İSLAMİ İLİMLERİN VARLIK SEBEBİ

Alimlerin ve onların geliştirip sistemleştirdiği İslâmî ilimlerin, Allah'ın Kitabı ile inananlar arasına girdiğini, İslâmın saf, arı-duru halini bozduğunu söylemek hayli zamandır pek moda. Bu görüşe göre alimler , imamlar, ilimler olmasa, İslâm en katıksız haliyle anlaşılacak, yaşanacak. Acaba sahiden öyle mi olacak?

Yazıya, günümüzde hemen hepimizin sıklıkla karşılaştığı bir söylemden hareket ederek başlayalım: “Elimizde Kur'an (bazıları buna görünüşte Sünnet'i de ekler) varken başka bir şeye ihtiyacımız yoktur. Kur'an, ihtiyacımız olan her şeyi açık biçimde ihtiva etmekte iken, araya sokulan başka unsurlar bizi asıl kaynağa doğrudan ulaşmaktan alıkoymakta ve kaynakla aramızda birer engel teşkil etmektedir.”

Din anlayışımızı yeni baştan şekillendirmemizi teklif eden bu söylemde yer alan “başka unsurlar”ın iki anlamı vardır: 1) Ulema, 2) Kur'an ve Sünnet'i hakkıyla anlayabilmek için ulemanın geliştirdiği İslâmî ilimler.

Ne zaman Kur'an ve Sünnet'i gereği gibi anlayabilmek için ulemaya ve İslâmî ilimlere ihtiyaç bulunduğu söylense, yukarıdaki görüşü dillendirenler buna şiddetle itiraz etmekte, hatta işi “şirk ithamı”na kadar vardırmaktalar.

Akademik ünvanların desteğinde cazip bir dil ve parlak bir üslup kullanıyor, halkın şöyle düşünmesini istiyorlar: Adına “ alim ” denen insanlar geçmiş devirlerde Din'i kendi şartlarında anlamış ve yorumlamışlardır. Onların bu anlayış ve yorumları İslâmî ilimleri oluşturmuştur. Günümüz dünyasında o alimlerin söyledikleri miadını doldurmuş durumdadır. Şimdi değişen şartlar ve ahval doğrultusunda Din'i yeniden yorumlamak gerekir. Üstelik onların yaptığı, büyük ölçüde Din'i zorlaştırmaktan, Din'in ana kaynaklarıyla aramıza engeller koymaktan ibarettir.

Değil mi ki Kur'an kendisini “apaçık bir Kitap” olarak nitelendirmektedir? Şayet onu anlamak için özel bir eğitimden geçmek veya birtakım ilimleri bilmek gerekliyse, onun kendisini bu şekilde tavsif etmesinin ne anlamı olabilir?

Benimseyenlere, “geleneğe başkaldırma”nın keyfini yaşatması, birtakım kayıt ve bağlardan kurtulup “özgürlüğe kavuşma” hissini tattırması dışında bu söylemin kıymet-i harbiyesi nedir? Cevabını arayacağımız soru bu.

Kur'an'ın “apaçık bir Kitap” olması ne demek?

Bahse konu ettiğimiz söylemin en gözde delillerinin başında, Kur'an'ın, kendisini “apaçık bir Kitap” olarak tavsif etmesi geliyor. Meselenin böyle “mutlak” bir ifadeyle kapatılamayacak kadar önemli açılımları bulunduğunu söylemeye kalkıştığınızda hemen “Kur'an'a muhalefet etmek ve Allah'ın mesajıyla insanlar arasına engeller koymaya çalışmak”la suçlanıyorsunuz.

Acaba işin doğrusu ne?

Kur'an'ın kendisini “apaçık bir Kitap” olarak tavsif ettiği doğru (mesela bkz. Bakara, 99; Hicr, 1; Şuarâ , 2…). Ama bizzat Kur'an'da müşahede ettiğimiz başka doğrular da var. Bunları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:

1. Kur'an, nazil olduğu dönemden bu yana insanoğlunun karşılaştığı her türlü problemin birebir çözümünü açık bir şekilde ihtiva etmekte midir? Bu soruya “evet” cevabı vermek mümkün olmadığına göre, “Kur'an'ın apaçık bir Kitap” olmasının, insanoğlunun karşılaştığı ve karşılaşacağı bütün meselelerin birebir çözüme kavuşturduğu anlamına gelmediği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Burada muhtemel bir yanlış anlamanın önüne peşinen geçmiş olmak için hemen bir parantez açalım: Yukarıda, “Kur'an, insanoğlunun meselelerine ‘birebir' çözüm getirmemektedir” dedik. Bu, meselelerin çözümünün Kur'an'da kimi zaman somut biçimde, kimi zaman da ilke düzeyinde verildiği gerçeğini göz ardı ettiğimiz anlamına gelmemektedir. Burada kasdımız, her türlü meselenin somut çözümünün bir “şablon” olarak Kur'an'da yer almadığını anlatmaktır.

2. Bir önceki maddede ifade ettiğimiz gerçek karşısında şöyle bir muhtemel itiraz ileri sürülebilir: “Kıyamete kadar vuku bulmuş ve bulacak bütün meselelerin tek tek çözümü Kur'an'da mevcut değildir, bu doğru. Ama bu durum, Kur'an'ın kendisini “apaçık bir Kitap” olarak tarif ettiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Bu demektir ki, Kur'an'da hiçbir kapalılık, anlaşılmazlık yoktur ve Kur'an'da yer alan her ayet, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilir yapıdadır.”

Bu itiraza şöyle mukabele ederiz:

Kur'an'ın kapağını açıp sureler ve ayetler arasında arı-duru bir zihin yapısıyla gezinmeye başladığımız vakit göreceğiz ki, bu “apaçıklık” durumu, bütün ayetler için geçerli değildir.

Söz gelimi Kur'an'da bazı surelerin başında “huruf-u mukattaa” dediğimiz birtakım harfler bulunduğunu biliyoruz ve bunların anlamı konusunda insanlar tarafından son söz hiçbir zaman söylenemeyecektir. Demek ki Kur'an, “huruf-u mukattaa” noktasında “apaçık bir Kitap” değildir.

Yine Kur'an, ihtiva ettiği ayetler arasında “muhkem” olanlar yanında “müteşabih” olanların da bulunduğunu (bkz. Âl -i İmran, 7) haber vermektedir. Eğer “Kur'an'ın apaçık bir Kitap” olduğu vakıasını, ihtiva ettiği her ayet hakkında geçerli kabul edersek bu durumu nasıl açıklayabiliriz? İlgili ayetin ifadesinin nerede bittiği konusundaki ihtilaftan sarf-ı nazar ederek konuşacak olursak, ister müteşabih ayetlerin anlamının sadece Allah Tealâ tarafından bilindiğini söyleyelim, isterse “ilimde rüsuh sahibi olanlar”ın da bu ayetlerin anlamına vakıf olabileceği görüşünü kabul edelim, problem varlığını sürdürmeye devam edecektir. Zira ikinci ihtimali kabul ettiğimiz takdirde bile Kur'an'ın bazı ayetlerinin sadece belli insanlar tarafından anlaşılabilecek bir yapıda olduğunu söylemiş oluruz ki, bu da “Kur'an'ın apaçık bir Kitap” olmasının her ayet hakkında geçerli bir durum olmadığını itiraf etmek demektir.

3. “Kur'an'ın apaçık bir Kitap” olduğu söylenirken, ilmî ve kültürel seviyesi ne olursa olsun her okuyanın Yüce Allah'ın muradını tam olarak rahatlıkla anlayabileceği kasdedilir ki, konu hakkında işlenen en önemli hata belki de budur.

Mesela Hz. Ömer r.a. gibi büyük bir sahabinin bile bazı ayetlerin/kelimelerin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda başkalarının görüşüne müracaat etmek zorunda kaldığını biliyoruz. Kaynaklar onun, Abese, 31 ayetindeki “ebbâ”, Nahl, 47 ayetindeki “tahavvuf” ve Nisâ , 12 ve 176 ayetlerindeki “kelâle” kelimelerinin ne anlama geldiğini bilmediğini ve başkalarına sorduğunu nakletmektedir. (Belirttiğimiz ayetlerin tefsirlerine bakılabilir.)

Yine tefsirlerde ve Ulûmu'l-Kur'an kitaplarında Sahabe'den pek çok kimsenin, manasını anlamadığı kelimeleri/ifadeleri bizzat Efendimiz s.a.v.'e sorarak öğrendiğini anlatan rivayetlerin varlığından haberdarız. Konuyu fazla uzatmış olmamak için ayrıntıya girmeyeceğiz.

Bütün bunlar bize açık bir şekilde göstermektedir ki, Sahabe gibi Hz. Peygamber s.a.v.'in eğitim ve terbiyesinde yetişmiş, fasih Arapça konuşan ve Arap dilinin bütün inceliklerine vakıf olan neslin bile bazı ayetlerin (veya ayetlerdeki kelimelerin) manasını anlamadığı oluyordu.

Öte yandan Kur'an'da “mücmel” (tafsilatı verilmeyen) ayetler bulunması da konumuz açısından önemli bir vakıadır. Mesela namazı ve zekâtı emreden ayetler böyledir. Namazın nasıl, ne vakit ve kaç rekât kılınacağı... ile zekâtın ne miktar, ne zaman ve ne şartlarda verileceği soruları Kur'an'da açıklığa kavuşturulmamıştır. Öyleyse bu ve benzeri konulardaki mücmel ayetlerin “apaçık” olduğunu söylemenin pratik bir anlamı bulunmadığını kabul etmek zorundayız.

Kur'an bizi neye yönlendiriyor?

Meselelerimizin birebir somut çözümü için kendimizi Kur'an ayetleriyle sınırlandırmanın doğru olmadığını ve Allah Tealâ'nın da bizden böyle bir şey istemediğini hem bizzat Kur'an'a dayanarak, hem de pratikten hareketle söylemek zorunda olduğumuza göre, başka hangi kaynaklara başvurabiliriz?

Kur'an'da Hz. Peygamber s.a.v.'e itaati emreden ve O'na muhalefeti yasaklayan pek çok ayet bu konudaki en temel açılımı önümüze koymaktadır. Bir diğer ifadeyle, Kur'an'ın ya hiç değinmediği veya değindiği halde kısa/kapalı geçtiği hususlarda yine bizzat Kur'an'ın emir ve yönlendirmesiyle Sünnet'e başvurmak durumundayız.

Hadis kaynaklarında Hz. Peygamber s.a.v.'in Kur'an ayetlerinin izah, tefsir ve beyanı sadedinde varit olmuş pek çok rivayet bulunduğunu biliyoruz. Bu rivayetler bize “Kur'an'ın en yetkili müfessiri” olan Efendimiz s.a.v.'in, vahyin ilk elden muhatabı ve vahyi açıklamakla görevli elçi olarak Kur'an dışı bir vahiy türüyle Kur'an'ı tefsir ve beyan ettiğini göstermektedir.

Buradaki “Kur'an dışı vahiy” kaydı son derece önemlidir. Kıyâme Suresi 18-19 ayetlerinde Kur'an'ın beyanının bizzat Yüce Allah tarafından yapılacağı vurgulanmaktadır. Beyana muhtaç Kur'an ayetlerinin tümünün yine bizzat başka Kur'an ayetleri tarafından beyan edildiğini söyleyemeyeceğimize göre, bu ayetlerin beyanının Kur'an dışı bir vahiyle Efendimiz s.a.v.'e bildirilmiş olduğunu söyleme zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.

Keza Kur'an'ın beyan edilmesinin Hz. Peygamber s.a.v.'e verilmiş bir görev olduğunu ifade eden ayetler (örnek olarak bkz. Nahl, 44) de burada zikredilmelidir. Eğer Kur'an'ın “apaçık bir Kitap” olmasını, bütün ayetlerin herhangi bir izah ve beyana gerek duyulmadan herkes tarafından anlaşılabileceği şeklinde anlamak doğruysa, o zaman Hz. Peygamber s.a.v.'e Kur'an'ı beyan etme görevi veren ayetlerin ne anlamı olabilir? Dolayısıyla burada ya Hz. Peygamber s.a.v.'in, zaten açık olan ayetleri yeniden açıklamak gibi fuzuli ve gereksiz bir işle iştigal ettiğini -hâşâ- söyleyecek, ya da Kur'an'ın bazı ayetlerini ancak O'nun açıklamaları sayesinde gereği gibi anlayabileceğimizi itiraf edeceğiz demektir.

Kur'an'ın bizi yönlendirdiği ikinci önemli merci “ alimler /bilenler”dir. (Zümer, 9; Nahl, 43; Fâtır, 28…) Kur'an'ın, Yahudi ve Hristiyan alimlerin Tevrat ve İncil üzerinde yürüttüğü tahrif faaliyetini sık sık gündeme getirmesi, ilim adamı sınıfının öneminin tersinden vurgulanması anlamına da gelir. Yani kitleleri doğruya sevk eden de, yanlışa yönlendiren de, “rehber” konumundaki ilim sahipleridir.

İşte bu gerçek, dikkatlerimizi, Kur'an'ın hakkıyla anlaşılması meselesinde ulemanın fonksiyonuna, yani İslâmî ilimlere çekmektedir.

İslâmî ilimlerin ortaya çıkışı ve vazgeçilmezliği

Yukarıdan beri (olabildiğince kısa bir şekilde) özetlemeye çalıştığımız durum muvacehesinde şu tesbitleri yapmak kaçınılmaz olmaktadır:

Kur'an'ı gereği gibi anlamak, başta Hz. Peygamber s.a.v.'in açıklamaları olmak üzere, kıraat vecihleri, Sahabe'nin izahları, Arap dili, nüzul sebepleri... ve daha pek çok hususu bilmeye bağlıdır

Ulema, Kur'an'ın doğru anlaşılması için vazgeçilmez olan bu ilimleri Sahabe döneminden başlayarak belli bir tedricî gelişim içinde sistemleştirmiş ve uzun yıllar, hatta yüzyıllar süren gayretler neticesinde İslâmî ilimler bugünkü kıvamına kavuşmuştur.

Tefsir ilmi

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber s.a.v ., vahyin kendisine yüklediği tebliğ görevine paralel olarak vahyi “beyan” görevini de yerine getirmiştir. İşte bu “beyan” görevi, aynı zamanda Kur'an'ın ilk ve bağlayıcı tefsirinin Hz. Peygamber s.a.v. tarafından yapıldığı anlamına gelmektedir.

Müfessirler, gerek Hz. Peygamber s.a.v.'in açıklamaları, gerekse Kur'an'ın anlaşılması için zaruri olan diğer disiplinlerden istifade ederek Tefsir ilmini oluşturmuş ve bu sahada ölümsüz eserler bırakmışlardır. Tefsir ilminde yukarıda zikrettiğimiz hususlar yanında Sahabe görüşleri ile müsbet ilimler de devreye sokulmuş ve böylece “rivayet tefsiri” ve “dirayet tefsiri” şeklinde ikiye ayırdığımız tefsir ilmi vücut bulmuştur.

Arap dilinin yapısından kaynaklanan bazı durumlarda bir kısım ayetlerin birkaç anlama gelebildiğini, ayetler ve sureler arasında belli bir uyum, insicam ve ahenk bulunduğunu, ayetler arasındaki nasih-mensuh ilişkisini, ayetlerin delalet şekilleri ve gramatik özellikleri gibi daha pek çok meseleyi Tefsir ilmi sayesinde kavrayabiliyoruz.

Hadis ilmi

Bilindiği gibi Hz. Peygamber s.a.v ., Kur'an'ın yönlendirmeleri doğrultusunda hayatın her alanını kucaklayan evrensel bir önderlik ve örneklik ortaya koymuştur. İtikadî ilkelerden, birey ve toplum hayatına ve edep/ahlâka kadar İslâm dininin çerçevelediği bütün hususlar Sünnet'te en ideal şekliyle fiilî olarak ortaya konmuştur. Müminler, bizzat Kur'an'ın direktifleri doğrultusunda Hz. Peygamber s.a.v.'e uymakla ve hayatı O'nun örnekliğinde yaşamakla mükellef olduğuna göre şunu söylemek zorundayız: Allah Tealâ'nın bizden istediği hayat tarzı, ancak Hz. Peygamber s.a.v.'in ortaya koyduğu pratiği izlemekle mümkündür.

Yukarıda da söylediğimiz gibi Kur'an'ın, Hz. Peygamber s.a.v.'e yüklediği “beyan” görevi sebebiyle O'nun açıklamaları olmadan Kur'an'ın murad-ı ilahîye uygun olarak anlaşılması mümkün değildir.

Hz. Peygamber s.a.v.'in hangi konuda ne söylediği ve neyi nasıl yaptığı ancak Hadis rivayetlerinin belli bir ilmî disiplin çerçevesinde ele alınması ile öğrenilebilir. Dolayısıyla Kur'an'ın hakkıyla anlaşılması, Sünnet'in hakkıyla anlaşılmasını zorunlu kılmaktadır.

Kelam/Akaid ilmi

Amellerimizin ve yaşantımızın makbul ve ebedi kurtuluşumuza müncer olabilmesi, hiç şüphesiz sahih/doğru bir inanca/itikada sahip olmamıza bağlıdır. Kısaca “Amentü” cümlesi ile formüle edilmiş olan itikad ilkeleri İslâm'ın temelidir ve itikad alanı en küçük bir yanlışı kaldırmayacak kadar hassastır.

Hicri II. yüzyılın ortalarından itibaren birçok itikadî fırkanın İslâm dünyasında boy göstermeye başlamasıyla birlikte Akaid/Kelam sahasında yüzyıllar süren ateşli tartışma ve cedel ortamlarının varlığını müşahede ediyoruz.

Ehl-i Sünnet Kelam alimlerinin ortaya koyduğu ölmez eserler sayesinde, sözünü ettiğimiz (Haricîlik, Şia, Mu'tezile, Cebriye... gibi) bid'at fırkaların görüşleri tesirsiz hale getirilmiş ve etkileri kırılmış, böylece Ümmet'in günümüze kadar sırat-ı müstakim üzere yürümesi sağlanmıştır.

Bu bid'at fırkaların istisnasız her birinin, kendi görüşlerini dayandırdığı Kur'an ayetleri mevcuttur. Bu durum önümüze şöyle bir manzara koymaktadır:

Eğer Kur'an ayetleri herkesin aynı şekilde anlayacağı kadar açık ise, bu kadar itikadî fırka nasıl olup da birbirine zıt görüşlerini Kur'an ayetleriyle destekleyebilmiştir?

Fıkıh ilmi

Kur'an ve Sünnet'in bizden istediği hayat tarzının yaşanması, öncelikle bu iki kaynağın doğru biçimde anlaşılmasına bağlıdır. Bu “doğru anlama” faaliyeti ise sistemli ve bilinçli bir gayreti gerekli kılar. Ulema bunun için, “anlama metodu” demek olan Usul-i Fıkıh ilmini ortaya koymuş, bu ilmin kriterlerini ve ilkelerini belirlemiştir.

Burada iki yönlü bir faaliyetin varlığı dikkat çekmektedir: Birincisi Kur'an ve Sünnet nasslarının yapısı, hitap şekilleri, doğrudan ve dolaylı anlatım tarzları ile hükümlere delalet biçimleri üzerindeki çalışmalardır. İkincisi ise hakkında belli ve özel bir nass (ayet, hadis) bulunmayan hususlarda nasıl hareket edileceğini belirleyen ilkelerin tayinidir.

Daha sonra bireysel ve toplumsal alanlara tekabül eden nasslardan Usul-i Fıkıh ilmi doğrultusunda hüküm çıkarma faaliyeti gelir ki, “Fıkıh ilmi”nin iştigal sahasını bu nokta oluşturmaktadır.

Fıkıh sahasında faaliyet gösteren ulemanın kendi aralarında dereceleri vardır ki, bunların en başında Mutlak Müçtehid olan alimler, en sonunda ise Taklid Ehli ulema gelir. Bunların ve aralarındaki kademelerde yer alan alimlerin her birinin fonksiyonları belli kitaplarda açıklığa kavuşturulmuştur.

Kur'an'ın ihtiva ettiği “ahkâm ayetleri”nin nasıl anlaşılması gerektiği, mesela “şunu yapın” tarzındaki emirlerin kesin vücubiyet mi, yoksa teşvik mi ifade ettiği; keza “şunu yapmayın” tarzındaki yasakların haramlık mı, yoksa daha hafif bir sakındırma mı ifade ettiği ancak Usul bilgisi ve Fıkıh melekesi ile bilinebilir.

İlgi çekici bir örnek zikredelim: Bir ilahiyat profesörü “Kur'an'da yer alan bütün emirler farziyet ifade eder” demişti. Bu tesbit doğru kabul edildiğinde, “Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için” (Bakara, 187) ayetinde yer alan emir ifadesi gereğince, sahur yemeği yemenin farz olduğunu söylememiz gerekir. Oysa sahur yemeğinin farz olmadığı herkesin malumudur…

Tasavvuf ilmi

Şüphesiz bir biçimde biliyoruz ki Kur'an-ı kerim bize itikadî ve amelî konular kadar ruh terbiyesi, edep, ahlâk ve takva ile ilgili hususları da öğretmiştir ve bunların önemi diğerlerinden aşağı değildir. İslâm, ancak bütün yönleriyle hayata aksettiği zaman tam anlamıyla yaşanmış olur ve yine ancak bu takdirde hayatımızda kendisinden beklenen tesiri icra edebilir.

Kur'an ayetleri arasındaki zahir-batın dengesinin keşfi ve kalbî/ruhî hayatın tanzimi ancak konuya belli bir sistem dahilinde bakılması ile mümkün olur.

Tefsir, Hadis, Kelam ve Fıkıh ilimleri hayatımızın dış cephesinin ilahî rıza doğrultusunda şekillenmesini sağlarken, Tasavvuf ilmi de içimizin, kalbî ve ruhî hayatımızın arzu edilen kıvama gelmesini temin eder. Dolayısıyla Tasavvuf'suz bir hayat, sadece dış cephesi süslenmiş bir binaya benzer. Bizler, evlerimizin dış görünüşünün güzel olmasına dikkat ederiz; ancak evin bize lazım olan esas kısmı içerisidir. Hayatımızın büyük bir bölümünü iç mekânlarda geçirdiğimiz için asıl süslenmesi ve yaşanabilir hale getirilmesi gereken yer, iç mekânlardır.

Kelam ve Fıkıh gibi ilim dallarının ilgi sahasına giren ayetler nasıl ancak bu ilim dallarının sistemleri vasıtasıyla anlaşılabiliyorsa, Tasavvuf'un ilgi sahasına giren ayetler de ancak bu ilim dalının ortaya koyduğu sistemle bir bütün olarak anlaşılabilir. Diğer ilim dallarında olduğu gibi Tasavvuf'ta da ilgili ayetlerin anlaşılması, Hz. Peygamber s.a.v.'in Sünneti ve hadisler temelinde olacaktır.

Sonuç

Her biri hakkında kütüphaneler dolusu müstakil kitaplar yazılmış bulunan bu ilim dalları hakkında yukarıda verdiğimiz son derece kısıtlı malumat doğrultusunda konu hakkında kısa bir değerlendirme yapalım.

Şurası bilinmelidir ki, İslâm alimlerinin bütün bu ilim dallarında ortaya koyduğu birikim, tesadüfen oluşmuş ya da tarihin belli bir döneminden sonra kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Bu ilim dallarının her biri, temel metot ve hareket tarzlarını Hz. Peygamber s.a.v.'in, ashabına yönelik yönlendirme ve uygulamaları oluşturmuştur. Bu itibarla söz konusu ilim dallarının her birinde gördüğümüz hoca-talebe ilişkisi, kesintisiz biçimde Sahabe'ye ve onlar vasıtasıyla Hz. Peygamber s.a.v.'e kadar uzanır.

Dolayısıyla bu ilim dallarının her biri, Kur'an'ın doğru anlaşılmasını ve yaşanmasını temin eden alternatifsiz vasıtalardır. Onlar olmadan Kur'an'ın, murad-ı ilahîye uygun biçimde anlaşılması da yaşanması da mümkün değildir. “İslâm akıl dini değil, nakil dinidir” şeklindeki söz de ancak bu şekilde doğru bir zemine oturabilir.

Bu ilim dallarında faaliyet göstermiş olan ulemanın tümü (hepsini minnet ve rahmetle anıyoruz) sadece Allah Tealâ'nın rızasını gözeterek hareket etmiş ve O'nun muradını keşfetmenin peşinde olmuştur.

Günümüzde siyasî/ideolojik saiklerle ya da şöhret ve etiket hırsıyla hareket eden birtakım zevatın, bu ilim dalları hakkında muhtelif söylemlerle şüphe ve tereddütler oluşturmaya çalıştığı hepimizin malumu. Kur'an'ın, bu ilim dalları ve onlara vücut veren ulema olmaksızın da anlaşılıp yaşanabileceği (hatta ancak onları aradan çıkararak doğru biçimde yaşanabileceği) iddiası, bu ilim dallarının mahiyet ve karakteri hakkında bir parça malumat sahibi olan hiç kimse tarafından ciddiye alınmamaktadır. Ortaya çıkış biçimleri, mahiyetleri ve orijinaliteleri hakkında pek çok şey söylemek mümkün olmakla birlikte bu ilim dalları hakkında oluşturulmaya çalışılan şüphelere karşılık burada bir tek şey söylemeyi tercih edeceğiz:

Acaba Kur'an'ın ilahî koruma altında olması demek, sadece metninin tahriften korunması demek midir? Kur'an ayetlerinin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda ortada yüzlerce-binlerce farklı yorumun bulunması halinde önümüzde şöyle bir manzara bulunacaktır: Elimizde metni korunmuş, ama bize ne dediği belli olmayan bir metin var; herkes onu dilediği biçimde anlayıp yorumluyor !!.

Allah Tealâ'nın bize Kur'an'ı gönderirken murad ettiği gerçekten bu mudur? Yoksa onun nasıl anlaşılması gerektiği konusunda (mesela Sünnet'e ve “bilenler”e müracaat etmek gibi) bazı sabit ölçüler mi vardır?

Elbette Kur'an'ın korunması demek, sadece metninin korunması demek değildir. Aynı zamanda onun murad-ı ilahîye uygun olarak nasıl anlaşılabileceği ve nasıl yaşanabileceği de değişmez ilkelere bağlanmıştır. İşte İslâmî ilimlerin vücut bulduğu nokta burasıdır…



Kaynak: Semerkand Dergisi