Mezhep
İki uç arasında
Gün geçmiyor ki Şiilik ya da Vehhabilik propagandasıyla kafası karıştırılmış gençlerle muhatap olmayalım. Bu toprakların dinî hassasiyet sahibi gençlerinin kaderi oldu sanki bir uçtan öbürüne savrulmak...
Bu toprakların ilmî geçmişi ve müktesebatı hangi noktalarda bu gençleri tatmin etmekten aciz kalıyor ki, ifrat ile tefrit arasındaki bu savrulma gün geçtikçe ivme kazanıyor? Bu gençler bu ümmetin ana gövdesini oluşturan Ehl-i Sünnet'in hangi delilini ciddi olarak tartışıp çürüttükleri için o ya da bu marjinal çizgiye savruluyor?
Biri "Selef" adına, diğeri "Ümmet'in birliği" söylemini maske edinerek ayağımızın altındaki zemini kaydırıyor. Yanlış yaptıklarını söyleyenleri biri Kur'an ve Sünnet'e muhalefetle, diğeri Ümmet'i bölüp parçalamakla, "mezhepçilik" yapmakla suçluyor.
Kendilerini Mezheb İmamlarından Üstün Görenler!
Yel değirmenlerine saldıran Donkişotlar misali, kendilerini mezheb imamlarından üstün görüp onların kurdukları sistemleri yıkma gayretinde olan çakma müçtehidler, dîne hizmet iddiasıyla aslında dinî bir müesseseyi tahrip etmeye çalışmaktadırlar. Böylece hem kendilerini, hem de kendilerine tâbi olanları helâke sürüklemektedirler.
Sizlerin de malumu olduğu üzere, “Mezhebsizlik, Dinsizliğin Köprüsüdür” cümlesi, yirminci yüzyılda yetişmiş en büyük âlimlerden olan, merhûm Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye aittir ve bu hikmetli söz, onun “Makâlât” kitabında yer alan bir makâlesinin başlığıdır.
Zâhid el-Kevserî bu sözüyle mezhepsizliği, dinsizliğe giden bir köprü olarak telâkki etmiştir. Evet dinsizlik dememiştir lakin hiçbir mezhebi kabul etmemenin, insanı böyle bir âkıbete sürüklediğine de işaret etmiştir.
Çünkü Mezheb; Dinî bir hüküm koymanın, içtihad da bulunup fetvâ vermenin bir kuralı ve sistemidir.
Yani mezheb demek, ilmî bir metod ve sistem demektir; mezhebsizlik ise kuralsızlık ve metotsuzluktur. Bir kurala ve kâideye uymadan yapılan işler ise, karışıklığa ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur.
Dolayısıyla mezheb tanımayan tâifenin, Din hakkında söyledikleri sözler ve ileri sürdükleri hükümler, daha başından yanlıştır ve bâtıldır.
Müslümanlığın Birliğini Bozan Mezhepsizlik Fitnesi
MÜSLÜMANLAR için büyük fenalıklardan biri dinî konularda herkesin kendi kafasından, kendi heva re’yine göre konuşması, ulu orta dinî ve şerî konularda açıklama yapması, hüküm vermesidir.
Bundan kırk, elli sene önce ülkemizde böyle bir kötülük yoktu. Sonra “iyi yetişmemiş” icazetsiz kişiler kafa karıştırıcı, tahripkâr bir çığır açtılar.
Biri çıktı, Reşid Rıza adındaki Arap yazarının Telfik-i Mezahib (Mezhepleri bir araya getirmek, hükümlerini karışık olarak tatbik etmek) kitabını bastırdı. Hem de Diyanet’e bastırttı. Hâlbuki İslâm uleması telfika cevaz vermemiştir.
Bu kapı aralandıktan sonra bunun ardından mezhepsizlik fitnesi ülkemize sokuldu. Aslında bu fikir ve cereyan şu meşhur farmason ve takiyyeci Cemaleddin Efgani’nin çıkarttığı bir şeydir. Adam, Ehl-i Sünnet disiplinini yıkmak, dinin safiyetini bulandırmak için “İşte Kur’an, işte hadisler! Herkes dinini bu ana kaynaklardan öğrensin” diye bir “İctihad çığırı” açtı. Mühendis, doktor, hukukçu, işadamı, terzi, üniversite öğrencisi velhasıl dinî tahsili olmayan her Müslüman eline Kur’an tercümeleri, mealleri, tefsirleri alacak, bunlara ilaveten hadîs kitapları, külliyatları... Bunlara bakarak, bunlardan hüküm çıkartarak dinini öğrenecek. Ne kadar yaldızlı bir hayal. Niceleri böyle kendi kafalarınca hüküm çıkartırken, dinden çıktılar da haberleri olmadı.
KÜFRÜN İSLAM'I ÇÖKERTME PLANI
Etrafımız “ Medeniyet”in defnedildiği makberlerle çevrili. Taftazaniler, Ebussuudlar dünyamızdan çekileli hayli zaman oldu. İlim meclislerinde derinlik, edebiyat oturumlarında lezzet kalmadı. Ne ilimde ne de aksiyonda İslam’ı temsil kabiliyetine sahibiz.
Kur’an imamesine bağlı “ nizam taneleri” bir bir koparıldı. “Kitap” tan uzaklaştıkça “yeksenak” duruşumuz kayboldu. Rekaket önce ilimde başladı. Sonra dinin muhkem kaleleri olan mezhepler tenkit edildi. Onlarda gedikler açılınca hedefe Sünnet alındı. Şimdilerde ise tarihselcilik belası ile Kur’an’ı Kerim buharlaştırılmak isteniyor. Kurgusu oryantalizme ait olan İslam’ı çökertme planı Tanzimat’tan günümüze kadar bu şekilde sahnelendi.
Hadiseyi somut bir örnek çerçevesinde tevsik edelim: Hintli bir Abdullah Çekralevi ( ö.1914) vardı. Nezir Hüseyin Dehlevi’den dersler almış, sıkı bir “ Ehl-i Hadis” ekolü bağlısı olarak yetişmişti. Yani ilk planda sadece mezheplerin münkiriydi.Kur’an ve Sünnet’ten başka otorite tanımazdı. Hadis müdafaası adına yıllarca mezheplerle savaşmıştı.
ÇAĞIMIZIN EN ÖNEMLİ ÇİRKİN BİD’ATI
Çirkin bid’at kapsamına giren fiil ve tutumlar içinde en tehlikeli olanı hangisi olabilir? Hiç şüphesiz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ilkelerine aykırı İslâm anlayışıdır.
Hangi görüntü ve iddia ile ortaya çıkmış olursa olsun, tıpkı geçmişte olduğu gibi Ehl-i Sünnet çizgiye, dolayısıyla doğru İslâm anlayışına aykırı olan her türlü akımın, “bid’at mezhep” olarak nitelendirilmesi gerekir.
İslâm tarihinde Sahabe döneminin sonlarına doğru bazı yanlış inanç ve tutumların ortaya çıktığını biliyoruz. Daha ziyade Akaid ve Kelam ilminin sahasına giren bu inanç ve tutumlar, İslâm’a yabancı din, gelenek ve felsefî sistemlerden kaynaklanmıştır.
Bu dönemde İslam coğrafyasının sınırlarının hayli genişlemesi ve farklı kültür ve dinlere mensup kitlelerin İslâm’a girmeye başlamasıyla, ağırlıklı olarak eski Hint, İran ve Yunan’a ait bazı inanç ve anlayışlar bir kısım müslüman topluluklar üzerinde yıkıcı bir etki yapmaya başlamıştır.
ÇOKLUK İÇİNDE BİRLİK
Müslümanların rahmet yüklü farklılıklarından olan tasavvuf kolları ve mezhepler, ‘çoklukta birlik, birlikte çokluk’ prensibinin en güzel örneklerindendir. Mezhepler değişik zaman ve mekânlardaki ihtiyaçlara cevap vermek amacıyla zuhur etmiş ve böylece zahirde ihtilaf gibi görünen bu zenginlik, İslâm ümmetine muazzam bir hareket kabiliyeti kazandırmıştır.
Arif sufîlerin üzerinde ısrarla durduğu bir ilkeye göre içinde yaşadığımız varlık düzeni, bir çokluk (kesret) alemi olarak yaratılmıştır. İlahî kudretin kendini varlık aynasında görme arzusu olarak özetlenebilecek yaradılış olgusu, ilahî plânın bir parçası olarak çokluk ile birlik (vahdet) arasındaki denge üzerine kuruludur.
Çokluk tevhidi zedeler mi?
İnsandan maddeye kadar uzanan çokluk alemi ilahî birliği teyid etmek için yaratılmış; her şeyin arkasında yatan birlik ise, çokluğa anlam kazandıran bir ilke olarak ortaya konmuştur. Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak, ilahî birlik kendini çokluk aleminin perdeleri arkasına saklamış ve müminlerin kalp gözleriyle perdelerin ötesine geçerek ilahî birliği görmelerini arzulamıştır.
AYRILIK DEĞİL RAHMET KAPIMIZ: MEZHEBLER
Allah nazarında tek din İslâm’dır. Ona inananlar da tek bir ümmet... Bu ümmet arasında Kuran ve Sünnet’le çelişmeyen fikir ve görüş ayrılıkları, bu ümmetin bölük-pörçük bir topluluk olduğunu değil; aksine, düşünen, sıhhatli fikirler üreten, en doğruyu, en güzeli bulma yolunda gayretler sarfeden dinamik zekâya sahip bir topluluk olduğunu gösterir.
İslâm, göklerle kucaklaşan görkemli bir çınar. Kur’an ve Sünnet kökü üzerine yükselmiş, gövdesi Ehl-i Sünnet anlayışı, dalları ise bu anlayıştan doğmuş içtihatlar. Gölgesi, hayatın bütün alanlarını kucaklamakta, huzur ve sükûna kavuşturmakta.
Biz müminlerin Yüce Yaratıcımız’ın hoşnutluğu için yaptığımız hayır ve hasenatlarımız, salih amellerimiz, yüksek ahlâka uygun tavır ve davranışlarımız bu ulvî ağacın meyveleri. Bize ebedî rızık olacak meyveler...
HAK MEZHEBLER BİRER KAPIDIR
Allah’ın rızasını kazanma yolunda müminin önünde engel bir tane değil. Bir taraftan bitmez-tükenmez arzularıyla nefsi, bir taraftan sayısız tuzaklarıyla şeytan, diğer taraftan da kafasını gönlünü karıştırmaya çalışanlar...
Evet; engel çok, yol zahmetli ama nimet de külfete göre. Hatta umduğumuz ilâhî nimet, külfetle mukayese edilemeyecek kadar büyük.
Zorluklarla birlikte kolaylıklar da yok değil. Demiyor mu ki Rabbimiz, “siz bir adım gelirseniz, ben on adım gelirim. Yürüyerek gelirseniz, ben size koşarak gelirim...”
Alemlerin Rabbi işte böylesine büyük şefkat ve merhamet sahibi. Bütün mesele bizim niyet ve talebimizde.
Engel bir tane değil demiştik. Müminlerin Hakk’a giden yolunu kesmede, geçmiş dönemlerde fazlaca etkin olamayan bazı engeller, teknolojinin imkanlarıyla artık kendini daha fazla hissettirebiliyor. Gönlü saf müminlerin kalbine şüphe tohumları ekmeye çalışan bazı iddia ve ithamlardan söz ediyoruz.
Bir mezhep iki imam ehli sünnet ve'l-cemaat...
Muhtelif zamanlarda Ebu Hureyre ve Abdullah bin Yezid'den naklolunan benzer hadisi şeriflerde peygamber efendimiz şöyle buyurdular:
–Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar, Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Ümmetimse yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Sadece biri kurtulacak diğerleri ise cehenneme gidecektir.
Ashab–ı Kiram:
–Ey Allahın resulü o fırka kimdir, diye sorduklarında Resulullah:
–Onlar benim ve ashabımın yolu üzere olanlardır, buyurdu.
Ehli Sünnet uleması yine Enes Radıyallahu Anh'den rivayet olunan "o fırka cemaattir" hadisi şerifi ışığında, ulema o fırkayı "ehlisünnet ve'l–cemaat" olarak ve diğer adıyla kurtuluşa erenler manasında "Fırka'ı–Naciye" olarak isimlendirdi.
İncelendiğinde fırkaların daha da fazlalaştığına şahit olmaktayız, bin yıl önce yaşamış zamanının büyük âlimlerinden ve mezhepler üzerine söz sahibi olan Abdulkahir el–Bağdadi, El–fark beyn'el–Fırak isimli eserinde "bazı ayet ve hadislerde kırk ve yetmiş gibi ifadeler birer tanımlama işareti ve çokluğa kinayedir."
Amelde hak mezhepler ve İmamları...
Ameli mezheplerin itikadi mezheplerden farkı, itikadi mezhepler adından da anlaşıldığı üzere inançlar ile ilgili meseleleri içermesi ve kişinin temiz ve halelsiz bir imana sahip olmasını sağlamışlardır. Ameli mezheplerse ibadet ve toplumsal hareketlerle birlikte hukukta belirleyici unsurdur.
Peygamber Efendimizin irtihali ile birlikte vahiy kesilmiş ve akabinde Kur'an–ı Kerim Hazreti Ebu Bekir'in kısa halifeliği döneminde toparlanarak, düzenleniyor. Hazreti Ömer döneminde ise Mushaf adını alarak kitap halini getiriliyor. Ashab–ı Kiram açıklama gerektiren hususları açıklıyor, insanlara ışık saçmaya devam ettiler.
Bugün mezhepleri inkâr ederek, sünneti reddeden, hadisleri kabul etmeyenlerin amacı ne olabilir? Şunu unutmamak gerekir ki; sünnetin ravileri aynı zamanda da Kur'an'ın da ravileridir. Bu gün sünnet dil uzatan zındıklar yarında dillerini Kur'an'a uzatacaktır. Peygamber efendimizden sonra, peygamber tarafından getirilmiş olan haberler hakkında fikir yürütmeyen ve yorum yapmadan halisane inanan ve peygamber sünneti ile amel eden büyük bir Müslüman topluluk vardı.
TARÎKATLAR VE MEZHEPLER
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında tarîkat ve mezhep var mıydı?' diye çokça sorulmaktadır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz zamanında Cenâb-ı Hakk'ın emirleri Peygamberimiz (a.s.) ve O'nun sahâbîlerinin nefislerinde tatbik edilip yaşanıyordu. Ashâb-ı Kiram, ilâhî mesaj olarak gelen âyetleri onar onar ezberleyip nefislerinde uyguluyorlardı. Böylece onlar hem öğreniyor, hem de Kur'ân-ı Kerîm âyetleriyle amel ediyorlardı.
Bir gün sahabeden üç kişi Hz. Rasûlullah (s.a.v.)'in evine gelerek, Hz. Âişe annemize sordular:
"Biz Rasûlullah (s.a.v.)'in bütün hallerine vakıf olamıyoruz. Bize evdeki hallerinden bahseder misin?"
Bunun üzerine Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle dedi:
"Siz Kur'ân-ı Kerîm'i okumuyor musunuz? O'nun bütün hali Kur'ân-ı Kerîm'dir, bilmiyor musunuz?"
MEZHEBSİZLİK TEHLİKESİ VE HAK MEZHEBLER
Mezhebleri Kim Tartışıyor?
Günümüz İslam Dünyasında en çok tartışılan dini meselelerin başında, bir mezhebe bağlı olmak konusu geliyor. Özellikle oryantalistlerden etkilenen bir zümre var ki, mezheb kelimesini duyduklarında hemen karşı çıkarak; “Ne gerek var canım bir mezhebe uymaya? Hz. Peygamber zamanında mezheb mi vardı sanki? Eski alimlere uymaya ne gerek var, biz de alimiz, elimizde hadis var, Kur’an var, biz anladığımız gibi hüküm verir, ona göre amel ederiz” diye cesurca (!) bir tavır sergiliyorlar.
Kendilerini ‘alimler üstü’ gören, ancak gerçekte Sahabe ve Tabiin’den başlayarak oluşan İslam ilmi geleneği içerisinde bir yerleri olmayan böyle kimselere, olsa olsa ‘din bilimi araştırmacısı’ veya ‘din-bilim adamı’ denilebilir. Aldıkları akla ve felsefeye dayalı ‘teoloji’ (din bilimi) eğitimi ile Kur’an-ı Kerim’i kendi ‘modern’ anlayışlarına göre yorumlayıp, hadislerden sadece işlerine geleni kabul etmektedirler.
İslami ilim usulüne göre ilmî yeterlikleri olmadığı halde, mezhebleri, Kur’an ve Sünnet dışı birer ayrılık unsuruymuş gibi gösteren bu kimseler, bu halleri ile de İslam’ı içten çökertmeye çalışan müsteşriklere hizmet etmektedirler. Elbette, her ilahiyat (teoloji) eğitimi alan kişinin aynı durumda ve görüşte olduğunu söylemek doğru değildir.
DOĞRU, HİÇ BİR ŞEY YENİ DEĞİLMİŞ !...
Pakistan’ın Karaçi şehrinde bulunan , El Mektebetu’l- Fârûkıyye namında bir yayın evinin neşrettiği, “Vakfe Me’a l – Lâ Mezhebiyye” isimli, Muhammed Ebû Bekir Ğâzî Fûrî tarafından, Arapça olarak yazılan bir kitap aldım. Yenilerde yayınlanmış. Hindistan ve Pakistan coğrafyasındaki, herhangi bir Mezhebin usûlünü benimseyip o çizgiden gitmeyi reddeden, Mezhebe uymayı, sapıklık ve bid’atçılık sayan, kendilerine, Ehl-i Hadîs, Ehl-i Sünnet, Ehl-i Eser ve Selefiyyûn isimlerini takan, başkalarının ise, onları, Mezhebsizler veya Vehhâbîler diye isimlendirdiği, Mezheb tanımayanlar Mezhebi, yani, Kur’an ve Sünneti belli bir usul ile değil de, usulsüzlük usulü ile anlayanlar ve anlatanlar taifesine karşı yazılan, onları, Suud’daki Vehhâbîlere veya kendilerine “Selefiler “diyenlere ihbar eden bir kitap. Aynı çoğrafyadaki, “Duyûbendîler” isimli, “Mutedil Hanefîliğ”i sürdüren ilim medresesine karşı yazılan, ama, anlaşıldığına göre, bir hayli de iftira ve karalamayı bulunduran kitaba karşı, tamamen değilse de, büyük ölçüde benzer bir üslup ile yazılan bu “Vakfe Mea’l-Lâ-Mezhebiyye” yani, mezhepsizlerle bir otur(up hesaplaş)ma namındaki kitabın yazarı, belli ki bir çok doğrularla bir çok yanlışları harmanlamış. Hınçla ve hışımla, bir hayli de intikam hissiyle kaleme alındığı görülen kitabın yazarının muhakkık bir âlim olmaktan çok, ateşli bir taraftarlık vasfı öne çıkmakta. Haklı olduğu hususları müdafaa edeyim ve bir takım yanlışları göstereyim derken, bir çok doğruları da yerle bir etmekte...
Kıyas ve ictihad ne demektir
Sual: Âyet ve hadis varken ictihad yapılamayacağına göre, imam-ı a’zam niçin kıyas yaptı?
CEVAP
Önce kıyas ve ictihadın tarifini yapalım:
Kıyas; Bir şeyi başka şeye benzetmek demektir. Fıkıhta, nasstan anlaşılmayan bir şeyin hükmünü, bu şeye benzeyen başka şeyin hükmünden anlamak demektir. Haşr suresinin, (Ey ilim sahipleri itibâr edin) manasındaki 2. âyet-i kerimesi, (Bilmediklerinizi, bildiklerinize kıyas edin) demektir. İtibâr, benzetmek demektir. (Menâr şerhi)
İctihad; Âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden, manaları açıkça anlaşılmayanları, açıkça bildirilen diğer hükümlere kıyas ederek, benzeterek, bunlardan çıkarılan yeni hükümlere ictihad denir. Kıyas, yani ictihad yapabilecek derin âlimlere “Müctehid” denir. Bu benzetme işine “İctihad” denir. Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin “Mezheb”i denir. İctihad, gücü, kuvveti yettiği kadar, zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir. İctihadda yanılmak da günah değildir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Âlim, ictihadında hata ederse bir, isabet ederse iki sevap alır.) [Buhari]
Dinimizdeki dört delil ve dört mezhep
Sual: Dört hak mezhebin, dört imamına tâbi olmanın vacip olduğu söyleniyor. Bunun delili nedir?
CEVAP
Dinimizde dört delil vardır. Mezhebe uymak bu dört delilden birisinde varsa mesele yoktur. Dört mezhebe uymak, bir değil dört delilde de vardır:
1- Hicri birinci asırdan, bugüne kadar, yani 14 asır bütün Müslümanlar, bu dört imamı taklit etmişler. Bunlara itaat etmekte icma hasıl olmuştur. İcma’ya uymak ise vaciptir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Ümmetim[in âlimleri] dalalet olan bir şeyde icma yapmaz!) [İ.Ahmed]
(Allahü teâlânın rızası, icmadadır. Cemaatten ayrılan, Cehenneme gider.) [İbni Asakir]
(Cemaatten ayrılan, yüzüstü Cehenneme düşer.) [Taberani]
(Ümmetim[in âlimleri], hiç bir zaman dalalette icma yapmazlar. İhtilaf olunca sivad-ı a'zama [Ehl-i süünet âlimlerin ekseriyetinin bildirdiği yola] tâbi olun!) [İbni Mace]