru olduğunu savunuyor, ulemadan da bu kararı onaylamalarını istiyordu. Mecliste bulunan alimler, “Eğer onları bağışlarsan affeden bir devlet adamı olursun; Yok eğer cezalandırırsan onlar bunu hak etmişlerdir.” dediler. Mansur, susarak fetvaya katılmadığını beyan eden Ebu Hanife’ye (r.a.) “Sen ne dersin Ey Üstat!” diye sordu. İmam-ı Azam:
- Musul halkı sana sahip olmadıkları bir şeyi (canlarını) helal kıldı. Mesela bir kadın nikahı kıyılmaksızın kendisi ile bir erkeğin cinsel ilişkiye girmesini mubah kılsa bu caiz midir?
-Hayır.
- İşte bunun gibi Musul halkının da canlarını helal kılma yetkileri yoktur.
Bu konuşma üzerine Mansur, Ebu Hanife ve diğer iki alime Bağdat’tan ayrılıp Kûfe’ye dönmelerini emretti.[54]
Abbasi Devleti bütün hafiyeleriyle ilmin muhkem kalesini takip altına aldı. Her ifadesi kayda geçirilip devletin ilgili birimlerine aktarıldı. Bütün bunlar olurken O (r.a.) gerek ders takririnde gerekse de iftasında hakikati söylemekten geri durmadı. Kûfe kadısı İbn Ebi Leyla’nın verdiği hükümleri tenkit etmekten çekinmedi.[55] İbn Ebi Leyla, ilmi açıdan karşılık veremediği -sahabe devri müstesna- bütün zamanların bu en büyük fakihine türlü desiselere baş vurarak eza et(tir)ti. Ebu Hanife (r.a.) Onun kendisine karşı olan tutumunu anlatırken şöyle demektedir: “İbn Ebi Leyla, benim bir hayvan hakkında helal görmediğim şeyi bana helal gördü.”[56] Yani haksız yere öldürülmeme cevaz verdi.
Vefatı
Ebu Hanife’nin (r.a.) mazlumlardan yana tavır alması siyasi iradeyi ciddi anlamda rahatsız etmekte idi. Fakat açıkça Ona tavır alamıyorlardı. Çünkü adı, civardaki bütün şehirlerde hayırla anılıyordu. Alimler, en müşkil meseleleri çözmesi için Ona getiriyorlardı. O sadece Kûfe’nin değil, bütün ümmetin fakihiydi. Bu yüzden Halife, Ebu Hanife’ye karşı tavır alışını birtakım gerekçelere bağlamak istiyordu. Bu çerçevede Ona (r.a.) yeni kurulan şehrin yani Bağdat’ın kadılığını teklif etti. Fakat Ebu Hanife bu görevi reddetti.[57] Halife, kadılığı kabul etmemesi durumunda kendisini hapsedeceğini ve ağır bir şekilde cezalandıracağını söyledi. O, kabul etmemede kararlılık gösterince hapse atıldı. Halife adamlarını cezaevine gönderip, isteğini kabul etmesi durumunda Onu serbest bırakacağını ve Ona ikramlarda bulunacağını söyledi. Fakat Ebu Hanife (r.a.) ilk görüşüne sadık kaldı. Bunun üzerine Halife, her gün çarşıya çıkarılmasını ve milletin huzurunda Ona on kırbaç vurulmasını emretti. [58] Bu durum 12 gün devam etti. Onardan toplam 120 kırbaç vuruldu.[59]
Halife tutuklu olduğu günlerde Ebu Hanife’yi (r.a.) tekrar sarayına çağırtarak kadılığı kabul-edip etmeyeceğini sordu. Ebu Hanife:
- Allah devlet başkanını ıslah etsin. Ben bu göreve layık değilim diyorum ya!
- Yalan söylüyorsun.
Halife ikinci defa Ebu Hanife’ye aynı teklifi yöneltti. Bunun üzerine İmam Azam: “Emiru’l-Müminin benim kadılığa layık olmadığımı itiraf etti. Çünkü beni yalancılıkla itham etti. Eğer yalancı isem bu işe liyakatim yok demektir. Eğer liyakatsizlik itirafında doğru söyledimse, devlet başkanına bildirdim ki, bu göreve layık değilim.”
Mansur her iki şıkkıyla hakikati ortaya koyan bu cevabı kabul etmedi. Ebu Hanife’yi tekrar cezaevine gönderdi.[60] Sahih olan görüşe göre İmam-ı Azam Hazretleri ahirete irtihal edinceye kadar zindanda kaldı. Öleceğini hissedince secdeye kapandı ve ruhunu secde halinde Allah Azze ve Celle’ye teslim etti.[61] İnsanlık tarihinin bu en büyük imamı (Sahabe devri istisna) ahirete irtihal ettiğinde takvim hicri 150 tarihini göstermekte idi.[62]
Bağdat’ın doğusunda gasp edilmemiş temiz bir yer olan Hayzurân kabristanlığına gömülmeyi vasiyet etmişti. O, bu duruşuyla, hediyelerini, makamlarını kabul etmediği zalimlerin gasbettikleri arazilerde de kalamayacağını ilan etti. Halife Mansur, İmam-ı Azam’ın vasiyetini işitince istemeyerek de olsa şöyle mırıldandı: “Ey Ebu Hanife! Diri ve ölü olduğun halde senin hakkında beni kim mazur görür?”[63]
Cenazesine elli binden fazla insan iştirak etti. Cenaze namazı altı defa kılındı sonuncusunu oğlu Hammad kıldırdı. Aşırı izdihamdan dolayı defni ancak ikindiden sonra mümkün oldu. Yirmi gün kabrinde cenaze namazı kılındı.[64]
Ebu Hanife’nin tekfin ve techizinde bizzat görev alan Abdullah b. Vakıd o günü özetlerken şunları naklediyor: “Ebu Hanife’yi Hasan b. Umâre yıkadı. Ben de su döktüm. Bedeni zayıftı. İbadet ve Allah yolunda gayret onu eritmişti. Hasan yıkama işini bitirince Ebu Hanife’nin bazı özelliklerini anlattı. Herkesi ağlattı. Naşı omuzlara alındığında öylesine muazzam bir durum oluştu ki, o günkünden daha fazla ağlayan insan görmedim.[65]
Hatime
Sefihler anlayamadıklarından, alimler hasetlerinden, devlet adamları zulmü İslam adına meşrulaştırmadığından Ona zulmetti. Sokaklarda milletin huzurunda kırbaçlandı; hakarete uğradı. Ders okutmasına, fetva vermesine engel olundu. Fakat metanetinden, azminden hiçbir şey kaybetmedi. Desiseler, komplolar cesaretini kıramadı. Zindanda kırbaç yemeyi bol paralı devlet memurluğuna tercih etti. Muhkem iradesi ile her şeyi kuvvet zanneden idarecileri şaşkına çevirdi.
Ömrü mücadele ile geçti. Hayatını ilim ve ibadete hasretti. Dünyada köprüden geçen bir yolcu gibi yaşadı. Ebu’l-Ahves Onun vakti kıymetlendirişini anlatırken şöyle demişti: “Ebu Hanife’ye üç güne kadar öleceksin dense idi yaptığı amelin üzerinde daha fazla bir ibadet yapamazdı.” Çünkü boş anı yoktu.[66] İlim onunla bereketlendi; Yeniden irfana dönüştü. Mücadele dolu hayatını en son şehadetle taçlandırdı.
-------------------------------------------------------
[1] Ebu Bekir Ahmed b. Ali Hatib el-Bağdadi, Tarihu Medineti’s-Selam, Daru’l-Ğarbi’l-İslami, Beyrut, 2001, XV, 446; İbn Kuteybe, Mearif, Daru’l-Mearif, Kahire, y., s. 490; Takıyyuddin b. Abdilkadir et-Temimi, Tabakatu’s-Seniyye fi Teracimi’l-Hanefiyye, Daru’r-Rufai, Riyad, 1983, I, 74; Şihabuddin Ahmed İbn Hacer el-Mekki, el-Hayratu’l-Hısan, Daru’l-Erkam, Beyrut, ty., s. 37.
[2] Bkz. İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 41.
[3] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446.
[4] Ebu Hatim Muhammed b. Hibban, el-Mecruhûn mine’l-Muhaddisin ve’z-Zuafa’i ve’l-Metrukin, Daru’l-Ma’rife, ty., s. III, 63; el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446..
[5] et-Temimi, a.g.e., I, 75.
[6] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 448; et-Temimi, a.g.e., I, 75.
[7] Mevali, Mevla kelimesinin çoğuludur. Burada Arap olmayan anlamında kullanılmaktadır.
[8] Muvaffak b. Ahmed el-Mekki, Menakibu Ebî Hanife, (Kerderi’nin Menakibi ile birlikte), Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1981, I, 12.
[9] et-Temimi, a.g.e., I, 75.
[10] Muhammed Zahid el-Kevseri, Fıkhu Ehli’l-Irak ve Hadisuhum, (Zeyla’î’nin Nasbu’r-Raye’si ile birlikte), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, I, 22.
[11] Kur’an, Hucurat(49): 13.
[12] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 11.
[13] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 10.
[14] Bkz. Kevseri, Te’nibu’l-Hatib, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, s. 31-32.
[15] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446.
[16] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85-6.
[17] el-Bağdadi, a.g.e., XV,
[18] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 482.
[19] Huseyin Saymeri, Ahbaru Ebi Hanife ve Ashabihi, Daru’l-Kutubi’l-Arabi, Beyrut, ty., s. 33.
[20] İbn Hacer, a.g.e., s. 85.
[21] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85.
[22] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85.
[23] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85.
[24] Saymeri, a.g.e., s. 34.
[25] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 87.
[26] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 494.
[27] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 494.
[28] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 493.
[29] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 83.
[30] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 84.
[31] Ebu Davud, Zekat 38, 1669.
[32] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 482.
[33] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 483.
[34] et-Temimi, a.g.e., I, 100.
[35] et-Temimi, a.g.e., I, 100.
[36] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 164.
[37] Ebû Dâvûd, Ramadân, 8-9; Tirmizî, Kur'ân, 11; Nesâî, es-Sünenu'l-Kübrâ, V, 25; İbn Mâce, İkâme, 178.
[38] et-Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, VI, 51.
[39] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 215; et-Temimi, a.g.e., I, 101; Konu ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Ebu Bekir Sifil, İmam Ebu Hanife ve Kur’an’ın Kısa Sürede Hatmi 1-2-3, Milli Gazate, 29-30-31 Ekim 2005.
[40] Kur’an, Tur(52): 27.
[41] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 76.
[42] Kur’an, Kamer(54): 46.
[43] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 76; et-Temimi, a.g.e., I, 102.
[44] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 487; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 75; et-Temimi, a.g.e., I, 100.
[45] ed-Temimi, a.g.e., I, 101.
[46] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s.79.
[47] Muhammed Ebu Zehre, Ebu Hanife Hayatuhu ve Asruhu- Arauhu ve Fıkhuhu, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire, 1997, s. 31.
[48] Ebu Zehre, a.g.e., s. 31.
[49] İbnü’l-Esir, el-Kamil, V, 122-130; Ebu Zehre, a.g.e., s. 32.
[50] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 274.
[51] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 276.
[52] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 51, (Dipnot no: 1).
[53] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 151.
[54] Ebu Zehre, a.g.e., s. 40-41.
[55] Ebu Zehre, a.g.e., s. 43.
[56] Ebu Zehre, a.g.e., s. 43.
[57] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 429.
[58] Kerderi, a. g.e., II, 299.
[59] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 433.
[60] et-Temimi, a.g.e., I, 105.
[61] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 442.
[62] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 126.
[63] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 127.
[64] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 127.
[65] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 433-4.
[66] Saymeri, a.g.e., s. 36; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 78.
Adı, Numan… Sabit b. Zûta'nın oğlu...[1] Asıl itibariyle “Numan”, vücuda hayat veren kan demek. Bu yüzdendir ki, bazıları onu “ruh” diye de anlamlandırmaktadır. İmam-ı Azam’ın (r.a.) “Numan” adını almasına daha sonra üstleneceği vazife itibariyle bakıldığında görülmektedir ki O, fıkhın büyük üstadı olması hasebiyle vücuttaki kan gibidir. “Numan”ın “Nimet” kelimesinden türediği kabul edilirse bu takdirde anlam, “Allah Teala’nın kullarına nimeti” demek olur.[2] Çözüme kavuşturduğu meseleler noktasından bakıldığında, Onun ümmet için ne derece büyük bir nimet olduğu ortadadır.
Künyesi
Künyesi, Ebu Hanîfe’dir. Künye, “Hak dine meyleden kişi” anlamına gelen “Hanîf” kelimesinin müennes formudur. “Hanife” adında bir kızının olduğu, bu yüzden “Hanife’nin babası” anlamında Ebu Hanife diye anıldığı söylense de Onun Hammad’tan başka çocuğunun olmadığı kesindir. Bu yüzden künyenin birinci seçenekle irtibatlı olması güçlü bir ihtimaldir.
Nisbesi
Nisbesi hakkında farklı rivayetler vardır. Kumaş satmasından dolayı kendisine; ipek kumaş satan kişi anlamında “Hazzaz”[3] dendiği gibi, doğup büyüdüğü şehir olan Kûfe’ye nisbetle “Kûfi” de denmektedir. Dedesi Zûta’nın Benû Teymillah b. Sa’lebe’nin mevlası olması hasebiyle “Teymî” nisbesiyle de anıldığı bilinmektedir.[4]
Ebu Hanife’nin (r.a.) asıl itibariyle nereli olduğu noktasında farklı rivayetler vardır. Kaynaklarda Kabil, Babil, Nesa, Tirmiz ve Enbar şehirlerinin adı geçmektedir. Sirac el-Hindi, Ebu Hanife’nin nisbesiyle alakalı farklı rivayetlerin şu şekilde telfik edilebileceğini söylemektedir: Dedesi Kabil’dendir. Sonra sırasıyla Nesa ve Tirmiz’e gitmiştir. Ya da babası Tirmiz’de doğmuş, Enbar’da yetişmiştir.[5] Daha sonra Kûfe’ye gitmiş; Orada görüştüğü Hz. Ali (r.a.), nesline dua etmiştir.[6]
Kölelik İddiası
Emevi saltanatıyla birlikte insanları değerlendirmede dikkate alınan kriterler kısmen değişikliğe uğradı. Kimi zaman aslen Arap olmayan alimler, kimi zaman da neseplerinde kölelik bulunan fukaha dışlandı. Ne var ki tabiun dönemi fakihlerinin en meşhurları mevali (aslen Arap olmayanlar) idi.[7] Hişam b. Abdilmelik ile Ata arasında geçen şu konuşma hem kavmiyetçiliği teşhir etmekte, hem de büyük fakihlerin mevali olduklarını belgelemektedir. Hişam’ın şehir fakihlerinin milliyetleriyle alakalı sorduğu sorulara Ata şu şekilde cevap vermiştir: Medine fakihini sorarsan o, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın mevlası Nafi’dir. Mekke fakihi Ata b. Ebi Rebah, Yeman fakihi Tavus b. Keysan, Yemame fakihi Yahya b. Ebi Kesir, Şam fakihi Mekhul, Cezire fakihi Meymun b. Mihran, Horasan fakihi Dahhak b. Müzahim, Basra fakihleri Hasan Basri ve İbn Sirin, bunların tamamı mevalidir. Hiçbiri Arap değildir. Yalnızca Kûfe fakihi Nehai Arap’tır. Hişam’ın bu fotoğraf karşısındaki yorumu ilginçtir: “Neredeyse canım çıkacaktı. Hiç biri için Arap’tır demiyorsun.”[8]
Ebu Hanife (r.a.) Arap değildir. Fakat Arap olmaması atalarında köle olduğu anlamına gelmez. Bu noktadaki nakiller doğru bilgiyi yansıtmamaktadır. Nitekim torunu İsmail b. Hammad nesebini belirtirken “Ben Merzuban (sınır muhafızı) oğlu Numan oğlu Sabit oğlu Numan oğlu, Hammad oğlu İsmail” der ve yemin ederek atalarında kölelik bulunmadığını söylerdi.[9]
Muhammed Zahid Kevseri (r.a.) İsmail b. Hammad’ın ifadesinin Ebu Hanife’nin (r.a.) atalarının durumunu aydınlığa çıkarmada yegane referans olduğuna vurgu yapar. Kevseri’nin bu vurgusunda etkili olan unsur İsmail b. Hammad’ın adaletidir. Zira Muhammed b. Abdillah el-Ensari “Hz. Ömer devrinden bu güne kadar Basra kadılığına İsmail b. Hammad gibi birisi tayin edilmemiştir.” deyince, kendisine “Bu süreç içerisinde Basra’da kadılık yapan Hasan Basri’de mi?” diye sorulmuş, “Vallahi alim, zahit, abid ve vera sahibi biri olarak Hasan Basri de değil” diye mukabelede bulunmuştur.[10]
İslam’da insanların kıymetlendirilmesinde yegane ölçü takvadır. Allah Teala katında en üstün olan insan, en müttaki olan kuldur.[11] Allah Resulü (s.a.v.) de mazilerinde kölelik olan sahabileri yeri geldiğinde diğerlerinden daha önde tutmuştur. Selman-ı Farisi’yi Ehl-i Beyti’nden kabul etmiştir. O (s.a.v.) Bilal’i kendisine sırdaş edinirken amcası Ebu Leheb’i çevresinden uzak tutmuştur.[12] Bu tavrı muhkem kılma adına bir çok adım da atmıştır. Mesela büyük sahabilerin görev aldığı bir orduya baş kumandan olarak köle Zeyd. b. Harise’nin (r.a.) oğlu Usame’yi (r.a.) atamıştır.
Doğumu
Yaygın olan kabule göre İmam-ı Azam (r.a.) Abdulmelik b. Mervan’ın hilafeti zamanında Kûfe’de hicri 80 yılında dünyaya gelmiştir.[13] Fakat allame Kevseri, Bedruddin el-Ayni’nin Ebu Hanife’nin (r.a.) doğumuyla alakalı 61, 70, ve 80 olmak üzere üç farklı tarih rivayet ettiğini bildirdikten sonra farklı mütalaaları da dikkate alarak Ebu Hanife’nin (r.a.) doğumunun Hicri 70 yılına tekabül ettiğini tercihe şayan görür.[14] Bu durumda Ebu Hanife (r.a.) 150 yılında ahirete irtihal ettiğinde 70 değil, 80 yaşında olmaktadır.
İlk yılları
Kûfe’de dünyaya gelen Ebu Hanife (r.a.) ömrünün uzunca bir bölümünü bu şehirde geçirdi. İlk olarak baba mesleği ticaretle ilgilendi. Ömer b. Hureys caddesinde meşhur bir dükkanı vardı. Ticarette son derece güvenilirdi, kimseyi aldatmazdı. Öyle ki ipek borsasında kısa zamanda -bütün dokumacılar nezdinde- saygın bir yer edindi.[15]
Ortağı, kusurlu bir kumaşı, müşteriye sehven hatasını belirtmeden satınca, satılan kumaşın da içerisinde yer aldığı ticari eşyaların tamamının parasını sadaka olarak dağıttı. Dağıtılan malın değeri o zaman için büyük bir meblağ olan 30 bin dirheme tekabul etmekte idi. Gafil davranan ortağından da ayrıldı.[16] Zamanla ticareti genişledi, büyüdü, kendisine ait bir ipek dokuma atölyesi oldu. Yanında çok sayıda işçi çalıştı.
Şemaili
Ebu Hanife’nin (r.a.) akıcı bir dili, güçlü bir mantık örgüsü vardı. Sesi, kulağa hoş gelirdi. Kumraldı. Güzel yüzlü ve görünüşlü, temiz giyimliydi. Hoş bir kokusu vardı. O kadar ki, kokusundan Onun geldiği anlaşılırdı. Ebu Yusuf Onu (r.a.) vasf ederken şunları söylemektedir: “Ebu Hanife orta boyda idi; Ne kısa, ne de uzundu. Yaşadığı asırda mantık ve söz söylemede Onun üzerine kimse yoktu.”[17]
Takvası
Ebu Hanife (r.a.), zahit, muttaki, abid bir müçtehitti. Yahya el-Kattan diyor ki; “İmam-ı Azam’ın (r.a.) yüzüne bakıldığında Allah’tan korktuğu anlaşılırdı.”[18] Haram işleme endişesi Onu eritir-bitirirdi. Şüphe endişesiyle bir çok helali terk etmişti.[19]
Kûfe’nin koyunlarına, gasp edilen bir koyun karıştığı zaman konunun uzmanlarına “Bir koyunun ortalama kaç yıl yaşadığını” sordu. Yedi yıl cevabını alınca tam 7 yıl koyun eti yemedi.[20]
Yezid b. Harun’un anlattığı şu anekdot Onun (r.a.) şüpheden ne derece uzak durduğunu açık bir şekilde belgelemektedir: “Bir gün Ebu Hanife’yi (r.a.) birisinin kapsında güneşin altında otururken gördüm. ‘Ey Ebu Hanife! Gölgeye gitsen ya’ dedim. ‘Evin sahibinden alacağım var. Bu yüzden evinin avlusuna ait gölgede oturmayı hoş görmüyorum.’[21] dedi. Konuyla alakalı bir başka rivayete göre, evin duvarının gölgesinde oturmanın alacaktan kaynaklanan bir menfaat olabileceğini, bununda “menfaat temin eden her borç faizdir.” hadisinin kapsamına gireceğini söylediği mervidir. Bu hadisenin asıl ilginç olan boyutu ise, Ebu Hanife’nin bu duruşu insanlar için gerekli görmemesidir. O (r.a.), bu noktada şöyle demektedir: “Alim, insanlara fetva verdiği hususlardaki amelinde kendini insanlardan daha fazla sorumlu kılmalıdır.”[22]
Mekki b. İbrahim, “Kûfelilerle birlikte oldum; onlar içerisinde Ebu Hanife’den daha vera’ sahibi birini göremedim.” demektedir. [23]
Takvası, fetvasına da hakimdi. “İfta”yı zaruret gördüğünden yapmaktaydı. Nitekim şöyle demektedir: “Eğer ilmin yok olmasından korkmasaydım kimseye fetva vermezdim. Fetva, insanlar için selamet olurken bana ciddi manada sorumluluk yüklemektedir.”[24]
Yaşadığı devrin devlet adamları, hakkaniyete riayet etmediklerinden onların gönderdiği hediyeleri kabul etmezdi. Hapsedildiği günler oğlu Hammad’a şu meyanda bir haber göndermişti: “Yavrum! Aylık gıda harcamam, biri bulamaç, biri de ekmek için olmak üzere iki dirhemdir. Hükümetin bütçesinden yemek zorunda kalmamam için bu parayı bana göndermede acele et.”[25]
Teklif edilen kadılığı ve hazine bakanlığını reddetmesinin nedeni Allah korkusuydu. Halka zulmeden idareler altında İslam’a göre hükmedememekten endişe ettiğinden dolayı memurluğu kabul etmekten imtina etti. Ahirette verilecek cezadansa dünyadaki ezayı tercih etti.
Sadaka-Hediye Telakkisi
Ebu Hanife (r.a.) malı sanki tasadduk etmek için kazanırdı. Ebu Yusuf (r.a.) onun cömertliğini anlatırken şöyle der: “Kendisinden bir şey istenir istenmez onu hemen karşılardı.[26]
Asrının tanıkları, Ebu Hanife kadar cömert başka biriyle karşılaşmadıklarını söylerler. İnfak ederken insanların şahsiyetlerini yaralamamaya özen gösterirdi. Meclisinde oturan birine para verecekse, herkes dağılıncaya kadar ona oturmasını emreder, huzurda kimse kalmayınca tasaddukta bulunurdu. Hasan b. Ziyad naklediyor: “Ebu Hanife, onunla aynı meclisi paylaşan birinin üzerinde eski-püskü elbiseler gördü. Diğer insanlar ayrılıp gidinceye kadar adama oturmasını emretti. Herkes ayrıldı, adam tek kaldı; Ebu Hanife, seccadeyi kaldırıp altındakini almasını söyledi. Adam, seccadeyi kaldırdı altında tam bin dirhem vardı. Buyurdu ki: “Bu parayı al, onunla kıyafetlerini yenile.”[27] Eğer sadakayı evlere ulaştıracaksa gece havanın kararmasını, insanların istirahate çekilmesini bekler, tanınmaması için de yüzünü gözünü sarar, sırtında taşıdığı nevaleyi önceden tespit ettiği evlere bırakır-dönerdi. Eğer yardım edeceği kişiler ilim ehli iseler buna ayrı bir özen gösterirdi. Bu noktada Kays b. Rebi’ şunları nakletmektedir: “Ebu Hanife (r.a.) Bağdat’a ticaret mallarını gönderir, karşılığında ise değişik şeyler satın alır, Kûfe’ye getirtirdi. Bir yıl içinde bu mal transferinden biriken kârları toplar, onunla alimlerin yiyecek, giyecek gibi bütün ihtiyaçlarını satın alır, sonra kârdan geri kalan bakiyeyi ihtiyaç malları ile birlikte alimlere gönderirdi. Onlar hediyeyi kabul ederken eziklik hissetmesin diye şöyle derdi: “Parayı ihtiyaçlarınızı karşılamak için harcayın. Karşılığında ise sadece Allah Teala’ya hamd edin. Ben size malımdan değil, Allah Teala’nın sizin hakkınızda bana ihsan ettiği şeyden veriyorum. Bunlar Ebu Hanife’nin eli vesile kılınarak sizin ticari mallarınızdan doğan kârlardır.[28]
İmam-ı Azam’ın (r.a.) ilim ve takvasına hayran olanlardan Mis’ar b. Kidam diyor ki; “O kendisi ya da ailesi için giyecek, meyve ya da başka bir şey satın almadan önce bunların aynılarını alimler için satın alırdı.”[29]
Devlet adamlarının gönderdiği hediyeleri kabul etmezdi. İnsanlar kendisine hediye verdiğinde ise Sünnet’i ihlal etmemek için kabul eder fakat karşılığında kat kat ihsanda bulunurdu. Nitekim sevenlerinden biri kendisine hediye verince, o kişiyi ihsana boğdu. Bunun üzerine adam: “Eğer böyle yapacağınızı bilseydim size hediye vermezdim.” şeklinde serzenişte bulundu. Ebu Hanife (r.a.) adama böyle dememesini tembihledikten sonra şu hadisi okudu:[30] “Kim Allah’tan yardım talep ederek sizden sığınma isterse sıkıntısını giderin. Kim Allah’ın adını anarak bir şey isterse ism-i celalin hakkı için ona verin, kim sizi davet ederse (şer’i bir mani olmadığı müddetçe) davete gidin, kim size sözlü ya da fiili iyilikte bulunursa aynı şekilde ona iyilikte bulunun. Eğer hediye edecek mal cinsinden bir şey bulamazsanız size iyilikte bulunan kişi için, onun hakkını ödediğinize kanaat getirinceye kadar ona dua edin.”[31]
İbadet Hayatı
Ebu Hanife (r.a.) çok ibadet ederdi. Kûfe dahil civardaki bütün şehirlerde Onun gece boyu namaz kıldığı dilden dile dolaşmaktaydı. Muhammed el-Leysi, Kûfe’ye gelip halka “şehrin en abidi kimdir?” diye sorduğunda insanlar onu Ebu Hanife’ye yönlendirmişlerdi. el-Leysi yaşlılığında tekrar Kûfe’ye gidip halka “Şehrin en fakihi kimdir?” diye sorduğunda yine kendisine Ebu Hanife gösterilmişti.[32] Süfyan b. Uyeyne diyor ki; “Bizim yaşadığımız dönemde Mekke’ye Ebu Hanife’den daha fazla namaz kılan kimse gelmedi.”[33]
İmam-ı Azam (r.a.) geceleri uyumazdı. Namaz, dua ve yakarış ile meşgul olurdu.[34] Kırk yıl, yatsının abdestiyle sabah namazını kıldı. (Yani uyumayarak geceleri ihya etti.) Ebu Yusuf bu noktada şöyle bir nakilde bulunmaktadır: “İmam-ı Azam ile birlikte yürürken, iki kişiden birinin diğerine ‘Bu Ebu Hanife, gece hiç uyumaz.’ dediğini işitince bana; ‘Hakkımda yapmadığım bir şeyden bahsetmiyor.’ dedi.[35]
Ebu Hanife (r.a.) gece boyu kıldığı namazlarda Kur’an’ın tamamını bir rekatta hatmederdi. Onun bir gecede Kur’an’ı Kerim’i hatmetmesi Efendimiz’in (s.a.v.) Abdullah b. Amr’a üç günden daha az bir zamanda Kur’an’ı hatmetmeyi yasaklamasına aykırı değildir. Çünkü Allah Resulü’nün (s.a.v.) kısa zamanda hatmi uygun görmemesinden maksat anlayarak okumayı ihlal etmektir. Zira el-Müsned[36] ve dört Sünen'de[37] nakledildiğine göre Efendimiz (s.a.v), "Kur'an'ı üç günden az sürede okuyan, onu fıkhedemez" buyurmuştur. Ayrıca Kur'an'ı üç günde hatmetme konusunda izin isteyen Sa'd b. el-Münzir isimli sahabiye (r.a) de izin vermiştir.[38] Efendimiz’in (s.a.v.) Kur’an okumaya getirdiği sınır anlama merkezli olmasaydı Ebu Hanife’den (r.a.) önce Osman b. Affan, Temim ed-Dari, Saîd b. Cübeyr[39] gibi sahabe ve tabiunun büyükleri bir rekatta Kur’an-ı Kerim’i hatmetmezlerdi. Çünkü bunlar sınırlama ile alakalı hadisleri anlama ekseninde tefsir etmişlerdi.
Ebu Hanife’nin bir gecede Kur’an-ı Kerim’i hatmetmesini zaman mikyasında imkansız görmek de, meseleden bihaber olunduğunu ortaya koyar. Zira 1960’lı yıllara kadar İstanbul’da bazı camilerde Kadir geceleri teravih namazlarında Kur’an’ı Kerim hatmedilirdi.
Ebu Hanife (r.a.) Kur’an-ı Kerim okurken ayetler ruhunda hafakanlar oluşturur, yüksek sesle ağlardı. Bir gece namazda “Allah bize lutfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu.”[40] ayetini kıraat ederken dili takıldı, müezzin sabah ezanını okuyana kadar aynı yeri tekrar etti.[41] Yine bir yatsı sonrası kıldığı namazda “Bilakis kıyamet onlara vaat edilen asıl saattir ve o saat daha belalı ve daha acıdır.”[42] ayetine ulaştığında daha ileriye gidemedi ve sabaha kadar ağlayarak aynı ayeti okudu.[43]
Ebu Hanife (r.a.) bütün zamanlarını ibadete göre ayarlamıştı. Gündüzleri belli bir miktar uyur geri kalan vakitlerini ders ve ibadetle doldururdu. Söylenenleri teyit etme noktasında çağının tanıklarından Misar b. Kidam şunları nakletmektedir: “Ebu Hanife’ye mescidinde iken vardım. Sabah namazını kılıyordu. Sonra ders halkasına oturdu, dersi öğle namazına kadar devam etti. Namazı kıldı, tekrar derse oturdu. İkindiye kadar devam etti. Sonra ikindiyi kıldı, ardından akşama kadar ders okuttu. Sonra akşamı kıldı. Yatsıya kadar derse devam etti. Onu bu halde görünce kendi kendime şöyle dedim: “Ebu Hanife bu ders yoğunluğu içerisinde ne zaman kendini ibadete veriyor?” Gece boyu onu izlemeye karar verdim. İnsanlar istirahate çekilince, mescide geçti fecre kadar namaz kıldı. Sonra evine döndü. Ders elbiselerini giydi. Tekrar mescide dönüp sabah namazını kıldı. Namazdan sonra derse oturdu. İlk günkü gibi namaz vakitleri hariç ders okutmaya devam etti. Gece olup insanlar istirahate çekilince yine fecre kadar namaz kıldı. Sonraki gün ve geceler de aynı şekilde devam etti. Onu bu halde görünce kendi kendime karar verdim: “Ölüm bizi ayırıncaya kadar Ebu Hanife (r.a.) ile birlikte olacağım.”[44] Misar söylediği gibi yaptı; Ebu Hanife’nin mescidinde başı secdede iken ruhunu Allah Azze ve Celle’ye teslim etti.[45]
Ebu Hanife (r.a.) ilmi, ibadetle desteklerdi. Mesele düğümlendiğinde, kitaplar ve müzakereler çözümde yetersiz kaldığında namaza sığınırdı. Talebelerinin yüreklerine tevazuyu kazıyabilmek için de şöyle derdi: “Bu meselenin çözülememesi Ebu Hanife’nin işlediği bir günahtan dolayıdır.” İstiğfar eder, kalkar abdest alır, iki rekat namaz kılardı. Mesele hemen çözülürdü.[46]
Siyasi Duruşu
Ebu Hanife (r.a.) hayatının 52 yılını Emevi, 18 yılını da Abbasi idaresi altında geçirdi. İki İslam devleti gördü.[47] Ne var ki ikisi de Ona zulmetti.
Ebu Hanife (r.a.) hayatının hiçbir döneminde zalimlere dost olmadı. Emevilere baş kaldıran Hz. Ali (r.a.) neslinin yanında yer aldı. Onları, Abbasilere karşı olan mücadelelerinde de destekledi. Zeyd b. Ali’nin hicri 121 yılında Hişam b. Abdi’l-Melik’e karşı başlattığı ayaklanmayı Allah Resulü’nün (s.a.v.) Bedir’deki çıkışına benzetti. Kendisine niçin fiili olarak Zeyd b. Ali’nin yanında yer almadığı sorulduğunda ise, şöyle dedi: “Yanımda insanlara ait emanetler vardı. İbn Ebi Leyla’ya onları almasını teklif ettim, fakat kabul etmedi. O halde bilinmeyen bir yerde ölüp emanetlerin zayi olmasından korktum.” Yine rivayet edilir ki, İmam Azam (r.a.) benzer bir soruya; “İnsanların onu ataları gibi yalnız bırakmayacaklarına kanaat getirseydim mutlaka onunla birlikte cihat ederdim. Çünkü O, müminlerin gerçek imamıdır. Fiili olarak olmasa da malımla ona yardım ettim.”[48]
Ebu Hanife Emeviler'in İslam’ı temsil hakkına sahip olmadıklarına kesin bir şekilde inandığından onlara baş kaldıranları mali açıdan destekledi. Fakat gerek yukarıdaki gerekçeler gerekse de ehl-i hakkın başkaldırıda başarılı olamayıp Müslüman kanı akıtılmasına sebep olacağını bildiğinden fiili olarak bu nevi oluşumların içerisinde yer almadı.
Emevilere karşı yapılan başkaldırılara netice itibariyle bakıldığında Ebu Hanife’nin ne derece feraset sahibi olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Zeyd b. Ali 122’de, oğlu Yahya 125’de, Yahya’nın oğlu Abdullah da 130 yılında Emeviler tarafından şehit edilmiştir.[49]
ÇİLESİ
İmam Azam’a yapılan işkenceler yaşadığı dönemlere göre iki başlık altında toplanır. İlki Emevi Devlet Başkanı Mervan b. Muhammed’in Irak valisi İbn Hubeyre zamanında ikincisi ise Abbasiler dönemindedir.
Emevi Dönemi
İbn Hubeyre, Emevi Devleti aleyhine gelişen olaylara engel olabilmek için ulemayı kalkan olarak kullanmak istiyordu. Nitekim Irak bölgesi fakihlerinden İbn Ebi Leyla, İbn Şübrüme ve Davud b. Ebi Hind’i vilayete çağırarak her birine devlet idaresinde önemli görevler verdi. Vilayete gelmesi için Ebu Hanife’ye de haber gönderdi. Mührü Onun eline vermek istiyordu. Her emir Ebu Hanife’nin onayıyla yürürlüğe girecekti. İmam-ı Azam bu görevi kabul etmekten istinkaf etti. İbn Hubeyre kabul etmemesi durumunda Onu (r.a.) döveceğine yemin etti. Diğer fakihler araya girip görevi kabul etmesi için Ebu Hanife’ye baskı yaptılar. O, arkadaşlarına şöyle dedi: “Vali benden Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi basit bir işi talep etse onu dahi kabul etmezken nasıl olur da böyle bir teklife rıza gösterebilirim. O benden başını vuracağı bir adamın idam fermanını yazmamı isteyecek ben de buna onay vereceğim öyle mi? Allah’a yemin olsun ki, asla böyle bir sorumluluğun altına girmeyeceğim.” Bu cevap üzerine İbn Ebi Leyla diğer fakihlere: “Ebu Hanifeyi bırakın; O doğru söylüyor.” dedi.
Vali, Ebu Hanife’nin sağlam iradesi karşısında çaresiz kaldı. Onu, hapse atarak isteğini kabul ettirmeyi denedi. Cellatların kırbaç darbeleri başını şişirdi. Cellat vurmaktan usandı; Fakat İmam, zulme evet demeye yanaşmadı. O hala ilk durduğu yerdeydi; Vali ile arasında git-gel yapanlara: “Değil devlet idaresinde görev almak, caminin direklerini saymayı bile kabullenmem.” demeye devam ediyordu.
İbn Hubeyre, Ebu Hanife’ye, görevi kabul etmemesi durumunda ölünceye kadar başına kırbaç vuracağını söyledi. İmam-ı Azam tam bir kararlılıkla “O bir defalık ölümdür.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine vali başına yirmi kırbaç vurdu. İmam Azam valiye: “Allah Teala’nın huzurundaki yerini düşün, benim senin yanındaki durumumdan çok daha zelil olacaktır. ‘La ilahe illallah’ dediğimden dolayı beni tehdit etme. Allah sana benden soracak ve haktan başka hiçbir şeyi cevap olarak kabul etmeyecek.” dedi. Bu ifadeler üzerine İbn Hubeyre cellada kırbaçlamayı bırakmasını ima etti. Ebu Hanife dayak sonrası geceyi zindanda geçirdi. Sabah kalktığında aldığı darbelerden dolayı yüzü-gözü şişmişti. İbn Hubeyre o gece rüyasında Efendimiz’i (s.a.v.) gördü. Allah Resulü (s.a.v.) ona: “Allah’tan korkmuyor musun?! Ümmetimden birini suçsuz yere dövüyor ve tehdit ediyorsun.”[50] diye çıkıştı. Rüyadan ve İmam’ın kararlılığından etkilenen İbn Hubeyre arkadaşları ile istişare etmesi için tahliyesine emir verdi. Hapisten çıkınca atına bindi ve Mekke’ye gitti (h. 130). Abbasi Devleti kuruluncaya kadar orada ikamet etti. Ebu Cafer el-Mansur zamanında Kûfe’ye geri döndü[51] (h. 137).[52]
Abbasi Dönemi
Ebu Hanife (r.a.) Abbasi Devleti’nin kurulmasını heyacanla karşıladı. İnanıyordu ki, yapılan zulümler son bulacaktı. Bu yüzden Ebu’l-Abbas es-Seffah Kûfe’ye gelip alimleri kendisine biat etmeye çağırdığında Ebu Hanife meclisteki alimler adına söz alıp söyle demişti: “Devlet idaresini Allah Resulü’nün (s.a.v.) akrabalarına nasip eden, zalimlerin zulmünü üzerimizden kaldıran, dillerimize hakkı hakim kılan Allah Teala’ya hamd olsun. Allah’ın emri üzere sana biat ettik. Kıyamete kadar bu ahde sadık kalacağız. Rabbim, Efendimiz’in (s.a.v.) akrabalarını başımızdan eksik etmesin.”[53]
Zulme karşı hep hakkı müdafaa eden O büyük irade (r.a.) herkesin suküt ettiği bir anda nasıl ortaya çıkıp Abbasilere ilk biat eden kişi idiyse, Onların haktan ayrıldığı zaman da ilk uyarıcıları oldu. Dersleri esnasında konu siyasi hadiselerin tahlilini gerektirdiğinde çekinmeden Abbasilerin Hz. Ali (r.a.) çocuklarına yaptığı zulmü sorguladı. Hayatını tehlikeye atarak hakkı tutup kaldırdı.
Mansur’un hafiyeleri, büyük bir aksiyon adamı duruşuyla siyasi hayatı sorgulayan Ebu Hanife’nin her hareketini takibe aldı. Onu cezalandırmak için şartların oluşmasını gözlüyorlardı. Bağdat’ın inşa edilmeye başlaması iyi bir fırsat oldu. Halife, Ebu Hanife’ye (r.a.) yeni şehirde kadılık teklif etti. Fakat O, bu görevden imtina etti. Mansur hangi düzeyde olursa olsun Ebu Hanife’nin (r.a.) bürokraside görev almasında kararlıydı. Bunun üzerine Ebu Hanife (r.a.) Bağdat’ın müteahhitliğini kabul etti. O biliyordu ki, Mansur vazifeleri reddetmesi halinde boynunu vuracaktı. Müteahhitliği kadılığa tercih ederek haksız kararlara meşruiyet vermekten kendini korumuş oldu.
Mansur’un devlet idaresindeki zulmü arttıkça Ebu Hanife hususi dünyasına çekildi. Fakat ders halkasında müstebit idareyi tenkit etmekten de geri durmadı. Tam bu esnada Musul halkı isyan etti. Mansur isyancılara uygulanacak cezayı görüşmek üzere ulemayı saraya davet etti. Onlara Musul halkının –önceden- kendisine biat ettiklerini, isyan etmeleri durumunda kanlarının helal olacağını söylediklerini hatırlattı. Mansur, valisine isyan eden Musul halkını öldürmenin meşru olduğunu savunuyor, ulemadan da bu kararı onaylamalarını istiyordu. Mecliste bulunan alimler, “Eğer onları bağışlarsan affeden bir devlet adamı olursun; Yok eğer cezalandırırsan onlar bunu hak etmişlerdir.” dediler. Mansur, susarak fetvaya katılmadığını beyan eden Ebu Hanife’ye (r.a.) “Sen ne dersin Ey Üstat!” diye sordu. İmam-ı Azam:
- Musul halkı sana sahip olmadıkları bir şeyi (canlarını) helal kıldı. Mesela bir kadın nikahı kıyılmaksızın kendisi ile bir erkeğin cinsel ilişkiye girmesini mubah kılsa bu caiz midir?
-Hayır.
- İşte bunun gibi Musul halkının da canlarını helal kılma yetkileri yoktur.
Bu konuşma üzerine Mansur, Ebu Hanife ve diğer iki alime Bağdat’tan ayrılıp Kûfe’ye dönmelerini emretti.[54]
Abbasi Devleti bütün hafiyeleriyle ilmin muhkem kalesini takip altına aldı. Her ifadesi kayda geçirilip devletin ilgili birimlerine aktarıldı. Bütün bunlar olurken O (r.a.) gerek ders takririnde gerekse de iftasında hakikati söylemekten geri durmadı. Kûfe kadısı İbn Ebi Leyla’nın verdiği hükümleri tenkit etmekten çekinmedi.[55] İbn Ebi Leyla, ilmi açıdan karşılık veremediği -sahabe devri müstesna- bütün zamanların bu en büyük fakihine türlü desiselere baş vurarak eza et(tir)ti. Ebu Hanife (r.a.) Onun kendisine karşı olan tutumunu anlatırken şöyle demektedir: “İbn Ebi Leyla, benim bir hayvan hakkında helal görmediğim şeyi bana helal gördü.”[56] Yani haksız yere öldürülmeme cevaz verdi.
Vefatı
Ebu Hanife’nin (r.a.) mazlumlardan yana tavır alması siyasi iradeyi ciddi anlamda rahatsız etmekte idi. Fakat açıkça Ona tavır alamıyorlardı. Çünkü adı, civardaki bütün şehirlerde hayırla anılıyordu. Alimler, en müşkil meseleleri çözmesi için Ona getiriyorlardı. O sadece Kûfe’nin değil, bütün ümmetin fakihiydi. Bu yüzden Halife, Ebu Hanife’ye karşı tavır alışını birtakım gerekçelere bağlamak istiyordu. Bu çerçevede Ona (r.a.) yeni kurulan şehrin yani Bağdat’ın kadılığını teklif etti. Fakat Ebu Hanife bu görevi reddetti.[57] Halife, kadılığı kabul etmemesi durumunda kendisini hapsedeceğini ve ağır bir şekilde cezalandıracağını söyledi. O, kabul etmemede kararlılık gösterince hapse atıldı. Halife adamlarını cezaevine gönderip, isteğini kabul etmesi durumunda Onu serbest bırakacağını ve Ona ikramlarda bulunacağını söyledi. Fakat Ebu Hanife (r.a.) ilk görüşüne sadık kaldı. Bunun üzerine Halife, her gün çarşıya çıkarılmasını ve milletin huzurunda Ona on kırbaç vurulmasını emretti. [58] Bu durum 12 gün devam etti. Onardan toplam 120 kırbaç vuruldu.[59]
Halife tutuklu olduğu günlerde Ebu Hanife’yi (r.a.) tekrar sarayına çağırtarak kadılığı kabul-edip etmeyeceğini sordu. Ebu Hanife:
- Allah devlet başkanını ıslah etsin. Ben bu göreve layık değilim diyorum ya!
- Yalan söylüyorsun.
Halife ikinci defa Ebu Hanife’ye aynı teklifi yöneltti. Bunun üzerine İmam Azam: “Emiru’l-Müminin benim kadılığa layık olmadığımı itiraf etti. Çünkü beni yalancılıkla itham etti. Eğer yalancı isem bu işe liyakatim yok demektir. Eğer liyakatsizlik itirafında doğru söyledimse, devlet başkanına bildirdim ki, bu göreve layık değilim.”
Mansur her iki şıkkıyla hakikati ortaya koyan bu cevabı kabul etmedi. Ebu Hanife’yi tekrar cezaevine gönderdi.[60] Sahih olan görüşe göre İmam-ı Azam Hazretleri ahirete irtihal edinceye kadar zindanda kaldı. Öleceğini hissedince secdeye kapandı ve ruhunu secde halinde Allah Azze ve Celle’ye teslim etti.[61] İnsanlık tarihinin bu en büyük imamı (Sahabe devri istisna) ahirete irtihal ettiğinde takvim hicri 150 tarihini göstermekte idi.[62]
Bağdat’ın doğusunda gasp edilmemiş temiz bir yer olan Hayzurân kabristanlığına gömülmeyi vasiyet etmişti. O, bu duruşuyla, hediyelerini, makamlarını kabul etmediği zalimlerin gasbettikleri arazilerde de kalamayacağını ilan etti. Halife Mansur, İmam-ı Azam’ın vasiyetini işitince istemeyerek de olsa şöyle mırıldandı: “Ey Ebu Hanife! Diri ve ölü olduğun halde senin hakkında beni kim mazur görür?”[63]
Cenazesine elli binden fazla insan iştirak etti. Cenaze namazı altı defa kılındı sonuncusunu oğlu Hammad kıldırdı. Aşırı izdihamdan dolayı defni ancak ikindiden sonra mümkün oldu. Yirmi gün kabrinde cenaze namazı kılındı.[64]
Ebu Hanife’nin tekfin ve techizinde bizzat görev alan Abdullah b. Vakıd o günü özetlerken şunları naklediyor: “Ebu Hanife’yi Hasan b. Umâre yıkadı. Ben de su döktüm. Bedeni zayıftı. İbadet ve Allah yolunda gayret onu eritmişti. Hasan yıkama işini bitirince Ebu Hanife’nin bazı özelliklerini anlattı. Herkesi ağlattı. Naşı omuzlara alındığında öylesine muazzam bir durum oluştu ki, o günkünden daha fazla ağlayan insan görmedim.[65]
Hatime
Sefihler anlayamadıklarından, alimler hasetlerinden, devlet adamları zulmü İslam adına meşrulaştırmadığından Ona zulmetti. Sokaklarda milletin huzurunda kırbaçlandı; hakarete uğradı. Ders okutmasına, fetva vermesine engel olundu. Fakat metanetinden, azminden hiçbir şey kaybetmedi. Desiseler, komplolar cesaretini kıramadı. Zindanda kırbaç yemeyi bol paralı devlet memurluğuna tercih etti. Muhkem iradesi ile her şeyi kuvvet zanneden idarecileri şaşkına çevirdi.
Ömrü mücadele ile geçti. Hayatını ilim ve ibadete hasretti. Dünyada köprüden geçen bir yolcu gibi yaşadı. Ebu’l-Ahves Onun vakti kıymetlendirişini anlatırken şöyle demişti: “Ebu Hanife’ye üç güne kadar öleceksin dense idi yaptığı amelin üzerinde daha fazla bir ibadet yapamazdı.” Çünkü boş anı yoktu.[66] İlim onunla bereketlendi; Yeniden irfana dönüştü. Mücadele dolu hayatını en son şehadetle taçlandırdı.
-------------------------------------------------------
[1] Ebu Bekir Ahmed b. Ali Hatib el-Bağdadi, Tarihu Medineti’s-Selam, Daru’l-Ğarbi’l-İslami, Beyrut, 2001, XV, 446; İbn Kuteybe, Mearif, Daru’l-Mearif, Kahire, y., s. 490; Takıyyuddin b. Abdilkadir et-Temimi, Tabakatu’s-Seniyye fi Teracimi’l-Hanefiyye, Daru’r-Rufai, Riyad, 1983, I, 74; Şihabuddin Ahmed İbn Hacer el-Mekki, el-Hayratu’l-Hısan, Daru’l-Erkam, Beyrut, ty., s. 37.
[2] Bkz. İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 41.
[3] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446.
[4] Ebu Hatim Muhammed b. Hibban, el-Mecruhûn mine’l-Muhaddisin ve’z-Zuafa’i ve’l-Metrukin, Daru’l-Ma’rife, ty., s. III, 63; el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446..
[5] et-Temimi, a.g.e., I, 75.
[6] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 448; et-Temimi, a.g.e., I, 75.
[7] Mevali, Mevla kelimesinin çoğuludur. Burada Arap olmayan anlamında kullanılmaktadır.
[8] Muvaffak b. Ahmed el-Mekki, Menakibu Ebî Hanife, (Kerderi’nin Menakibi ile birlikte), Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1981, I, 12.
[9] et-Temimi, a.g.e., I, 75.
[10] Muhammed Zahid el-Kevseri, Fıkhu Ehli’l-Irak ve Hadisuhum, (Zeyla’î’nin Nasbu’r-Raye’si ile birlikte), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, I, 22.
[11] Kur’an, Hucurat(49): 13.
[12] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 11.
[13] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 10.
[14] Bkz. Kevseri, Te’nibu’l-Hatib, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, s. 31-32.
[15] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446.
[16] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85-6.
[17] el-Bağdadi, a.g.e., XV,
[18] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 482.
[19] Huseyin Saymeri, Ahbaru Ebi Hanife ve Ashabihi, Daru’l-Kutubi’l-Arabi, Beyrut, ty., s. 33.
[20] İbn Hacer, a.g.e., s. 85.
[21] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85.
[22] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85.
[23] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85.
[24] Saymeri, a.g.e., s. 34.
[25] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 87.
[26] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 494.
[27] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 494.
[28] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 493.
[29] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 83.
[30] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 84.
[31] Ebu Davud, Zekat 38, 1669.
[32] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 482.
[33] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 483.
[34] et-Temimi, a.g.e., I, 100.
[35] et-Temimi, a.g.e., I, 100.
[36] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 164.
[37] Ebû Dâvûd, Ramadân, 8-9; Tirmizî, Kur'ân, 11; Nesâî, es-Sünenu'l-Kübrâ, V, 25; İbn Mâce, İkâme, 178.
[38] et-Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, VI, 51.
[39] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 215; et-Temimi, a.g.e., I, 101; Konu ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Ebu Bekir Sifil, İmam Ebu Hanife ve Kur’an’ın Kısa Sürede Hatmi 1-2-3, Milli Gazate, 29-30-31 Ekim 2005.
[40] Kur’an, Tur(52): 27.
[41] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 76.
[42] Kur’an, Kamer(54): 46.
[43] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 76; et-Temimi, a.g.e., I, 102.
[44] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 487; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 75; et-Temimi, a.g.e., I, 100.
[45] ed-Temimi, a.g.e., I, 101.
[46] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s.79.
[47] Muhammed Ebu Zehre, Ebu Hanife Hayatuhu ve Asruhu- Arauhu ve Fıkhuhu, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire, 1997, s. 31.
[48] Ebu Zehre, a.g.e., s. 31.
[49] İbnü’l-Esir, el-Kamil, V, 122-130; Ebu Zehre, a.g.e., s. 32.
[50] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 274.
[51] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 276.
[52] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 51, (Dipnot no: 1).
[53] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 151.
[54] Ebu Zehre, a.g.e., s. 40-41.
[55] Ebu Zehre, a.g.e., s. 43.
[56] Ebu Zehre, a.g.e., s. 43.
[57] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 429.
[58] Kerderi, a. g.e., II, 299.
[59] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 433.
[60] et-Temimi, a.g.e., I, 105.
[61] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 442.
[62] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 126.
[63] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 127.
[64] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 127.
[65] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 433-4.
[66] Saymeri, a.g.e., s. 36; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 78.
Konular
- AHLÂKTA MÜKEMMEL ÖRNEK
- PEYGAMBERİMİZİN AHLÂKİ ÖZELLİKLERİ
- AHLÂK SAHASINDA BÜYÜK İNKILAP
- PEYGAMBERİMİZİN GENÇLİĞİ
- İŞTE O,PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V)'Dİ...
- YETİŞ YA RESULULLAH
- "Ümmî Peygamber" tabirini nasıl anlamalıyız?
- Sünnet-i Terk Edip Yalnız Kur'an İle Amel Etmek
- Efendimiz'in (s.a.v) Alemlere Rahmet Olarak Gönderilmesi
- PEYGAMBERİMİZ NEDEN MİRAC'A ÇIKTI
- BAZI SEÇME HADİS-İ ŞERİFLER
- ABDEST ALMANIN FAZİLETİ
- ABDESTLİ DURMANIN FAZİLETİ
- MİSVAKIN ÖNEMİ
- ÖMER B. HATTAB (R.A)
- Hz. Ali (r.a.)
- Hz.Ebu Bekir (r.a) İle Hz.Ali'nin (r.a) Münazarası
- Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a.)
- Osman B. Affan (r.a.)
- İSKENDER EVRENESOĞLU (Sahte Mehdi)
- AHMED HULUSİ Mİ?!
- VEHHABİLER HIRİSTİYAN GİBİ İNANIYOR
- YANLIŞ DÜŞÜNENLERE CEVAPLAR
- ALLAH MEKANDAN MÜNEZZEHTİR
- MÜTEŞABİH AYETLERİ TEVİL ETMEK
- ARŞ DA SONRADAN YARATILDI
- ALLAH'IN ELİ NE DEMEKTİR?
- ALEMLERİN RAHMET VE UYARICISI
- RESULULLAHI ANMAK İBADETTİR
- RESULULLAHI ÖVMEK ŞİRK DEĞİLDİR