Efendimiz'in (s.a.v) Alemlere Rahmet Olarak Gönderilmesi
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olarak gönderilmesi ne demektir? Bunu nasıl anlamalıyız?
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olduğu Kur’an-ı Kerim’in değişik ayetlerinde ifade edilmektedir.
Enbiya Sûresi’ndeki “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn - Biz seni bütün âlemlere sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik.” (Enbiya, 21/107) ayet-i kerimesi bu hakikati açıkça seslendirir. Bu ayet, ümmet-i Muhammed arasında da Allah Rasulü’ne karşı saygının ifadesi olarak çok yaygınlaşmış ve dualardan evvel okunur olmuştur.
Evet, Efendimiz, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Kur’an’da ağırlığı ile yerini alan bu husustan önceki iki ayette, salih kulların yeryüzüne varis oldukları/olacakları anlatılmaktadır. (Bkz. Enbiya, 21/105-106) Kur’an’da bu hakikati de ifade eden değişik ayetler vardır. Yeryüzünün idaresi durmadan el değiştirecek ve neticede her şey, imanı tam, ameli sağlam salih kulların eline geçecektir.
Kur’an, tarihi devr-i daimleri anlatırken: “Ve tilke’l-eyyâmu nüdâviluhâ beyne’n-nâs - Biz zafer ve muvaffakiyet günlerini insanlar arasında döndürür dururuz.” (Âl-i İmran, 3/140) buyurmaktadır.
Bugün bazılarına bayram ve seyran, yarın da başkalarına.. bugün bazıları mâmureler içinde mutlu ve müreffeh, yarın da başkaları.. bu, hep böyle değişip durmuştur, değişip duracaktır. Fakat yeryüzünde, hem gökler ötesinin hoşnutluğu içinde hem de ukbayı netice verecek bir temsil er geç salih kulların eliyle gerçekleşecektir. (Buraya hemen bir nokta koyup, Cenab-ı Hakk’a, bizi o salih zümreye ilhak buyurması niyazımızı iletelim.) Cennete girecek onlar olduğu gibi, yeryüzünde insanlığın makûs talihini değiştirecek de -biiznillah- yine onlar olacaktır. Hususiyle ahirzamanda, Efendimiz’den sonra gelecek olan karakter insanlarının pişdârı ve rehberi olması itibarıyla hemen bu iki ayetin peşinden “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn” gelmektedir ki, çok manidardır. Biz, ilk salih zümrenin Efendimiz devrinde kendilerini ifade ettiklerini görüyoruz. Ümit ediyoruz ki, -inşallah- son bir kere daha ümmet-i Muhammed yeryüzünde kendini ifade eder ve “Ve mâ erselnâke” hakikati bütün dünyaca duyulur ve saygıyla karşılanır.
Bu nükteli istidraddan sonra Efendimiz’in, mertebe mertebe, kademe kademe, derece derece âlemlere rahmet oluşuna geçebiliriz:
Mesela, bizler için Allah Rasulü bir rahmettir. Âlemin bir parçası olan bütün insanlık dünyası ve hususiyle de bizim için bir rahmet olması itibarıyla, O’nun sayesinde bütün kara delikler, ak delikler haline gelmiştir. Bütün karanlıklar aydınlığa inkılab etmiştir. Dünya bir matemhane-i umumiye iken, O’nun sayesinde bayramlara, şenliklere ve şehrayinlere dönüşmüştür. O’nun sayesinde insanlık sahipsiz ve yetim olmaktan kurtulmuş.. ve yine O’nun sayesindedir ki insanlık, yokluk çukuruna yuvarlanmaktan kurtulmuştur.
Ölüm, ahirete ve cennet saraylarına giden bir koridor haline gelmiş ve aydınlanmış; bu itibarla imanın kuvveti nisbetinde herkes, değil ölümden korkmak ve kabirden geriye durmak, ahireti iştiyakla arzular hale gelmiştir. Çünkü ahiret O’nun yanında bütün dostların da içtima ettiği bir yerdir. Yine O’nun neşrettiği nur sayesinde ihtiyarlık, başarılı bir hayatın finali haline gelmiş; hastalıklar, musibetler, insanı manevi kirlerden arındıran birer kurna haline gelmiş; hiç olmazsa öyle algılanmaya başlamış ve kâinat câmidât-ü meyyite (ruhsuz ölüler) olmaktan çıkmıştır.. evet O ziya, rahmet ve ümit insanının neşrettiği hakikat ve nur sayesinde dağlar, taşlar adeta bize birer enis (dost) haline gelmiş ve O’nun mesajının ulaştığı yerlerde küfür ve nifakla kararmış ve zift gibi görünen bütün eşya birdenbire aydınlanıvermiştir.
Evet, adeta her şeyin mahiyeti değişmiş, başaşağı gidenler, ayaklarının üzerinde yürür hale gelmiş; dağlar birer canavar görünümünde olmaktan çıkmış, Allah’ın musahhar birer mahluku vahşi hayvanlar ise emrimize âmâde birer mûnis ve muvazzaf memur haline gelmişlerdir.
Daha önemlisi de bizler O’nun sayesinde küfrün ve dalaletin korkunç girdabından kurtulup imanı elde etmişizdir. Bununla birlikte Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla O’nun neşretmiş olduğu nur sayesinde insan-ı kâmil olma yoluna girmişizdir. O’na yönelen ve gereken cehd u gayreti gösteren herkes, kâmil bir insan olabilir. İşte bu yönüyle Efendimiz, bizim için mahz-ı rahmettir. Aslında Hz. Muhammed (aleyhissalâtü vesselam), o ulvî mahiyetiyle adeta Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin tecessüm etmiş şeklidir. İstidad ve kabiliyetlerini yerinde kullananlar, kullanıp o pak mevride uğrayanlar, o sayede hem dünyalarını hem de ukbalarını mamur etmiş, küfür ve dalaletin verdiği susuzluklarını giderip imansızlığın o korkunç girdabından kurtulabilmişlerdir. Bunların hepsi, Efendimiz’in bizim aramızda rahmet halinde temessül etmesi sayesinde olmuştur.
O, aynı zamanda hayvanlar âlemi için de bir rahmettir. -Bağışlayın- İnek, öküz, koyun, keçi, deve vs. hayvanlar, Efendimiz’in bir rahmet deryası halinde varlık ufkunda tecellisi ve nuru sayesinde aydınlanmış ve manası anlaşılır hale gelmiştir. Yani hayvanlar da o sayede mana ve muhtevalarıyla anlaşılır olmuşlardır.
Allah (celle celaluhu), O’nun tercümanlığıyla yerde, gökte ne varsa hepsini insanın emrine musahhar kıldığını bildirmiş ve ona her şeyden istifade etme yolunu göstermiştir. Bugün bizzat her fert bundan istifade etmese de, nev’en insanlık kendi istifade ve istihdamına arz edilen bu nimetlerin bütününden bir gün istifade edecektir.
Evet, bir gün gidip yıldızlar alemine ulaşacak ve ondan da istifade etmesini bilecektir. Belki gün gelecek, fezanın çeşitli kesimlerinde kentler kurulacak ve insanlık, arzlı olduğu gibi fezalı da olabilecektir. Zaten şu anda Allah’ın o dünyalardan istifade eden bir hayli mahlukatı var. O varlıkların istifade keyfiyetleri bizim için bilinmese de onların istifadelerine arz edilen kocaman kâinatlardan birgün gelecek insanoğlu daha geniş çapta yararlanabilecektir.
Buradan hareketle bizler, Allah Rasulü’nün neşrettiği nur sayesinde, hiçbir canlının abes olmadığını ve Allah’ın abes yaratmadığını anlıyor, Allah’ın bu iç içe meşherleri karşısında iki büklüm oluyor ve “Sen ne büyüksün!” diyoruz; diyor, uzak–yakın çevremizde görüp hissettiğimiz her şeye karşı derin bir hayranlık duyuyoruz. Onun neşrettiği nur sayesindedir ki, büyük-küçük, canlı-cansız her şeyin çehresindeki hikmetleri müşahede ediyor ve “Sübhâne men tehayyera’l-ukûl” sözleriyle nefesleniyoruz. Ve yine Onun neşrettiği nur sayesindedir ki, sağa sola atılmış değersiz emtia gibi olan şeylerin birer antika sanat eseri olduğunu anlıyor ve takdirle alıp yüzümüze gözümüze sürüyoruz. İnsanoğlunun kendisi de öyle kıymetli bir sanat abidesidir ve ancak O’nun neşrettiği ziya sayesinde hakiki mahiyeti okunup anlaşılabilmiştir.
Evet, Allah Rasulü, her şey için bir rahmet tecellisi olmuştur. Bu sırlı nükteden ötürüdür ki, Efendimiz’in, değişik yaratıklarla alakalı zuhur eden mucizeleri, bir bakıma Allah Rasulü’nün kendilerine ait manayı ifade etmesine karşılık bir teşekkür, bir mukabele ve farklı bir dille O’nun konumunu ifadedir. Mesela, Allah Rasulü, bütün insanlığa “Efelâ yenzurûne ile’l–ibili keyfe hulikat - Onlar, bakmazlar mı, deve nasıl yaratıldı?” (Gâşiye, 88/17) ayetiyle devenin manasını anlatmıştır. O develerden bir deve de nev’i adına O’na minnet ve saygılarını ifade etme manasına gelip O’nun ayaklarına yüzünü sürmüştür. Bu şekilde o hayvan, hal diliyle orada Efendimiz’in bir mucizesini temsil etmiştir. Sanki deve bu haliyle şunu anlatmaktadır: “Ya Muhammed! Senin sayende benim de manam anlaşıldı. Seni tahiyye etmek ve Senin karşında iki büklüm olmak bana bir vecibedir.”
Aişe validemiz, evindeki Dâcin denilen bir kuşu anlatırken şöyle demektedir: Efendimiz, evde bulundukları zaman kuş sükûnetle durur ve Allah Rasulü’nü dinler gibi bir temkin içinde bulunurdu. O, evden ayrılınca, kuş da debelenir durur ve adeta huysuzlaşırdı. Yine Allah Rasulü’nün Advâ ismindeki devesi, Efendimiz’in vefatından sonra bir şey yememiş–içmemiş ve birkaç gün sonra da ölmüştür.
Hâsılı, O’nun neşrettiği nur sayesinde, hayvanların da ne ifade ettiği aydınlığa kavuşmuş, adeta hayvan, hayvan olmaktan kurtulmuş, İlahî sanat olma seviyesine yükselerek farklı bir kıymet almıştır.
Taşlar ve ağaçlar gibi câmid varlıklar için de Allah Rasulü bir rahmettir. O, eline bir avuç kum alınca onlar, “Minnet Sana, şükran Sana” manasına, O’nun elinde Allah’ı (celle celaluhu) tesbih u takdis etmişlerdir. Ağaç, O’nun mana ve muhtevasını aydınlığa kavuşturduğundan ötürü, bir bedevinin imanına vesile olma sadedinde, vadinin öbür tarafından yeri yara yara yürür gibi Efendimiz’in davetine icabet edip gelmiş ve lisan-ı halle sanki şunları söylemiştir: “Ya Rasulallah! Cemâdât âlemi içinde anlaşılmaz bir şeydik. Senin neşrettiğin nur sayesinde, alınlarımızda Allah’ın sikkesini taşıyan çok kıymetli varlıklar haline geldik.”
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İşte Allah Rasulü’nün bir de böyle umum mahlukat adına âlemlere rahmet olma keyfiyeti söz konusudur.
Melekler âlemi için de Efendimiz bir rahmettir. Çünkü melekler de Allah’ın yarattığı âlemlerden bir âlemdir. Hatta Cebrail Aleyhisselam mukarreb bir meleğin de o umumi rahmetten istifade ettiği söylenebilir. Zira Cibril, Efendimiz’e şöyle der: “Ben âkıbetimden emin değildim. Kur’an, Sana nâzil oldu. Onu ben getirdim. Tekvir Sûresi’nde, “Mütâin semme emîn - Göklerde ona itaat edilir, vahiyler ona emanet edilir.” (Tekvir, 81/21) denildi. Yani, Kur’an’ı öyle bir melek getiriyor ki, o melek güçlü ve kuvvetlidir. O kadar güçlü ve kuvvetlidir ki, hiçbir mevâni ve arıza ona emanet vahyin sıhhatine dokunamaz. Aynı zamanda o, Allah’ın emirlerine itaat ve imtisal içindedir. Sonra da emindir. Âkıbetinden endişe edilecek bir hali yoktur. İşte ya Muhammed! Getirdiğin Kur’an sayesinde, durumum aydınlığa kavuştu. Ben de o rahmetten istifade ettim.” Gerçi, Cebrail, mehabet-i İlahi ve mehafet-i İlahi karşısında yine tir tir titriyor ve inim inim inliyordu ama artık âkıbetinden endişe etmiyordu. Bu şekilde değişik bir buutta meleklere de Allah Rasulü rahmet olmuştu.
O, öyle geniş bir rahmettir ki, ahirette de “Rahmeten lilâlemîn” olduğunun ifadesi mücrimlere şefaat edecek ve şefaatinin ayrı bir tecellisi olarak O’nun yolunu takip eden ulemâ ve sulehâ da şefaat edecektir.. ve tabii, o gün en büyük şefaat En Büyük’ten sadır olacaktır; O Yüceler Yücesi de şefaat edecek ve milyonlarca kişiyi elim bir azaptan kurtarıp saadete ulaştıracaktır.
Tefsirciler, Allah Rasulü’nün mahşerde herkese rahmet olacağını ifade etmektedirler. Kafirler, O’nun âlemlere rahmet olması sayesinde mahşerin dehşeti, şiddeti, hiddeti ve öldürücü havasından kurtulacak, hesapları tezden görülecek ve herkes gideceği yere gidecektir. Yukarıda da ifade edildiği gibi Efendimiz, ahirette müminlere şefaat edecektir. Bu müjdeyi Allah Rasulü bize, “Her Peygamberin bir duası vardır. Ben ise -inşaallah- duamı kıyamet gününde ümmetime şefâat etmek için saklıyorum.” ifadeleriyle vermektedir.
Başka bir hadislerinde yine Allah Rasulü, ümmeti içinde büyük günah işleyenlere şefaat edeceğini bildirmektedir. Günah-ı kebaîr işlemiş, düşmüş kalkmış, yer yer sürüm sürüm olmuş ve kirlenmiş, fakat ümidini yitirmemiş, ümitle ve zayıf da olsa imanla Huzur-u Risaletpenâhî’ye varabilmiş, Rasulü Ekrem’in şefaat atmosferi içine girmiş ne kadar mücrim varsa herkese bir beşarettir bu. Allah (celle celâluhû) O’na “Şefaat et! Şefaatin kabul görecektir” buyurmuşsa, O da bu teveccühü değerlendirecektir.. evet, Cenab-ı Hak, Habibi başına yere koyup, “Ümmetim, Ümmetim!” diye yalvardığında O’nun içine su serpecek ve rahmet esintili şu sözleri söyleyecektir: “Ya Muhammed! İrfa’ ra’seke, işfa’ tüşeffa’ - Ya Muhammed! Başını kaldır. Şefaat et! Şefaatin makbuldür bugün.”
İşte bu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Rasulü’nün, günah-ı kebâir işlemek suretiyle cennet yolundan aşağıya düşmüşlere yeniden çizgilerini bulma manasında bir rahmet zuhuru ve tecellisidir. Cenab-ı Hak, istifadeye muvaffak kılsın.
Efendimiz, ümmetine cennette ve Cenab-ı Hakk’ın cemalini müşahede etmede de rehberlik ve pişdarlık yapacaktır. O, “Müminler, cennette cuma günü Cenab-ı Hakk’ı göreceklerdir.” buyurmaktadır. Biz, bu işin âdâb ve erkanını bilemeyiz. Bu mevzuda da yine huzurun âdâb ve erkanını bilen Zât bize yol gösterecektir. Orada Livaü’l-hamd bayrağı altında, çok hamd eden, Allah’ın nimetlerini ruhunda ve vicdanında duyan ve o nimetler karşısında iki büklüm olan, bir adı da Ümmet-i Muhammed ve Hammâdûn olan ümmet-i merhume toplanacaktır.
Allah Rasulü, Livâü’l-hamd bayrağı altında ümmetini arkasına alacak, yer yer Havz-ı Kevserine götürecek, yer yer Cenab-ı Hakk’ın cemalini -ki, cennet hayatının binlerce senesi bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen, anlaşılmaz ve idrak edilmez bir derin zevk ve lezzettir- O’nun sayesinde ve O’nun rehberliğinde ümmet-i Muhammed o âb-ı kevseri dahi nûş edecektir. Aynı zamanda müminler, O’nunla ebedî ve daima yenilenen bir güzelliğe, ebedî ve daima yenilenen bir lezzet ve zevk alma istidadına ulaşacaklardır.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Mümin, “Vemâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn” derken, Cenab-ı Hakk’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği O Zât’ın kâmet-i bâlâsını, yaptığı ve yapacağı bütün bu şeylerle görmeye çalışmalıdır.
Hatta bir mümin sadece kendi şuur ve idrakiyle, kendisine gelen şeyleri değil, zerreden kürreye kadar her şeyin, O’nun neşrettiği nur sayesinde aydınlığa kavuşmasını ve onların hal diliyle O’na minnet ve şükranda bulunmasını ve onlara müekkel olan meleklerin, zerreler, küreler, sistemler ve canlılarda hücreler namına, manaları anlaşıldığından ve aydınlığa kavuştuğundan, meleklerin onlara ait hal diliyle yapılan bu tesbih, takdis ve tahmidi Cenab-ı Hakk’a takdim ettiklerini şuuren düşünmelidir.
Böylece mümin, Efendimiz’in nasıl büyük bir hamde vesile olduğunu anlamalı ve şöyle demelidir: “El-hak Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim. Hak’tan bize Sultan-ı müebbedsin. Hammâ-dun Senin ümmetin; Livaü’l-hamdin ve Kevser’in sahibi de Sensin.”
İşte bir mümin, namazda her Tahiyyat okuyuşunda ve her “Muhammedun Rasulullah” deyişinde, iliklerine kadar bu manayı duymalı ve saygıyla eğilmelidir.
Sakın, Efendimiz’in kâmet-i bâlâ-sına uygun anlatmayı, benim şu bulanık sözlerime münhasır görüp de, siz de O’nu bulanık ve karanlık görmeyin. Siz kendi vicdanınızın ve kalbinizin derinliğinde -o kalb ki kenzen Hak orada bilinir ve o bilinişi de hiçbir idrak ifade edemez- o çok buudlu aynada Allah Rasulü’nün kâmetini görmeye çalışın ve “Minnet Sana, şükran Sana ey Allah’ın Rasulü!” deyip biatınızı yenileyin.
30.4.2004 - zaman
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olduğu Kur’an-ı Kerim’in değişik ayetlerinde ifade edilmektedir.
Enbiya Sûresi’ndeki “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn - Biz seni bütün âlemlere sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik.” (Enbiya, 21/107) ayet-i kerimesi bu hakikati açıkça seslendirir. Bu ayet, ümmet-i Muhammed arasında da Allah Rasulü’ne karşı saygının ifadesi olarak çok yaygınlaşmış ve dualardan evvel okunur olmuştur.
Evet, Efendimiz, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Kur’an’da ağırlığı ile yerini alan bu husustan önceki iki ayette, salih kulların yeryüzüne varis oldukları/olacakları anlatılmaktadır. (Bkz. Enbiya, 21/105-106) Kur’an’da bu hakikati de ifade eden değişik ayetler vardır. Yeryüzünün idaresi durmadan el değiştirecek ve neticede her şey, imanı tam, ameli sağlam salih kulların eline geçecektir.
Kur’an, tarihi devr-i daimleri anlatırken: “Ve tilke’l-eyyâmu nüdâviluhâ beyne’n-nâs - Biz zafer ve muvaffakiyet günlerini insanlar arasında döndürür dururuz.” (Âl-i İmran, 3/140) buyurmaktadır.
Bugün bazılarına bayram ve seyran, yarın da başkalarına.. bugün bazıları mâmureler içinde mutlu ve müreffeh, yarın da başkaları.. bu, hep böyle değişip durmuştur, değişip duracaktır. Fakat yeryüzünde, hem gökler ötesinin hoşnutluğu içinde hem de ukbayı netice verecek bir temsil er geç salih kulların eliyle gerçekleşecektir. (Buraya hemen bir nokta koyup, Cenab-ı Hakk’a, bizi o salih zümreye ilhak buyurması niyazımızı iletelim.) Cennete girecek onlar olduğu gibi, yeryüzünde insanlığın makûs talihini değiştirecek de -biiznillah- yine onlar olacaktır. Hususiyle ahirzamanda, Efendimiz’den sonra gelecek olan karakter insanlarının pişdârı ve rehberi olması itibarıyla hemen bu iki ayetin peşinden “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn” gelmektedir ki, çok manidardır. Biz, ilk salih zümrenin Efendimiz devrinde kendilerini ifade ettiklerini görüyoruz. Ümit ediyoruz ki, -inşallah- son bir kere daha ümmet-i Muhammed yeryüzünde kendini ifade eder ve “Ve mâ erselnâke” hakikati bütün dünyaca duyulur ve saygıyla karşılanır.
Bu nükteli istidraddan sonra Efendimiz’in, mertebe mertebe, kademe kademe, derece derece âlemlere rahmet oluşuna geçebiliriz:
Mesela, bizler için Allah Rasulü bir rahmettir. Âlemin bir parçası olan bütün insanlık dünyası ve hususiyle de bizim için bir rahmet olması itibarıyla, O’nun sayesinde bütün kara delikler, ak delikler haline gelmiştir. Bütün karanlıklar aydınlığa inkılab etmiştir. Dünya bir matemhane-i umumiye iken, O’nun sayesinde bayramlara, şenliklere ve şehrayinlere dönüşmüştür. O’nun sayesinde insanlık sahipsiz ve yetim olmaktan kurtulmuş.. ve yine O’nun sayesindedir ki insanlık, yokluk çukuruna yuvarlanmaktan kurtulmuştur.
Ölüm, ahirete ve cennet saraylarına giden bir koridor haline gelmiş ve aydınlanmış; bu itibarla imanın kuvveti nisbetinde herkes, değil ölümden korkmak ve kabirden geriye durmak, ahireti iştiyakla arzular hale gelmiştir. Çünkü ahiret O’nun yanında bütün dostların da içtima ettiği bir yerdir. Yine O’nun neşrettiği nur sayesinde ihtiyarlık, başarılı bir hayatın finali haline gelmiş; hastalıklar, musibetler, insanı manevi kirlerden arındıran birer kurna haline gelmiş; hiç olmazsa öyle algılanmaya başlamış ve kâinat câmidât-ü meyyite (ruhsuz ölüler) olmaktan çıkmıştır.. evet O ziya, rahmet ve ümit insanının neşrettiği hakikat ve nur sayesinde dağlar, taşlar adeta bize birer enis (dost) haline gelmiş ve O’nun mesajının ulaştığı yerlerde küfür ve nifakla kararmış ve zift gibi görünen bütün eşya birdenbire aydınlanıvermiştir.
Evet, adeta her şeyin mahiyeti değişmiş, başaşağı gidenler, ayaklarının üzerinde yürür hale gelmiş; dağlar birer canavar görünümünde olmaktan çıkmış, Allah’ın musahhar birer mahluku vahşi hayvanlar ise emrimize âmâde birer mûnis ve muvazzaf memur haline gelmişlerdir.
Daha önemlisi de bizler O’nun sayesinde küfrün ve dalaletin korkunç girdabından kurtulup imanı elde etmişizdir. Bununla birlikte Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla O’nun neşretmiş olduğu nur sayesinde insan-ı kâmil olma yoluna girmişizdir. O’na yönelen ve gereken cehd u gayreti gösteren herkes, kâmil bir insan olabilir. İşte bu yönüyle Efendimiz, bizim için mahz-ı rahmettir. Aslında Hz. Muhammed (aleyhissalâtü vesselam), o ulvî mahiyetiyle adeta Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin tecessüm etmiş şeklidir. İstidad ve kabiliyetlerini yerinde kullananlar, kullanıp o pak mevride uğrayanlar, o sayede hem dünyalarını hem de ukbalarını mamur etmiş, küfür ve dalaletin verdiği susuzluklarını giderip imansızlığın o korkunç girdabından kurtulabilmişlerdir. Bunların hepsi, Efendimiz’in bizim aramızda rahmet halinde temessül etmesi sayesinde olmuştur.
O, aynı zamanda hayvanlar âlemi için de bir rahmettir. -Bağışlayın- İnek, öküz, koyun, keçi, deve vs. hayvanlar, Efendimiz’in bir rahmet deryası halinde varlık ufkunda tecellisi ve nuru sayesinde aydınlanmış ve manası anlaşılır hale gelmiştir. Yani hayvanlar da o sayede mana ve muhtevalarıyla anlaşılır olmuşlardır.
Allah (celle celaluhu), O’nun tercümanlığıyla yerde, gökte ne varsa hepsini insanın emrine musahhar kıldığını bildirmiş ve ona her şeyden istifade etme yolunu göstermiştir. Bugün bizzat her fert bundan istifade etmese de, nev’en insanlık kendi istifade ve istihdamına arz edilen bu nimetlerin bütününden bir gün istifade edecektir.
Evet, bir gün gidip yıldızlar alemine ulaşacak ve ondan da istifade etmesini bilecektir. Belki gün gelecek, fezanın çeşitli kesimlerinde kentler kurulacak ve insanlık, arzlı olduğu gibi fezalı da olabilecektir. Zaten şu anda Allah’ın o dünyalardan istifade eden bir hayli mahlukatı var. O varlıkların istifade keyfiyetleri bizim için bilinmese de onların istifadelerine arz edilen kocaman kâinatlardan birgün gelecek insanoğlu daha geniş çapta yararlanabilecektir.
Buradan hareketle bizler, Allah Rasulü’nün neşrettiği nur sayesinde, hiçbir canlının abes olmadığını ve Allah’ın abes yaratmadığını anlıyor, Allah’ın bu iç içe meşherleri karşısında iki büklüm oluyor ve “Sen ne büyüksün!” diyoruz; diyor, uzak–yakın çevremizde görüp hissettiğimiz her şeye karşı derin bir hayranlık duyuyoruz. Onun neşrettiği nur sayesindedir ki, büyük-küçük, canlı-cansız her şeyin çehresindeki hikmetleri müşahede ediyor ve “Sübhâne men tehayyera’l-ukûl” sözleriyle nefesleniyoruz. Ve yine Onun neşrettiği nur sayesindedir ki, sağa sola atılmış değersiz emtia gibi olan şeylerin birer antika sanat eseri olduğunu anlıyor ve takdirle alıp yüzümüze gözümüze sürüyoruz. İnsanoğlunun kendisi de öyle kıymetli bir sanat abidesidir ve ancak O’nun neşrettiği ziya sayesinde hakiki mahiyeti okunup anlaşılabilmiştir.
Evet, Allah Rasulü, her şey için bir rahmet tecellisi olmuştur. Bu sırlı nükteden ötürüdür ki, Efendimiz’in, değişik yaratıklarla alakalı zuhur eden mucizeleri, bir bakıma Allah Rasulü’nün kendilerine ait manayı ifade etmesine karşılık bir teşekkür, bir mukabele ve farklı bir dille O’nun konumunu ifadedir. Mesela, Allah Rasulü, bütün insanlığa “Efelâ yenzurûne ile’l–ibili keyfe hulikat - Onlar, bakmazlar mı, deve nasıl yaratıldı?” (Gâşiye, 88/17) ayetiyle devenin manasını anlatmıştır. O develerden bir deve de nev’i adına O’na minnet ve saygılarını ifade etme manasına gelip O’nun ayaklarına yüzünü sürmüştür. Bu şekilde o hayvan, hal diliyle orada Efendimiz’in bir mucizesini temsil etmiştir. Sanki deve bu haliyle şunu anlatmaktadır: “Ya Muhammed! Senin sayende benim de manam anlaşıldı. Seni tahiyye etmek ve Senin karşında iki büklüm olmak bana bir vecibedir.”
Aişe validemiz, evindeki Dâcin denilen bir kuşu anlatırken şöyle demektedir: Efendimiz, evde bulundukları zaman kuş sükûnetle durur ve Allah Rasulü’nü dinler gibi bir temkin içinde bulunurdu. O, evden ayrılınca, kuş da debelenir durur ve adeta huysuzlaşırdı. Yine Allah Rasulü’nün Advâ ismindeki devesi, Efendimiz’in vefatından sonra bir şey yememiş–içmemiş ve birkaç gün sonra da ölmüştür.
Hâsılı, O’nun neşrettiği nur sayesinde, hayvanların da ne ifade ettiği aydınlığa kavuşmuş, adeta hayvan, hayvan olmaktan kurtulmuş, İlahî sanat olma seviyesine yükselerek farklı bir kıymet almıştır.
Taşlar ve ağaçlar gibi câmid varlıklar için de Allah Rasulü bir rahmettir. O, eline bir avuç kum alınca onlar, “Minnet Sana, şükran Sana” manasına, O’nun elinde Allah’ı (celle celaluhu) tesbih u takdis etmişlerdir. Ağaç, O’nun mana ve muhtevasını aydınlığa kavuşturduğundan ötürü, bir bedevinin imanına vesile olma sadedinde, vadinin öbür tarafından yeri yara yara yürür gibi Efendimiz’in davetine icabet edip gelmiş ve lisan-ı halle sanki şunları söylemiştir: “Ya Rasulallah! Cemâdât âlemi içinde anlaşılmaz bir şeydik. Senin neşrettiğin nur sayesinde, alınlarımızda Allah’ın sikkesini taşıyan çok kıymetli varlıklar haline geldik.”
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İşte Allah Rasulü’nün bir de böyle umum mahlukat adına âlemlere rahmet olma keyfiyeti söz konusudur.
Melekler âlemi için de Efendimiz bir rahmettir. Çünkü melekler de Allah’ın yarattığı âlemlerden bir âlemdir. Hatta Cebrail Aleyhisselam mukarreb bir meleğin de o umumi rahmetten istifade ettiği söylenebilir. Zira Cibril, Efendimiz’e şöyle der: “Ben âkıbetimden emin değildim. Kur’an, Sana nâzil oldu. Onu ben getirdim. Tekvir Sûresi’nde, “Mütâin semme emîn - Göklerde ona itaat edilir, vahiyler ona emanet edilir.” (Tekvir, 81/21) denildi. Yani, Kur’an’ı öyle bir melek getiriyor ki, o melek güçlü ve kuvvetlidir. O kadar güçlü ve kuvvetlidir ki, hiçbir mevâni ve arıza ona emanet vahyin sıhhatine dokunamaz. Aynı zamanda o, Allah’ın emirlerine itaat ve imtisal içindedir. Sonra da emindir. Âkıbetinden endişe edilecek bir hali yoktur. İşte ya Muhammed! Getirdiğin Kur’an sayesinde, durumum aydınlığa kavuştu. Ben de o rahmetten istifade ettim.” Gerçi, Cebrail, mehabet-i İlahi ve mehafet-i İlahi karşısında yine tir tir titriyor ve inim inim inliyordu ama artık âkıbetinden endişe etmiyordu. Bu şekilde değişik bir buutta meleklere de Allah Rasulü rahmet olmuştu.
O, öyle geniş bir rahmettir ki, ahirette de “Rahmeten lilâlemîn” olduğunun ifadesi mücrimlere şefaat edecek ve şefaatinin ayrı bir tecellisi olarak O’nun yolunu takip eden ulemâ ve sulehâ da şefaat edecektir.. ve tabii, o gün en büyük şefaat En Büyük’ten sadır olacaktır; O Yüceler Yücesi de şefaat edecek ve milyonlarca kişiyi elim bir azaptan kurtarıp saadete ulaştıracaktır.
Tefsirciler, Allah Rasulü’nün mahşerde herkese rahmet olacağını ifade etmektedirler. Kafirler, O’nun âlemlere rahmet olması sayesinde mahşerin dehşeti, şiddeti, hiddeti ve öldürücü havasından kurtulacak, hesapları tezden görülecek ve herkes gideceği yere gidecektir. Yukarıda da ifade edildiği gibi Efendimiz, ahirette müminlere şefaat edecektir. Bu müjdeyi Allah Rasulü bize, “Her Peygamberin bir duası vardır. Ben ise -inşaallah- duamı kıyamet gününde ümmetime şefâat etmek için saklıyorum.” ifadeleriyle vermektedir.
Başka bir hadislerinde yine Allah Rasulü, ümmeti içinde büyük günah işleyenlere şefaat edeceğini bildirmektedir. Günah-ı kebaîr işlemiş, düşmüş kalkmış, yer yer sürüm sürüm olmuş ve kirlenmiş, fakat ümidini yitirmemiş, ümitle ve zayıf da olsa imanla Huzur-u Risaletpenâhî’ye varabilmiş, Rasulü Ekrem’in şefaat atmosferi içine girmiş ne kadar mücrim varsa herkese bir beşarettir bu. Allah (celle celâluhû) O’na “Şefaat et! Şefaatin kabul görecektir” buyurmuşsa, O da bu teveccühü değerlendirecektir.. evet, Cenab-ı Hak, Habibi başına yere koyup, “Ümmetim, Ümmetim!” diye yalvardığında O’nun içine su serpecek ve rahmet esintili şu sözleri söyleyecektir: “Ya Muhammed! İrfa’ ra’seke, işfa’ tüşeffa’ - Ya Muhammed! Başını kaldır. Şefaat et! Şefaatin makbuldür bugün.”
İşte bu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Rasulü’nün, günah-ı kebâir işlemek suretiyle cennet yolundan aşağıya düşmüşlere yeniden çizgilerini bulma manasında bir rahmet zuhuru ve tecellisidir. Cenab-ı Hak, istifadeye muvaffak kılsın.
Efendimiz, ümmetine cennette ve Cenab-ı Hakk’ın cemalini müşahede etmede de rehberlik ve pişdarlık yapacaktır. O, “Müminler, cennette cuma günü Cenab-ı Hakk’ı göreceklerdir.” buyurmaktadır. Biz, bu işin âdâb ve erkanını bilemeyiz. Bu mevzuda da yine huzurun âdâb ve erkanını bilen Zât bize yol gösterecektir. Orada Livaü’l-hamd bayrağı altında, çok hamd eden, Allah’ın nimetlerini ruhunda ve vicdanında duyan ve o nimetler karşısında iki büklüm olan, bir adı da Ümmet-i Muhammed ve Hammâdûn olan ümmet-i merhume toplanacaktır.
Allah Rasulü, Livâü’l-hamd bayrağı altında ümmetini arkasına alacak, yer yer Havz-ı Kevserine götürecek, yer yer Cenab-ı Hakk’ın cemalini -ki, cennet hayatının binlerce senesi bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen, anlaşılmaz ve idrak edilmez bir derin zevk ve lezzettir- O’nun sayesinde ve O’nun rehberliğinde ümmet-i Muhammed o âb-ı kevseri dahi nûş edecektir. Aynı zamanda müminler, O’nunla ebedî ve daima yenilenen bir güzelliğe, ebedî ve daima yenilenen bir lezzet ve zevk alma istidadına ulaşacaklardır.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Mümin, “Vemâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn” derken, Cenab-ı Hakk’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği O Zât’ın kâmet-i bâlâsını, yaptığı ve yapacağı bütün bu şeylerle görmeye çalışmalıdır.
Hatta bir mümin sadece kendi şuur ve idrakiyle, kendisine gelen şeyleri değil, zerreden kürreye kadar her şeyin, O’nun neşrettiği nur sayesinde aydınlığa kavuşmasını ve onların hal diliyle O’na minnet ve şükranda bulunmasını ve onlara müekkel olan meleklerin, zerreler, küreler, sistemler ve canlılarda hücreler namına, manaları anlaşıldığından ve aydınlığa kavuştuğundan, meleklerin onlara ait hal diliyle yapılan bu tesbih, takdis ve tahmidi Cenab-ı Hakk’a takdim ettiklerini şuuren düşünmelidir.
Böylece mümin, Efendimiz’in nasıl büyük bir hamde vesile olduğunu anlamalı ve şöyle demelidir: “El-hak Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim. Hak’tan bize Sultan-ı müebbedsin. Hammâ-dun Senin ümmetin; Livaü’l-hamdin ve Kevser’in sahibi de Sensin.”
İşte bir mümin, namazda her Tahiyyat okuyuşunda ve her “Muhammedun Rasulullah” deyişinde, iliklerine kadar bu manayı duymalı ve saygıyla eğilmelidir.
Sakın, Efendimiz’in kâmet-i bâlâ-sına uygun anlatmayı, benim şu bulanık sözlerime münhasır görüp de, siz de O’nu bulanık ve karanlık görmeyin. Siz kendi vicdanınızın ve kalbinizin derinliğinde -o kalb ki kenzen Hak orada bilinir ve o bilinişi de hiçbir idrak ifade edemez- o çok buudlu aynada Allah Rasulü’nün kâmetini görmeye çalışın ve “Minnet Sana, şükran Sana ey Allah’ın Rasulü!” deyip biatınızı yenileyin.
30.4.2004 - zaman
Konular
- ALLAH MEKANDAN MÜNEZZEHTİR
- MÜTEŞABİH AYETLERİ TEVİL ETMEK
- ARŞ DA SONRADAN YARATILDI
- ALLAH'IN ELİ NE DEMEKTİR?
- ALEMLERİN RAHMET VE UYARICISI
- RESULULLAHI ANMAK İBADETTİR
- RESULULLAHI ÖVMEK ŞİRK DEĞİLDİR
- RESULULLAH SEVGİSİNİN ÖNEMİ
- PEYGAMBERİ VE SALİHLERİ AŞIRI DERECEDE SEVMEK NEDİR
- VEHHABİLİK SON DİN Mİ Kİ
- ÖLÜDEN YARDIM İSTEMEK VE ŞEFAAT
- RESULULLAH EFENDİMİZİN ŞEFAATI
- DİĞER İNSANLARIN ŞEFAATI
- PEYGAMBER HAKKI İÇİN DUA ETMEK
- MÜMİNLER İÇİN DOST VE ŞEFAATÇI VAR
- HACER-ÜL ESVED PUT DEĞİLDİR
- SELEFİYECİLİK NEDİR
- SELEFİYECİLERİN GERÇEK YÜZÜ
- BEDEN ÖLSE DE RUHLAR ÖLMEZ
- KABİRDE NİMET VEYA AZAP VAR
- RUH ÖLMEZ ÖLÜ İŞİTİR
- MÜMİN VE KÂFİR HER ÖLÜ İŞİTİR
- İŞİTTİRMEK KABUL ETTİRMEK DEMEKTİR
- RESULULLAHI YALANLAYANLAR
- SELEFİYECİLER KÖR VE SAĞIR MI?
- RESULULLAHA SELAM VERMEK
- KABRİ ŞERİFİ ZİYARETİN ÖNEMİ
- TASAVVUFUN ÇIKIŞI
- HERŞEYDEN ÖNCE DOĞRU İTİKAD
- İslamî Siteler ve İtikadî Tehlike