Muhammed Aleyhisselâmın Peygamber Olduğu İsbât Edilmektedir
Yapılması emrolunan işlerde, hâdiselerde birçok faydalar olur ki, akıl bunu anlıyamaz. Hattâ, bu faydaların var olduklarına inanmaz. Bunların varlıklarını gösteren alâmetleri bildireceğiz. Bazı ilâcların az miktarları, bazı insanları öldürdükleri hâlde, daha çok miktarları, başkalarına zarar vermiyor. Tecrübe ile anlaşılmış olan bu hâle çok kimse inanmaz. Aksini isbât etmeye kalkışır. Peygamberlerin varlığına inanmıyan ve bunun için bir takım sebepler ileri süren eski yunan felsefecileri ve maddeye tapanlar da böyledir. Onlar, Allah ve Peygamber ve cin, melek, Cennet, Cehennem hakkındaki bilgileri, akıllarının erebildiği şeyler gibi sanıyor ve bu tasarladıkları şeyleri inkâr ediyorlar. Hiç rü'yâ görmemiş olana, rü'yâ anlatılsa ve bütün hislerin, aklın ve düşüncenin durduğu bir hâl vardır ki, insan bu hâlde iken aklın eremediği şeyleri görüyor denilse, inanmaz. Böyle şey olamaz der. Eğer denilse ki, dünyada küçük birşey vardır. Bir şehre konulsa, şehrin hepsini yir. Sonra, kendini de yir denilse, hemen, böyle şey olamaz cevabını verir. Hâlbuki bu sözler, ateşi, yangını tarif etmektedir. Dinlere ve âhıret hayatına inanmıyanlar da bunun gibidir. Doğru sözlü olup olmadığı bilinmiyen bir fen adamı, kendi zan ve şüphesi ile, belli zamanda, bir felaket olacağını haber verince, buna inanıyor ve gerekli tedbirleri alıyorlar da, doğruluğu ile meşhûr olan ve mucizeler gösteren bir Peygamberin haber verdiği dünya ve âhıret tehlikelerine inanmıyorlar. Çok acı ve sonsuz azâblara yakalanmamak için, tedbîr almıyorlar. Peygamber tarafından, faydaları bildirilmiş olan ibâdetleri, çocuk oyununa, deli hareketlerine benzetiyorlar.
Suâl: Felsefecilerin, maddecilerin ve tabîblerin haber verdikleri faydalı şeyler, tecrübe ederek anlaşıldığı için, bunlara inanılır. Bu ibâdetlerin faydaları tecrübe edilmediği için, inanılmıyor.
Cevap: Fen adamlarının tecrübelerine, işitilerek inanılmaktadır. Evliyânın bildirdikleri ve tecrübe ettikleri şeyler de, böyle işitilmektedir. İslâmiyetin bildirdiği çok şeylerin faydaları de görülmekte, tecrübe edilmektedir.
[Hâlbuki fen adamlarının, doktorların tecrübe ederek faydalı olduklarını anladıkları ve herkesin, bunlara inanarak kapıştıkları, çok para vererek satın aldıkları bazı teknik ve tıbbî ilâcların zararlı oldukları sonradan anlaşılıyor. Bu ilâcların ismleri listeler hâlinde sağlık müdürlüklerinden eczahânelere bildirilerek, satışları yasak ediliyor. Böyle ilâcların fabrikaları hükûmetler tarafından kapatılıyor. Çok kıymet verilen bazı ilâcların zararlı olduklarının sonradan anlaşıldığı, günlük gazete haberleri hâline geldiğini görüyoruz. Antibiyotik denilen ve son senelerin en kıymetli ilâcları olan, yüzlerce çeşit ilâcın kalb hastalığına ve kansere sebep olduklarını ve deterjanlı bazı temizlik maddelerinin sıhhate zararlı olduklarını günlük gazetelerde yine okuduk].
İslâmiyetin ahkâmının faydaları tecrübe ile anlaşılmasa da, bunlara inanmak ve gereklerini yapmak akla uygundur. İlâcları tanımıyan akıllı bir gencin babası tabîb olsa ve babasının başarılarını çok kimseden işitmiş, hattâ gazetelerde okumuş olsa, bu genç hasta olsa, babasının kendisini çok sevdiğini de bilse, babası kendisine ilâc verse ve bunu içince hastalığının hemen geçeceğini, bunu çok tecrübe etmiş olduğunu bildirse, ilâc, iğne yapılacak, canı yanacak olduğunu bilse bile, çocuğun babasına nasıl cevap vermesi akla uygun olur? Eğer, bu ilâcı ben tecrübe etmedim. Hastalığıma iyi geleceğini bilmiyorum. Senin sözünün doğru olduğuna inanamıyorum derse, bu cevabı akla uygun olur mu? Böyle cevap vermesini beğenen bir kimse var mıdır?
Suâl: Bir babanın oğlunu sevdiği kadar, Peygamberin de ümmetini sevdiği ve emirlerinde ve yasaklarında faydalar bulunduğu, kesin olarak nasıl anlaşılır?
Cevap: Babanın oğluna olan sevgisi nasıl anlaşılır? Bu sevgi, görünür, tutulur birşey değildir. Ancak, oğluna karşı olan muamelesinden, hâllerinden, sözlerinden anlaşılır. Aklı başında olan insâflı bir kimse, Resûlullahın sözlerine dikkat ederse ve insanları irşâd için uğraşmalarını ve herkesin hakkını korumaktaki titizliğini ve güzel ahlâkı yerleştirmek için lutf ile, merhamet ile çalışmalarını bildiren haberleri incelerse, Onun ümmetine olan merhametinin, sevgisinin, babanın oğluna olandan katkat fazla olduğunu açıkça görür, iyi anlar. Onun şaşılacak işlerini ve Onun mübârek ağzından çıkan, Kur'an-ı kerimdeki şaşılacak haberleri ve dünyanın sonunda olacak şaşılacak şeyleri bildiren sözlerini anlıyan kimse, Onun, aklın üstünde bulunan yüksek derecelere erişmiş olduğunu ve aklın erişemiyeceği, anlıyamayacağı şeyleri anlamış olduğunu hemen görür.
Böylece, Onun söylediklerinin hep doğru olduğu meydana çıkar. Kur'an-ı kerimde bulunan bilgileri öğrenip düşünen ve Onun hayatını inceliyen insâflı bir kimse, bu hakîkati açıkça görür. İmâm-ı Muhammed Gazâlî buyuruyor ki: (Bir şahsın Peygamber olup olmadığında şüphesi olan kimse, onun yaşayışını görmeli veya yaşayışını bildiren haberleri, insâfla incelemelidir. Tıb veya fıkh ilmini iyi bilen kimse, tıb veya fıkh âliminin hayatını bildiren haberleri incelemekle, onun hakkında bilgi edinir. Meselâ, imam-ı Şâfi'înin fıkh âlimi veya Calinosun tabîb olup olmadığını anlamak için, bu ilimleri iyi öğrenmek, sonra bunların bu ilimler üzerindeki kitaplarını incelemek lâzımdır. Bunun gibi, Peygamberlik üzerinde bilgi edinen ve sonra Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri inceliyen kimse, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu ve Peygamberlik derecelerinin en üstünde bulunduğunu iyi anlar.
Hele, Onun sözlerinin kalbi temizlemekte olan te'sîrlerini öğrenince ve hele Onun bildirdiklerini yaparak kendi kalb gözü açılınca, Onun Peygamber olduğuna îmanı, yakîn hâlini alır. (Bildiklerine uygun hareket edene, Allahü teâlâ, bilmediklerini bildirir!) ve (Zâlime yardım eden, ondan zarar görür) ve (Sabahları, yalnız Allahü teâlânın rızasını kazanmağı düşünen kimseyi, Allahü teâlâ, dünya ve âhıret arzularına kavuşturur) hadis-i şeriflerinin doğru olduğunu her zaman görür. Böylece, bilgisi ve îmanı kuvvetlenir. Îmanın zevkî olması, yâni görmüş gibi olması, tasavvuf yolunda çalışmakla olur).
İslâm âlimleri, Muhammed aleyhisselâmın Allahın Peygamberi olduğunu çeşidli yollarla isbât etmişlerdir. Bunlardan birkaçını bildirelim:
Muhammed aleyhisselâm Peygamber olduğunu söylemiş ve sözünün doğru olduğunu bildirmek için mucizeler göstermiştir. Böyle olduğu, tevâtür ile, yâni sözbirliği ile bizlere kadar, haber verilmiştir. Mucizelerinin en büyüğü Kur'an-ı kerimdir.
Kur'an-ı kerim mucizdir. Yâni, Onun gibi söz kimse söyliyemez. (Buna benzer siz de söyleyiniz!) diyerek, meydan okumuştur. Arabistânın meşhûr şairleri uğraşmışlar, benzerini söyliyememişlerdir. (Tûr) sûresinin otuzdördüncü âyetinde meâlen, (Öyle ise, bir benzerini söyleyiniz!) ve (Hûd) sûresinin onüçüncü âyetinde, meâlen, (Onlara söyle ki, kendimden söylediğimi sandığınız bu Kur'anın sûreleri gibi, on sûre de siz söyleyiniz!) ve (Bekara) sûresinin yirmiüçüncü âyetinde, meâlen, (Kulumuza [yâni Muhammed aleyhisselâma] gönderdiğimiz Kur'anda, [yâni bizim gönderdiğimizde] şüphe ediyorsanız, siz de Ona benzer bir sûre söyleyiniz! Bunu yapabilmek için bütün güvendiklerinizden yardım isteyiniz. Buna benzer bir sûre söyleyemezsiniz!) buyurulmuştur. O zaman, Arablar şiire çok kıymet verirdi. Aralarında çeşidli şairler yetişti. Birbirleri ile şiir yarışı yaparlardı. Kazananlarla öğünürlerdi. Kur'an-ı kerime benzer kısa bir sûre söyliyebilmek için, elele verdiler. Çok uğraştılar. Hazırladıkları şiirleri, Muhammed aleyhisselâma götürecekleri zaman, Kur'an-ı kerimden bir sûre ile karşılaştırdılar. Sûredeki belâgati iyi anladıkları için, kendi sözlerinden kendileri utandılar. Resûlullaha götüremediler. Bu zavallılıkları karşısında, ilim ile karşı koymaktan vazgeçip, kaba kuvvete başvurmaktan başka çâre bulamadılar. Kılınca sarıldılar. Müslümanlara saldırmaya başladılar. Resûlullahı öldürmeye karar verdiler. Bunun için hazırladıkları plânı gerçekleştirmeye kalkıştılar ise de, tarihte herkesin okuduğu gibi, mağlup ve rezil oldular. Muhammed aleyhisselâmın böyle meydan okuması karşısında ve böyle elele vererek uğraşmaları sonunda, bir sûre gibi vecîz, belîğ bir söz söyliyebilselerdi, Resûlullaha gelir, okurlar, gürültü, patırtı koparırlardı. Bu taşkınlıkları dillere yayılır, tarihlere geçerdi. Bir konferanscının kürsüde öldürülmesi gibi, meşhûr olurdu. Bu başarısızlıkları, Kur'an-ı kerimin muciz olduğunu, insan sözü olmadığını açıkça göstermektedir.
Suâl: Meâl-i şerifleri, (Bir benzerini siz de söyleyiniz) gibi âyetleri ve Muhammed aleyhisselâmın bu yolda meydan okumasını, Mekke şehrinin dışında bulunan şairler işitmemiş olabilirler. Belki de, menfaat karşılığı, yâhut başka türlü bir anlaşma veya bizim bilmediğimiz bir niyet ile bu işe karışmamış olabilirler. Meselâ, Onun kuracağı devlette koltuk sahibi yapılmakla aldatılmış olabilirler. Yâhut, önceleri Onun sözlerini küçük gördüler, cevap vermeye kalkışmadılar. Sonradan kuvvetlendiğini, Ona inananların çoğaldığını görerek, cevap vermekten korktular. Yâhut da, değerli şairler maişet derdine, geçim sıkıntısına düşmüş olduklarından, cevap vermeye vakit bulamamış olabilirler. Belki de, cevap verilmiştir. Bazı sebeplerle, bu başarıları unutulmuş, sonraki zamanlara ulaşamamıştır. Meselâ, müslümanlar çoğalıp, kuvvetlenip, üç kıta üzerine yayılınca, bu başarı haberlerini yok etmişlerdir. Yâhut da, bu haberler, uzun zamanlar kendiliğinden unutulup yok olmuşlardır.
Cevap: Bu çeşidli şüphelerin cevaplarını önceki makalede kısaca bildirmiştim. Allahü teâlânın âdeti olarak yarattığı şeylerin, yâni his organlarımız ile ve tecrübe ile edindiğimiz bilgilerden bazılarının, akla uygun olmaması, bunları bilgi olmaktan çıkarmaz demiştim. His organları ile hâsıl olan bilgilerin böyle olduğunu bildirmiştim. Şimdi, yukarıda yazılı şüphelerin herbirine ayrı ayrı cevap verelim. Evvelâ, Peygamber olduğunu söyliyen bir kimse, Peygamber olduğunu gösteren mucize getirir ve (Bunun gibi, siz de yapınız) diyerek meydan okur ve karşısına çıkılamazsa, Onun doğru söylediği anlaşılır. Yâni, böyle şeylere inanmak lâzımdır. Buna karşı, sonradan söylenecek şeyler safsata, bâtıl, değersiz olur. Önceden, önem vermemiş, sonradan da korkudan, cevap verememiş olabilir demek de yersizdir. Çünkü, kıymetli birşey yapıp, bunu başkası yapamaz diyen kimseye karşı o şeyi yapmak, herkesin arasında büyük şeref, övünülecek üstünlük olur. Herkes onu över, sever, arkasından gider. Bunu kim istemez? Bunu yapabilecek kimsenin yapmak istememesi, karşısındakinin haklı olduğunu, doğru söylediğini gösterir. Üçüncü zannın cevabına gelince, kudreti olanın cevap vermesi lâzım olduğu bilindiği gibi, bunu göstermesi de lâzım olur. Çünkü, bunu ancak göstermekle maksat tamam olur. Bazı zamanda, bazı yerde, bazı kimseler için mani bulunması, her zaman, heryerde mani bulunmasını göstermez. Hattâ, böyle olmadığı açıkça bilinmektedir. Yazılmış olan cevabın gizli kalması mümkün değildir. Böylece, suâldeki şüphelerin hepsi aslsızdır.
Din adamları, Kur'an-ı kerimin îcazını başka başka bildirdiler. Çok kimse, Kur'an-ı kerimin nazmı garîb, üslûbu acîbdir. Arab şairlerinin nazmlarına, üslûblarına benzemediği için mucizdir dediler. Sûrelerin başındaki ve sonundaki ve kıssalarındaki nesr kısmlar da böyledir. Âyetlerin aralıkları, onların Sec'leri gibidir. [Sec', kumru kuşunun devamlı ötüşüne denir. Nesrde, cümle sonlarının kafiye şeklinde birbirlerine uygun olmalarına denir. ] Bunların Kur'an-ı kerimde mevcut olmaları, onların sözlerinde olanlar gibi değildir. Bunları Kur'an-ı kerimdeki gibi yapamadılar. Arabcayı iyi bilen kimse, Kur'an-ı kerimin îcazını açıkça anlar. Kâdı Bâkıllânî dedi ki, îcaz, hem belâgatinin yüksek olmasından, hem de nazmının garîb olmasındandır. [ Ebû Bekr Bâkıllânî 403 de vefât etti. ] Yâni, hiç görülmemiş nazmı olduğu içindir. Bazıları, îcaz, gaybdan haber vermesidir, dedi. Meselâ, (Rûm) sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (Onlar gâlib geldiler ise de, on seneye varmadan mağlup olacaklardır) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, rum kayseri Herakliusun on seneden az zamanda, Îrân şâhı Husrev Perviz ordusuna gâlib geleceğini önceden haber vermektedir. [Heraklius h. 20 de öldü. ] Haber verdiği gibi de olmuştur.
Bazı âlimlere göre, Kur'an-ı kerimin îcazı, çok uzun ve tekrarlı olduğu hâlde, hiçbir yerinde ihtilâf, uygunsuzluk bulunmamasıdır. Bunun içindir ki, (Nisâ) sûresinin seksenbirinci âyetinde meâlen, (Bu Kur'an, Allahdan başkasının sözü olsaydı, içinde çok uygunsuzluklar bulurlardı) buyuruldu. Bazılarına göre, Kur'an-ı kerimin îcazı, mânasından olmaktadır. Peygamberimizden evvel, arablar Kur'an-ı kerim gibi söz söyliyebilirlerdi. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerim gibi söylemekten onları men eyledi. Nasıl men eylediğini de çeşidli şekillerde açıklamışlardır. Ehl-i sünnetten üstâd Ebû İshak İbrâhîm İsferâînî ve Mu'tezileden Ebû İshak Nizâm-ı Basrî, dünya menfaatlerinden ayrılmak korkusu buna mani oldu, dediler. [İbrâhîm Nişâpûrî 400 h. de vefât etti. ] Şî'î âlimlerinden [(Hüsniyye) kitabının yazarı] Ali Mürtedâ, Kur'an-ı kerim gibi söyliyebilmek için lâzım olan bilgilerini, Allahü teâlâ unutturdu dedi.
Kur'an-ı kerimin muciz olduğuna karşı olanlar diyor ki, îcazın açık, meydanda olması lâzımdır. İcâzın ne olduğunda çeşidli sözler bulunması, açıkça bilinmediğini göstermektedir. Buna cevap olarak dediler ki, bazı bakımlardan sözlerin ayrılması, bütün Kur'anın muciz olmadığını gösteremez. Çünkü, Kur'an-ı kerimin belâgati ve hiç benzeri görülmemiş nazmı ve gaybden haber vermesi ile ilim ve amel bakımından hikmetlerle dolu olması ve daha bildirdiğimiz îcaz sebepleri meydandadır. İnsanların görüş ve anlayışlarındaki ayrılıklardan dolayı, sözlerde hâsıl olan ayrılıklar, muciz olmadığını göstermez. Bildirdiklerimizden birine bakan bir kimsenin bunu muciz görmemesi, hepsinin muciz olmadığını göstermez. Çok şair vardır ki, gayet belîg nazm ve nesr söyler de, başka zamanda bunların benzerini söyliyemez. Yâni, bir defa söylemeleri her zaman söyliyebileceklerini bildirmez. Bir topluluğu meydana getiren birliklerin herbirinin özelliklerinin toplumda da bulunması lâzım değildir. Bu cevap, Kur'an-ı kerimin bütününün muciz olduğunu, fakat kısa sûrelerinin böyle olmadığını gösteriyor. Doğrusu böyle değildir. Çünkü, en kısa sûresinin de, muciz olduğunu yukarıda bildirdik. Evet, cevabın, Kur'an-ı kerimin hepsi, her bakımından mucizdir. Sûreler ise, bazı bakımlardan mucizdir demek olduğu söylenebilir ise de, böyle olursa, suâlin cevabı verilmiş olmaz. Suâlde, îcazın sebebinin açıkça ortaya konulması istenilmektedir. Cevabın böyle yorumlanması, îcazın sebebinin örtüsünü kaldırmıyor.
İkinci olarak diyorlar ki, Eshâb-ı kirâm, Kur'an-ı kerimin bazı yerlerinde şüpheye düştüler. Abdüllah ibni Mes'ûd Fâtiha ve Mu'avvizeteyn, [yâni, iki Kul-e'ûzü] sûrelerinin Kur'andan olmadığını söyledi. Hâlbuki, bu üç sûre Kur'anın en meşhûr sûreleridir. Bunlardaki belâgat, îcaz derecesinde olsaydı, Kur'andan başka sözlere açıkça benzemezler, Kur'an-ı kerimden olduğunda kimsenin şüphesi olmazdı.
Cevap: Buna cevap olarak denildi ki, Eshâb-ı kirâmın bazı sûrelerin Kur'an-ı kerimden olduklarında şüphe ettikleri, bunların belâgatleri ve îcazları bakımından değildir. Birer kişinin haber verdikleri içindir. Hadis üsûlu esaslarına göre, birer kişinin haber verdiği bilgi, kesin olmaz. Şüpheli olur. Tevâtür ile bildirilen şey, kesin bilgi olur. Kur'an-ı kerimin hepsi tevâtür ile, yâni sözbirliği ile haber verildi. Bunun için, Kur'an-ı kerimin Allah kelâmı olduğu kesin olarak bilinmektedir. Birer kişinin haber verdiği sûrelerin de, Allahü teâlâ tarafından Muhammed aleyhisselâma indirilmiş oldukları ve belâgat bakımından îcaz derecesinde oldukları, kesin olarak bilinmektedir. Yalnız, Kur'an-ı kerimden olup olmadığını bildiren sözlerde ayrılık olmuştur. Bunun da, davâmıza zararı yoktur.
Üçüncü olarak diyorlar ki, Kur'an-ı kerim [Resûlullahın vefâtından sonra, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk halîfe iken] cem' edilirken, tanınmıyan biri bir âyet getirince, adalet sahibi olduğu bilinmediği için, bundan yemin veya iki şâhit istenir, ancak ondan sonra, Kur'andan olduğu anlaşılarak, Mushaf’a korlardı. Âyetlerin belâgati îcaz derecesinde olsaydı, âyet olup olmadıkları, belâgatlarından anlaşılır, Mushaf’a konulabilmeleri için, getirenin âdil olması veya yemin, iki şâhit gibi şartlara başvurulmazdı.
Cevap: Bu şartları aramaları, âyet-i kerimelerin Mushaf’taki yerlerini anlamakta, birbirlerinden önce veya sonra olduklarını bilmekte idi. Kur'an-ı kerimden olup olmadıklarını anlamak için değildi. Çünkü, Resûlullah, Kur'an-ı kerimi okur ve okuyanları dinlerdi. Her getirilen âyetin Kur'an-ı kerimden olduğu kesin olarak belli idi. Yemin veya şâhit istenmesi, âyetlerin sıralarını anlamanın kesin olması için idi. Bundan başka, belâgatlerinin îcaz derecesinde olması da, âyet-i kerime olduklarını göstermektedir. Bir-iki âyetin belâgatinin îcaz derecesinde olmamasının zararı yoktur. En kısa bir sûre, en az üç âyet olduğu için, Kur'an-ı kerimin bütün sûreleri mucizedir.
Dördüncü olarak diyorlar ki, her sanatın bir haddi, bir sınırı vardır. Bu sınırda durulur. Aşılmaz. Her zaman, sanatında, benzerlerinden üstün olan bir üstâd bulunur. Muhammed aleyhisselâm da, zamanındaki şairlerinin en fâsihi, en belîği olabilir. Zamanındaki şairlerin söyliyemiyeceği şeyleri söyliyebilir. Buna muciz denirse, her zaman, her sanatta benzerlerinden üstün olan sanat sahibinin, benzeri sanatkârların yapamıyacakları birşeyi yapmasına da muciz demek lâzım olur. Bu ise, saçma bir söz olur.
Cevap: Muciz demek, bir zamanda bulunan ve o zaman insanlarının çoğunun yapamadıkları için çok değer taşıyan ve yapabilenlerce de, en yüksek dereceye ulaştırılmış olup, insan gücü ile bunun üstünü yapılamıyacağında sözbirliğine varılmış olan ve bu derecenin üstünde bir yapan bulunursa, bunun ancak Allahü teâlâ tarafından olduğuna inanılan şeydir. Böyle olmıyan şeye mucize denmez. Mûsâ aleyhisselâm zamanında sihir böyle idi. O zaman, sihir yapanlar, aslı ve vücûdü olmıyan şeyleri, vehmde ve hayâlde, var imiş gibi göstermenin, sihrin en yüksek derecesi olduğunu biliyorlardı. Mûsâ aleyhisselâmın asâsının [Bastonunun] büyük yılan olup, kendi sihirleri olan yılanları yuttuğunu görünce, bunun sihirin sınırının dışında ve insan gücünün üstünde olduğunu anladılar. Mûsâ aleyhisselâma îman ettiler.
Fir'avn, bu sanattan habersiz olduğu için, Mûsâ aleyhisselâmın, sihir yapanların başı olduğunu, onlara sihir öğreten olduğunu zannetti. Îsâ aleyhisselâmın zamanında, tıb ilmi de böyle idi. Çok ilerlemişti. Tabîbler, başarıları ile öğünürlerdi. Ünlü mütehassısları, kendi tıb bilgileri ile ölülerin diriltilemiyeceğini, anadan kör doğanların gözlerinin açılamıyacağını söylerlerdi. Bunların, ancak Allahü teâlâ tarafından iyi edileceklerine inanırlardı. Muhammed aleyhisselâm zamanında, Arabistân yarım adasında, şairlik ve belâgat sanatı en yüksek derecesine varmıştı. Yaptıkları şiirlerin belâgatları ile birbirlerine öğünürlerdi.
Hattâ, yedi kasîdenin belâgattaki üstünlüğü, şairlerin takdîrlerini kazanarak, bunlar Kâbenin kapısına asılmışlardı. Bunların benzerlerini söyliyen bulunmamıştı. Tarih kitapları, bunu uzun uzun yazmaktadır. Resûlullah, Kur'an-ı kerimi getirince, aralarında çok çekişmeler oldu. Bir kısmı, bunun Allah kelâmı olduğunu inkâr etti. Kâfir olarak öldüler. Bir kısm şairler, Kur'an-ı kerimin belâgatinin îcazı karşısında, bunun Allah kelâmı olduğunu anlıyarak, müslüman oldu. Bir kısmı da, bunları görerek, istemiyerek müslüman oldu. Bunlara (münâfık) denildi. Bir kısmı da, karşı koymaya kalkıştı. Eğri büğrü karşılıklar getirerek, aklı başında olanlar yanında, gülünç duruma düştüler. Meselâ, (Vezzâriyât-i zer'an) âyet-i kerimesine karşılık olarak (Fel hâsılât-i hasten vettâhinât-i tahnen vettâbihât-i tabhan felâkilât-i eklen) dediler. [Bunu kendileri de beğenmedikleri için, Muhammed aleyhisselâmın karşısında okuyamadılar. ] Bir kısmı da döğüştüler. Muhammed aleyhisselâmdan intikam almak, Onu öldürmek için, mallarının, canlarının, ehl ve evlatlarının yok olmasını göze aldılar. Böylece, Kur'an-ı kerimin Allah tarafından gönderilmiş olduğu kat'î olarak [kesinlikle] anlaşıldı.
Beşinci olarak diyorlar ki, Kur'an-ı kerimin, okunmasında da, mânasında da, islâm âlimleri arasında ayrılık oldu. Hâlbuki, Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde hiç ayrılık bulunmadığını haber veriyor. (Nisâ) sûresinin, seksenbirinci âyetinde meâlen, (Bu Kur'anı Allahdan başkası göndermiş olsaydı, bunda elbette çok ayrılıklar bulurlardı) buyuruluyor. (El-Kari'a) sûresinin beşinci âyeti, (Kel'ıhnil menfûş)dur. Bazıları, bunu (Kessâfil menfûş) okumuştur. (Cuma) sûresinin dokuzuncu âyeti, (Fes'av ilâ zikrillah)dır. Bazıları, buna (Femdû ilâ zikrillah) dedi. (Bekara) sûresinin yetmişdördüncü âyeti, (Fe-hiye kelhicâreti)dir. Buna (fekânet kelhicâreti) diyenler oldu. (Bekara) sûresinin altmışbirinci âyeti, (aleyhimüzzillete velmeskenete)dir. Bunu ((aleyhimülmeskenete vezzillete) okuyanlar oldu. Kur'an-ı kerimin mânasındaki ayrılıklara misâl olarak denir ki, (Sebe') sûresinin ondokuzuncu âyeti, (Rabbenâ bâ'id beyne esfârinâ)dır. Ey Rabbimiz! Kitaplarımızı bizden uzaklaştır demektir. Allaha duâ etmektedir. Bazıları, bunu (Rabbünâ bâ'ade beyne esfârinâ) okumuştur. Rabbimiz kitaplarımızı bizden uzaklaştırdı, demektir. (Mâide) sûresinin yüzonbeşinci âyeti, (Hel yestetî'u Rabbüke) Rabbin duânı kabûl eder mi, demektir. Bazıları bu âyeti, (Heltestetî'u Rabbeke) okumuşlardır ki, Rabbine duâ eder misin? demektir.
Cevap: Bildirilen ayrılıkları yapan birer kişidir. Tefsîr ve Kırâ'et âlimleri bu ayrılıkları yapanların okumasını red etmişlerdir. Sözbirliği ile olan okumağı almışlardır. Peygamberimiz, (Kur'an-ı kerim yedi harf üzerine indirildi. Bunların hepsi şifâ ve kâfidir) buyurdu. Bunun için Kur'an-ı kerimin okunmasında ve mânasında hâsıl olan ayrılıklar, Onun muciz olmasına leke düşürmez.
[Hadis-i şerifteki harf, lugat, kırâ'et demektir. Hz. Ebû Bekrin topladığı Mıshafta, yedi çeşit okumanın hepsi vardı. Hz. Osman halîfe iken, Eshâb-ı kirâmı topladı. Yeni yazılacak Mıshafların Resûlullahın son senesinde okuduğu şekilde olmaları sözbirliği ile kabûl edildi. Kur'an-ı kerimi bu şekilde okumak vâcibdir. Diğer altı şekilde okumak da câizdir. (Rıyâd-un-nâsıhîn)].
Altıncı olarak diyorlar ki, Kur'an-ı kerimde faydasız tegannî ve tekrarlamalar vardır. Meselâ, (İnne hâzâni le-sâhirâni) böyle tegannîdir. Okumadaki tekrara misâl, (Rahman) sûresidir. Mânadaki tekrara misâl, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın kıssalarıdır.
Cevap: [(Hâzâni ile şâhirâni) âyet-i kerimesinin, belâgat ilmine göre, îcaz derecesinde olduğunu bildirmek için, İmâm-ı Rabbânî, (Şerh-i mevâkıf) kitabından alarak, burada uzun yazmıştır. Bunları tercüme etmedik. ] Tekrarlara gelince, mânayı zihinlere iyi yerleştirmek için, bunun faydası inkâr edilemez. Bir mânayı çeşidli ifâdelerle anlatmak sanatının kıymeti, belâgat ilmini bilenlerce mâlûmdur. Tek bir kıssada çeşidli olaylar bulunur. Tek kıssa çeşidli yerlerde tekrarlanırken, başka başka olaylara ağırlık verilir.
Resûlullahın mübârek parmağı ile işaret edince, ayın ikiye bölünmesi, taşların, ağaçların kendisi ile konuşmaları ve kendisi ile berâber gitmeleri, hayvanların konuşmaları, az yemekle çok kimselerin doyurulması, mübârek parmakları arasından devamlı su akması, geçmişte ve gelecekte, kimsenin bilmediği şeyleri haber vermesi ve bunlara benziyen daha nice mucizeleri vardır. Bu mucizelerinin herbiri sözbirliği ile bildirilmiş değil ise de, sözbirliği ile bildirilmiş olan mucizeleri çoktur. Hz. Alînin kahramanlığı, Hâtem-i Tâînin cömerdliği [ve Roma imparatorlarının beşincisi olan Neronun zulmleri, işkenceleri] gibi dillerde destân olmuşlardır. Peygamberliğini isbât için, bize bu kadarı da yetişir.
Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu isbât eden yollardan ikincisi, peygamber olduğu bildirilmeden önceki ve Peygamberliğini bildirirken ve Peygamber olduğu anlaşıldıktan sonraki hâllerini, güzel ahlâkını, hikmet dolu sözlerini incelemektir. Meselâ, ne dünya işleri için, ne de âhıret işlerinde hiçbir zaman yalan söylememiştir. Ömründe bir yalan söylemiş olsaydı, azılı düşmanları, bunu her yere yaymak için, yarışırlardı.
Peygamberliğinden önce ve sonra çirkin bir şey yaptığı hiç görülmedi. Ümmî olduğu hâlde [yâni kimseden birşey öğrenmediği hâlde], pek fasîh, yâni açık ve tatlı konuşurdu. Bunun için, (Bana cevâmi'ul kelim) verildi, buyurdu. [Cevâmi'ul kelim, az kelime kullanarak, çok şey anlatmak demektir. ] Allahü teâlânın, dînini bildirmek için, meşakkatlere katlandı. Hattâ, öyle oldu ki, (Hiçbir Peygamber, benim çektiğim işkenceleri çekmemiştir) buyurdu. Bunların hepsine katlandı. Vazîfesinde hiç gevşeklik göstermedi. Düşmanlarına gâlib gelip, insanların hepsi emrine girince, güzel ahlâkında, merhametinde, tevâzuunda hiç değişiklik olmadı. Ömrünün her zamanında, herkesin gönlünü alırdı. Kendini kimseden üstün görmezdi. Ümmetinin hepsine baba gibi çok şefkâtli idi. Aşırı merhametinden dolayı, kendine (Fâtır) sûresinin, (Onların yanlış hareketlerinden dolayı üzülme!) meâlinde olan sekizinci âyet-i kerimesi ve (Kehf) sûresinin, (Onların yanlış işlerine üzülüp kendini helâk mı edeceksin?) meâlinde olan altıncı âyet-i kerimesi geldi. Cömerdliği hadden aşmış idi. Bunu frenlemesi için, (İsrâ) sûresinin, (Malının hepsini verecek kadar eli açık olma!) meâlinde olan yirmidokuzuncu âyet-i kerimesi geldi.
Dünyanın geçici ve aldatıcı güzelliklerine hiç bakmazdı. Peygamberliğini bildirmeye başladığı zamanlarda, Kureyşin ileri gelenleri, yanına gelip, (Sana istediğin kadar mal verelim. İstediğin kızı verelim. İstediğin yere başkan yapalım. Bu işten vazgeç!) dediler. Yüzlerine bile bakmadı. Fakirlere ve kimsesizlere karşı merhametli, mütevâzi', mal ve mülk sahiplerine karşı ise, ağır başlı ve ciddî idi. (Uhud gazvesi) ve (Hendek yâni Ahzâb gazvesi) ve (Huneyn gazvesi) gibi en Ümitsiz muhârebelerin en korkunc zamanlarında bile, hiç geri dönmedi. Bu da, mübârek kalbinin kuvvetini ve cesaretinin derecesini göstermektedir. Allahü teâlânın koruyacağına, meselâ, (Mâide) sûresinin yetmişinci âyetindeki (Allahü teâlâ, seni insanların zararlarından korur!) meâl-i şerifi ile vaade tam inanmış olmasaydı, böyle hârika kahramanlık göstermesi imkânsız olurdu. Hâllerin, şartların değişmesi, Onun güzel ahlâkında, herkese karşı olan davranışlarında, ufak bir değişme yapmadı. İnsâflı ellerin yazdıkları doğru, tarafsız tarihleri okuyanlar, bu yazdıklarımızı daha iyi anlar. Bunlardan biri, peygamberlik için vesika değil ise de, yâni bir kimsenin, bu üstünlüklerden biri ile başkalarından ayrılması, onun peygamber olacağını göstermez ise de, bu üstünlüklerin hepsi, ancak peygamberlerde toplanır. Bu üstünlüklerin hepsinin Muhammed aleyhisselâmda toplanması, Onun, Allahın peygamberi olduğunu gösteren vesikaların kuvvetlilerindendir.
Muhammed aleyhisselâmın Allahın Peygamberi olduğunu ortaya koyan vesikalardan üçüncüsü, imam-ı Fahrüddîn-i Râzînin seçtiği yoldur. Muhammed aleyhisselâm, ilâhî kitaplardan haberi olmıyan, ilimde, fende geri kalmış bir topluluk arasında Peygamber oldu. Öyle bir topluluk ki, hak yoldan uzaklaşmış, müşrikleri putlara, [yâni taştan, metalden yaptıkları heykellere, insan şekllerine] tapınıyor, bir kısmı yahudilere aldanarak onların yalan ve hurâfe olan hikâyelerini kendilerine din edinmişler, az bir kısmı da, mecûsî olup, iki tanrıya tapınıyor ve kızları ve yakın akrabâları ile karı-koca oluyorlar, bir kısmı da, hıristiyanlardan öğrenip, Hz. Îsâya Allahın oğlu diyor veya üç tanrıya tapınıyorlardı. Muhammed aleyhisselâm, böyle şaşkın insanlar arasında Peygamber oldu. Allah tarafından, kendisine (Kur'an-ı kerim) isminde bir kitap gönderildi. Güzel huyları, çirkinlerinden, saadete götüren iyi işleri, felakete götüren kötü işlerden ayırdı. Hak olan îmanı ve ibâdetleri bildirdi. Buna inananlar, bu îman ve ibâdetlerle nûrlandılar. İnsanları bozuk ve uydurma dinlerden kurtardı. Allahü teâlânın vaat ettiği zafere kavuştu. Düşmanlarının hepsi az zamanda yok oldu. Bozuk, bölücü, kışkırtıcı sözler, çalışmalar sona erdi. İnsanlar, diktatörlerden, sömürücülerden, zâlimlerin işkencelerinden kurtuldu. Tevhîd güneşinin ve tenzih bedrinin nûrları ile her yer aydınlandı. Peygamberlik de, bu demektir. Çünkü Peygamber, insanların ahlâkını güzelleştiren, kalb, ruh hastalıklarının ilâcını sunan üstün insan demektir. İnsanların çoğu, nefslerinin esîridir. Ruhları hastadır. Bunları tedâvî edecek bir ruh ve ahlâk mütehassısı lâzımdır. Muhammed aleyhisselâmın getirdiği din, bu hastalıklara ilâc oldu. Kalblerdeki kötülükleri, bozuklukları kökünden temizledi. Bu hâl, Onun Allahın Peygamberi olduğunu ve Peygamberlerin en üstünü olduğunu kesinlikle göstermektedir. Bu hâlin, Onun Peygamber olduğunu gösteren vesikalardan, en açık biri olduğunu imam-ı Fahrüddîn-i Râzî hazretleri, (El-Metâlib-ül'-aliyye) kitabında bildiriyor.
Kitabımın başında, Peygamberliğin ne demek olduğunu bildirdim. Bunun, Muhammed aleyhisselâmda, hâsıl olduğu gibi, başka hiçbir kimsede görülmediğini ortaya koydum. Böylece Onun, başkalarından üstün olduğu anlaşıldı. Bu üstünlük, mucizelerinin incelenmesi ile de isbât edilir. Fakat bu yol, peygamberliği isbât için hükemânın, [yâni fikir adamlarının] tuttukları yola yakındır. Yollarının özeti, insanların dünyada ve âhırette rahata, huzura kavuşabilmeleri için, Allah tarafından bildirilmiş olan kanûn lâzımdır.
Kitabımın ikinci makalesi burada tamam oldu. Böylece, eski yunan felsefecilerinin yanlış yolda oldukları, bunların, din ve Peygamberlik üzerinde, kendi görüşlerine göre, yazmış oldukları zararlı kitapları okuyanların din bilgilerinin bozuk olacağı, felakete sürüklenecekleri anlaşıldı.
989 Hicrî AHMED bin ABDÜL-EHAD 1581 Mîlâdî
Suâl: Felsefecilerin, maddecilerin ve tabîblerin haber verdikleri faydalı şeyler, tecrübe ederek anlaşıldığı için, bunlara inanılır. Bu ibâdetlerin faydaları tecrübe edilmediği için, inanılmıyor.
Cevap: Fen adamlarının tecrübelerine, işitilerek inanılmaktadır. Evliyânın bildirdikleri ve tecrübe ettikleri şeyler de, böyle işitilmektedir. İslâmiyetin bildirdiği çok şeylerin faydaları de görülmekte, tecrübe edilmektedir.
[Hâlbuki fen adamlarının, doktorların tecrübe ederek faydalı olduklarını anladıkları ve herkesin, bunlara inanarak kapıştıkları, çok para vererek satın aldıkları bazı teknik ve tıbbî ilâcların zararlı oldukları sonradan anlaşılıyor. Bu ilâcların ismleri listeler hâlinde sağlık müdürlüklerinden eczahânelere bildirilerek, satışları yasak ediliyor. Böyle ilâcların fabrikaları hükûmetler tarafından kapatılıyor. Çok kıymet verilen bazı ilâcların zararlı olduklarının sonradan anlaşıldığı, günlük gazete haberleri hâline geldiğini görüyoruz. Antibiyotik denilen ve son senelerin en kıymetli ilâcları olan, yüzlerce çeşit ilâcın kalb hastalığına ve kansere sebep olduklarını ve deterjanlı bazı temizlik maddelerinin sıhhate zararlı olduklarını günlük gazetelerde yine okuduk].
İslâmiyetin ahkâmının faydaları tecrübe ile anlaşılmasa da, bunlara inanmak ve gereklerini yapmak akla uygundur. İlâcları tanımıyan akıllı bir gencin babası tabîb olsa ve babasının başarılarını çok kimseden işitmiş, hattâ gazetelerde okumuş olsa, bu genç hasta olsa, babasının kendisini çok sevdiğini de bilse, babası kendisine ilâc verse ve bunu içince hastalığının hemen geçeceğini, bunu çok tecrübe etmiş olduğunu bildirse, ilâc, iğne yapılacak, canı yanacak olduğunu bilse bile, çocuğun babasına nasıl cevap vermesi akla uygun olur? Eğer, bu ilâcı ben tecrübe etmedim. Hastalığıma iyi geleceğini bilmiyorum. Senin sözünün doğru olduğuna inanamıyorum derse, bu cevabı akla uygun olur mu? Böyle cevap vermesini beğenen bir kimse var mıdır?
Suâl: Bir babanın oğlunu sevdiği kadar, Peygamberin de ümmetini sevdiği ve emirlerinde ve yasaklarında faydalar bulunduğu, kesin olarak nasıl anlaşılır?
Cevap: Babanın oğluna olan sevgisi nasıl anlaşılır? Bu sevgi, görünür, tutulur birşey değildir. Ancak, oğluna karşı olan muamelesinden, hâllerinden, sözlerinden anlaşılır. Aklı başında olan insâflı bir kimse, Resûlullahın sözlerine dikkat ederse ve insanları irşâd için uğraşmalarını ve herkesin hakkını korumaktaki titizliğini ve güzel ahlâkı yerleştirmek için lutf ile, merhamet ile çalışmalarını bildiren haberleri incelerse, Onun ümmetine olan merhametinin, sevgisinin, babanın oğluna olandan katkat fazla olduğunu açıkça görür, iyi anlar. Onun şaşılacak işlerini ve Onun mübârek ağzından çıkan, Kur'an-ı kerimdeki şaşılacak haberleri ve dünyanın sonunda olacak şaşılacak şeyleri bildiren sözlerini anlıyan kimse, Onun, aklın üstünde bulunan yüksek derecelere erişmiş olduğunu ve aklın erişemiyeceği, anlıyamayacağı şeyleri anlamış olduğunu hemen görür.
Böylece, Onun söylediklerinin hep doğru olduğu meydana çıkar. Kur'an-ı kerimde bulunan bilgileri öğrenip düşünen ve Onun hayatını inceliyen insâflı bir kimse, bu hakîkati açıkça görür. İmâm-ı Muhammed Gazâlî buyuruyor ki: (Bir şahsın Peygamber olup olmadığında şüphesi olan kimse, onun yaşayışını görmeli veya yaşayışını bildiren haberleri, insâfla incelemelidir. Tıb veya fıkh ilmini iyi bilen kimse, tıb veya fıkh âliminin hayatını bildiren haberleri incelemekle, onun hakkında bilgi edinir. Meselâ, imam-ı Şâfi'înin fıkh âlimi veya Calinosun tabîb olup olmadığını anlamak için, bu ilimleri iyi öğrenmek, sonra bunların bu ilimler üzerindeki kitaplarını incelemek lâzımdır. Bunun gibi, Peygamberlik üzerinde bilgi edinen ve sonra Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri inceliyen kimse, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu ve Peygamberlik derecelerinin en üstünde bulunduğunu iyi anlar.
Hele, Onun sözlerinin kalbi temizlemekte olan te'sîrlerini öğrenince ve hele Onun bildirdiklerini yaparak kendi kalb gözü açılınca, Onun Peygamber olduğuna îmanı, yakîn hâlini alır. (Bildiklerine uygun hareket edene, Allahü teâlâ, bilmediklerini bildirir!) ve (Zâlime yardım eden, ondan zarar görür) ve (Sabahları, yalnız Allahü teâlânın rızasını kazanmağı düşünen kimseyi, Allahü teâlâ, dünya ve âhıret arzularına kavuşturur) hadis-i şeriflerinin doğru olduğunu her zaman görür. Böylece, bilgisi ve îmanı kuvvetlenir. Îmanın zevkî olması, yâni görmüş gibi olması, tasavvuf yolunda çalışmakla olur).
İslâm âlimleri, Muhammed aleyhisselâmın Allahın Peygamberi olduğunu çeşidli yollarla isbât etmişlerdir. Bunlardan birkaçını bildirelim:
Muhammed aleyhisselâm Peygamber olduğunu söylemiş ve sözünün doğru olduğunu bildirmek için mucizeler göstermiştir. Böyle olduğu, tevâtür ile, yâni sözbirliği ile bizlere kadar, haber verilmiştir. Mucizelerinin en büyüğü Kur'an-ı kerimdir.
Kur'an-ı kerim mucizdir. Yâni, Onun gibi söz kimse söyliyemez. (Buna benzer siz de söyleyiniz!) diyerek, meydan okumuştur. Arabistânın meşhûr şairleri uğraşmışlar, benzerini söyliyememişlerdir. (Tûr) sûresinin otuzdördüncü âyetinde meâlen, (Öyle ise, bir benzerini söyleyiniz!) ve (Hûd) sûresinin onüçüncü âyetinde, meâlen, (Onlara söyle ki, kendimden söylediğimi sandığınız bu Kur'anın sûreleri gibi, on sûre de siz söyleyiniz!) ve (Bekara) sûresinin yirmiüçüncü âyetinde, meâlen, (Kulumuza [yâni Muhammed aleyhisselâma] gönderdiğimiz Kur'anda, [yâni bizim gönderdiğimizde] şüphe ediyorsanız, siz de Ona benzer bir sûre söyleyiniz! Bunu yapabilmek için bütün güvendiklerinizden yardım isteyiniz. Buna benzer bir sûre söyleyemezsiniz!) buyurulmuştur. O zaman, Arablar şiire çok kıymet verirdi. Aralarında çeşidli şairler yetişti. Birbirleri ile şiir yarışı yaparlardı. Kazananlarla öğünürlerdi. Kur'an-ı kerime benzer kısa bir sûre söyliyebilmek için, elele verdiler. Çok uğraştılar. Hazırladıkları şiirleri, Muhammed aleyhisselâma götürecekleri zaman, Kur'an-ı kerimden bir sûre ile karşılaştırdılar. Sûredeki belâgati iyi anladıkları için, kendi sözlerinden kendileri utandılar. Resûlullaha götüremediler. Bu zavallılıkları karşısında, ilim ile karşı koymaktan vazgeçip, kaba kuvvete başvurmaktan başka çâre bulamadılar. Kılınca sarıldılar. Müslümanlara saldırmaya başladılar. Resûlullahı öldürmeye karar verdiler. Bunun için hazırladıkları plânı gerçekleştirmeye kalkıştılar ise de, tarihte herkesin okuduğu gibi, mağlup ve rezil oldular. Muhammed aleyhisselâmın böyle meydan okuması karşısında ve böyle elele vererek uğraşmaları sonunda, bir sûre gibi vecîz, belîğ bir söz söyliyebilselerdi, Resûlullaha gelir, okurlar, gürültü, patırtı koparırlardı. Bu taşkınlıkları dillere yayılır, tarihlere geçerdi. Bir konferanscının kürsüde öldürülmesi gibi, meşhûr olurdu. Bu başarısızlıkları, Kur'an-ı kerimin muciz olduğunu, insan sözü olmadığını açıkça göstermektedir.
Suâl: Meâl-i şerifleri, (Bir benzerini siz de söyleyiniz) gibi âyetleri ve Muhammed aleyhisselâmın bu yolda meydan okumasını, Mekke şehrinin dışında bulunan şairler işitmemiş olabilirler. Belki de, menfaat karşılığı, yâhut başka türlü bir anlaşma veya bizim bilmediğimiz bir niyet ile bu işe karışmamış olabilirler. Meselâ, Onun kuracağı devlette koltuk sahibi yapılmakla aldatılmış olabilirler. Yâhut, önceleri Onun sözlerini küçük gördüler, cevap vermeye kalkışmadılar. Sonradan kuvvetlendiğini, Ona inananların çoğaldığını görerek, cevap vermekten korktular. Yâhut da, değerli şairler maişet derdine, geçim sıkıntısına düşmüş olduklarından, cevap vermeye vakit bulamamış olabilirler. Belki de, cevap verilmiştir. Bazı sebeplerle, bu başarıları unutulmuş, sonraki zamanlara ulaşamamıştır. Meselâ, müslümanlar çoğalıp, kuvvetlenip, üç kıta üzerine yayılınca, bu başarı haberlerini yok etmişlerdir. Yâhut da, bu haberler, uzun zamanlar kendiliğinden unutulup yok olmuşlardır.
Cevap: Bu çeşidli şüphelerin cevaplarını önceki makalede kısaca bildirmiştim. Allahü teâlânın âdeti olarak yarattığı şeylerin, yâni his organlarımız ile ve tecrübe ile edindiğimiz bilgilerden bazılarının, akla uygun olmaması, bunları bilgi olmaktan çıkarmaz demiştim. His organları ile hâsıl olan bilgilerin böyle olduğunu bildirmiştim. Şimdi, yukarıda yazılı şüphelerin herbirine ayrı ayrı cevap verelim. Evvelâ, Peygamber olduğunu söyliyen bir kimse, Peygamber olduğunu gösteren mucize getirir ve (Bunun gibi, siz de yapınız) diyerek meydan okur ve karşısına çıkılamazsa, Onun doğru söylediği anlaşılır. Yâni, böyle şeylere inanmak lâzımdır. Buna karşı, sonradan söylenecek şeyler safsata, bâtıl, değersiz olur. Önceden, önem vermemiş, sonradan da korkudan, cevap verememiş olabilir demek de yersizdir. Çünkü, kıymetli birşey yapıp, bunu başkası yapamaz diyen kimseye karşı o şeyi yapmak, herkesin arasında büyük şeref, övünülecek üstünlük olur. Herkes onu över, sever, arkasından gider. Bunu kim istemez? Bunu yapabilecek kimsenin yapmak istememesi, karşısındakinin haklı olduğunu, doğru söylediğini gösterir. Üçüncü zannın cevabına gelince, kudreti olanın cevap vermesi lâzım olduğu bilindiği gibi, bunu göstermesi de lâzım olur. Çünkü, bunu ancak göstermekle maksat tamam olur. Bazı zamanda, bazı yerde, bazı kimseler için mani bulunması, her zaman, heryerde mani bulunmasını göstermez. Hattâ, böyle olmadığı açıkça bilinmektedir. Yazılmış olan cevabın gizli kalması mümkün değildir. Böylece, suâldeki şüphelerin hepsi aslsızdır.
Din adamları, Kur'an-ı kerimin îcazını başka başka bildirdiler. Çok kimse, Kur'an-ı kerimin nazmı garîb, üslûbu acîbdir. Arab şairlerinin nazmlarına, üslûblarına benzemediği için mucizdir dediler. Sûrelerin başındaki ve sonundaki ve kıssalarındaki nesr kısmlar da böyledir. Âyetlerin aralıkları, onların Sec'leri gibidir. [Sec', kumru kuşunun devamlı ötüşüne denir. Nesrde, cümle sonlarının kafiye şeklinde birbirlerine uygun olmalarına denir. ] Bunların Kur'an-ı kerimde mevcut olmaları, onların sözlerinde olanlar gibi değildir. Bunları Kur'an-ı kerimdeki gibi yapamadılar. Arabcayı iyi bilen kimse, Kur'an-ı kerimin îcazını açıkça anlar. Kâdı Bâkıllânî dedi ki, îcaz, hem belâgatinin yüksek olmasından, hem de nazmının garîb olmasındandır. [ Ebû Bekr Bâkıllânî 403 de vefât etti. ] Yâni, hiç görülmemiş nazmı olduğu içindir. Bazıları, îcaz, gaybdan haber vermesidir, dedi. Meselâ, (Rûm) sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (Onlar gâlib geldiler ise de, on seneye varmadan mağlup olacaklardır) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, rum kayseri Herakliusun on seneden az zamanda, Îrân şâhı Husrev Perviz ordusuna gâlib geleceğini önceden haber vermektedir. [Heraklius h. 20 de öldü. ] Haber verdiği gibi de olmuştur.
Bazı âlimlere göre, Kur'an-ı kerimin îcazı, çok uzun ve tekrarlı olduğu hâlde, hiçbir yerinde ihtilâf, uygunsuzluk bulunmamasıdır. Bunun içindir ki, (Nisâ) sûresinin seksenbirinci âyetinde meâlen, (Bu Kur'an, Allahdan başkasının sözü olsaydı, içinde çok uygunsuzluklar bulurlardı) buyuruldu. Bazılarına göre, Kur'an-ı kerimin îcazı, mânasından olmaktadır. Peygamberimizden evvel, arablar Kur'an-ı kerim gibi söz söyliyebilirlerdi. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerim gibi söylemekten onları men eyledi. Nasıl men eylediğini de çeşidli şekillerde açıklamışlardır. Ehl-i sünnetten üstâd Ebû İshak İbrâhîm İsferâînî ve Mu'tezileden Ebû İshak Nizâm-ı Basrî, dünya menfaatlerinden ayrılmak korkusu buna mani oldu, dediler. [İbrâhîm Nişâpûrî 400 h. de vefât etti. ] Şî'î âlimlerinden [(Hüsniyye) kitabının yazarı] Ali Mürtedâ, Kur'an-ı kerim gibi söyliyebilmek için lâzım olan bilgilerini, Allahü teâlâ unutturdu dedi.
Kur'an-ı kerimin muciz olduğuna karşı olanlar diyor ki, îcazın açık, meydanda olması lâzımdır. İcâzın ne olduğunda çeşidli sözler bulunması, açıkça bilinmediğini göstermektedir. Buna cevap olarak dediler ki, bazı bakımlardan sözlerin ayrılması, bütün Kur'anın muciz olmadığını gösteremez. Çünkü, Kur'an-ı kerimin belâgati ve hiç benzeri görülmemiş nazmı ve gaybden haber vermesi ile ilim ve amel bakımından hikmetlerle dolu olması ve daha bildirdiğimiz îcaz sebepleri meydandadır. İnsanların görüş ve anlayışlarındaki ayrılıklardan dolayı, sözlerde hâsıl olan ayrılıklar, muciz olmadığını göstermez. Bildirdiklerimizden birine bakan bir kimsenin bunu muciz görmemesi, hepsinin muciz olmadığını göstermez. Çok şair vardır ki, gayet belîg nazm ve nesr söyler de, başka zamanda bunların benzerini söyliyemez. Yâni, bir defa söylemeleri her zaman söyliyebileceklerini bildirmez. Bir topluluğu meydana getiren birliklerin herbirinin özelliklerinin toplumda da bulunması lâzım değildir. Bu cevap, Kur'an-ı kerimin bütününün muciz olduğunu, fakat kısa sûrelerinin böyle olmadığını gösteriyor. Doğrusu böyle değildir. Çünkü, en kısa sûresinin de, muciz olduğunu yukarıda bildirdik. Evet, cevabın, Kur'an-ı kerimin hepsi, her bakımından mucizdir. Sûreler ise, bazı bakımlardan mucizdir demek olduğu söylenebilir ise de, böyle olursa, suâlin cevabı verilmiş olmaz. Suâlde, îcazın sebebinin açıkça ortaya konulması istenilmektedir. Cevabın böyle yorumlanması, îcazın sebebinin örtüsünü kaldırmıyor.
İkinci olarak diyorlar ki, Eshâb-ı kirâm, Kur'an-ı kerimin bazı yerlerinde şüpheye düştüler. Abdüllah ibni Mes'ûd Fâtiha ve Mu'avvizeteyn, [yâni, iki Kul-e'ûzü] sûrelerinin Kur'andan olmadığını söyledi. Hâlbuki, bu üç sûre Kur'anın en meşhûr sûreleridir. Bunlardaki belâgat, îcaz derecesinde olsaydı, Kur'andan başka sözlere açıkça benzemezler, Kur'an-ı kerimden olduğunda kimsenin şüphesi olmazdı.
Cevap: Buna cevap olarak denildi ki, Eshâb-ı kirâmın bazı sûrelerin Kur'an-ı kerimden olduklarında şüphe ettikleri, bunların belâgatleri ve îcazları bakımından değildir. Birer kişinin haber verdikleri içindir. Hadis üsûlu esaslarına göre, birer kişinin haber verdiği bilgi, kesin olmaz. Şüpheli olur. Tevâtür ile bildirilen şey, kesin bilgi olur. Kur'an-ı kerimin hepsi tevâtür ile, yâni sözbirliği ile haber verildi. Bunun için, Kur'an-ı kerimin Allah kelâmı olduğu kesin olarak bilinmektedir. Birer kişinin haber verdiği sûrelerin de, Allahü teâlâ tarafından Muhammed aleyhisselâma indirilmiş oldukları ve belâgat bakımından îcaz derecesinde oldukları, kesin olarak bilinmektedir. Yalnız, Kur'an-ı kerimden olup olmadığını bildiren sözlerde ayrılık olmuştur. Bunun da, davâmıza zararı yoktur.
Üçüncü olarak diyorlar ki, Kur'an-ı kerim [Resûlullahın vefâtından sonra, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk halîfe iken] cem' edilirken, tanınmıyan biri bir âyet getirince, adalet sahibi olduğu bilinmediği için, bundan yemin veya iki şâhit istenir, ancak ondan sonra, Kur'andan olduğu anlaşılarak, Mushaf’a korlardı. Âyetlerin belâgati îcaz derecesinde olsaydı, âyet olup olmadıkları, belâgatlarından anlaşılır, Mushaf’a konulabilmeleri için, getirenin âdil olması veya yemin, iki şâhit gibi şartlara başvurulmazdı.
Cevap: Bu şartları aramaları, âyet-i kerimelerin Mushaf’taki yerlerini anlamakta, birbirlerinden önce veya sonra olduklarını bilmekte idi. Kur'an-ı kerimden olup olmadıklarını anlamak için değildi. Çünkü, Resûlullah, Kur'an-ı kerimi okur ve okuyanları dinlerdi. Her getirilen âyetin Kur'an-ı kerimden olduğu kesin olarak belli idi. Yemin veya şâhit istenmesi, âyetlerin sıralarını anlamanın kesin olması için idi. Bundan başka, belâgatlerinin îcaz derecesinde olması da, âyet-i kerime olduklarını göstermektedir. Bir-iki âyetin belâgatinin îcaz derecesinde olmamasının zararı yoktur. En kısa bir sûre, en az üç âyet olduğu için, Kur'an-ı kerimin bütün sûreleri mucizedir.
Dördüncü olarak diyorlar ki, her sanatın bir haddi, bir sınırı vardır. Bu sınırda durulur. Aşılmaz. Her zaman, sanatında, benzerlerinden üstün olan bir üstâd bulunur. Muhammed aleyhisselâm da, zamanındaki şairlerinin en fâsihi, en belîği olabilir. Zamanındaki şairlerin söyliyemiyeceği şeyleri söyliyebilir. Buna muciz denirse, her zaman, her sanatta benzerlerinden üstün olan sanat sahibinin, benzeri sanatkârların yapamıyacakları birşeyi yapmasına da muciz demek lâzım olur. Bu ise, saçma bir söz olur.
Cevap: Muciz demek, bir zamanda bulunan ve o zaman insanlarının çoğunun yapamadıkları için çok değer taşıyan ve yapabilenlerce de, en yüksek dereceye ulaştırılmış olup, insan gücü ile bunun üstünü yapılamıyacağında sözbirliğine varılmış olan ve bu derecenin üstünde bir yapan bulunursa, bunun ancak Allahü teâlâ tarafından olduğuna inanılan şeydir. Böyle olmıyan şeye mucize denmez. Mûsâ aleyhisselâm zamanında sihir böyle idi. O zaman, sihir yapanlar, aslı ve vücûdü olmıyan şeyleri, vehmde ve hayâlde, var imiş gibi göstermenin, sihrin en yüksek derecesi olduğunu biliyorlardı. Mûsâ aleyhisselâmın asâsının [Bastonunun] büyük yılan olup, kendi sihirleri olan yılanları yuttuğunu görünce, bunun sihirin sınırının dışında ve insan gücünün üstünde olduğunu anladılar. Mûsâ aleyhisselâma îman ettiler.
Fir'avn, bu sanattan habersiz olduğu için, Mûsâ aleyhisselâmın, sihir yapanların başı olduğunu, onlara sihir öğreten olduğunu zannetti. Îsâ aleyhisselâmın zamanında, tıb ilmi de böyle idi. Çok ilerlemişti. Tabîbler, başarıları ile öğünürlerdi. Ünlü mütehassısları, kendi tıb bilgileri ile ölülerin diriltilemiyeceğini, anadan kör doğanların gözlerinin açılamıyacağını söylerlerdi. Bunların, ancak Allahü teâlâ tarafından iyi edileceklerine inanırlardı. Muhammed aleyhisselâm zamanında, Arabistân yarım adasında, şairlik ve belâgat sanatı en yüksek derecesine varmıştı. Yaptıkları şiirlerin belâgatları ile birbirlerine öğünürlerdi.
Hattâ, yedi kasîdenin belâgattaki üstünlüğü, şairlerin takdîrlerini kazanarak, bunlar Kâbenin kapısına asılmışlardı. Bunların benzerlerini söyliyen bulunmamıştı. Tarih kitapları, bunu uzun uzun yazmaktadır. Resûlullah, Kur'an-ı kerimi getirince, aralarında çok çekişmeler oldu. Bir kısmı, bunun Allah kelâmı olduğunu inkâr etti. Kâfir olarak öldüler. Bir kısm şairler, Kur'an-ı kerimin belâgatinin îcazı karşısında, bunun Allah kelâmı olduğunu anlıyarak, müslüman oldu. Bir kısmı da, bunları görerek, istemiyerek müslüman oldu. Bunlara (münâfık) denildi. Bir kısmı da, karşı koymaya kalkıştı. Eğri büğrü karşılıklar getirerek, aklı başında olanlar yanında, gülünç duruma düştüler. Meselâ, (Vezzâriyât-i zer'an) âyet-i kerimesine karşılık olarak (Fel hâsılât-i hasten vettâhinât-i tahnen vettâbihât-i tabhan felâkilât-i eklen) dediler. [Bunu kendileri de beğenmedikleri için, Muhammed aleyhisselâmın karşısında okuyamadılar. ] Bir kısmı da döğüştüler. Muhammed aleyhisselâmdan intikam almak, Onu öldürmek için, mallarının, canlarının, ehl ve evlatlarının yok olmasını göze aldılar. Böylece, Kur'an-ı kerimin Allah tarafından gönderilmiş olduğu kat'î olarak [kesinlikle] anlaşıldı.
Beşinci olarak diyorlar ki, Kur'an-ı kerimin, okunmasında da, mânasında da, islâm âlimleri arasında ayrılık oldu. Hâlbuki, Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde hiç ayrılık bulunmadığını haber veriyor. (Nisâ) sûresinin, seksenbirinci âyetinde meâlen, (Bu Kur'anı Allahdan başkası göndermiş olsaydı, bunda elbette çok ayrılıklar bulurlardı) buyuruluyor. (El-Kari'a) sûresinin beşinci âyeti, (Kel'ıhnil menfûş)dur. Bazıları, bunu (Kessâfil menfûş) okumuştur. (Cuma) sûresinin dokuzuncu âyeti, (Fes'av ilâ zikrillah)dır. Bazıları, buna (Femdû ilâ zikrillah) dedi. (Bekara) sûresinin yetmişdördüncü âyeti, (Fe-hiye kelhicâreti)dir. Buna (fekânet kelhicâreti) diyenler oldu. (Bekara) sûresinin altmışbirinci âyeti, (aleyhimüzzillete velmeskenete)dir. Bunu ((aleyhimülmeskenete vezzillete) okuyanlar oldu. Kur'an-ı kerimin mânasındaki ayrılıklara misâl olarak denir ki, (Sebe') sûresinin ondokuzuncu âyeti, (Rabbenâ bâ'id beyne esfârinâ)dır. Ey Rabbimiz! Kitaplarımızı bizden uzaklaştır demektir. Allaha duâ etmektedir. Bazıları, bunu (Rabbünâ bâ'ade beyne esfârinâ) okumuştur. Rabbimiz kitaplarımızı bizden uzaklaştırdı, demektir. (Mâide) sûresinin yüzonbeşinci âyeti, (Hel yestetî'u Rabbüke) Rabbin duânı kabûl eder mi, demektir. Bazıları bu âyeti, (Heltestetî'u Rabbeke) okumuşlardır ki, Rabbine duâ eder misin? demektir.
Cevap: Bildirilen ayrılıkları yapan birer kişidir. Tefsîr ve Kırâ'et âlimleri bu ayrılıkları yapanların okumasını red etmişlerdir. Sözbirliği ile olan okumağı almışlardır. Peygamberimiz, (Kur'an-ı kerim yedi harf üzerine indirildi. Bunların hepsi şifâ ve kâfidir) buyurdu. Bunun için Kur'an-ı kerimin okunmasında ve mânasında hâsıl olan ayrılıklar, Onun muciz olmasına leke düşürmez.
[Hadis-i şerifteki harf, lugat, kırâ'et demektir. Hz. Ebû Bekrin topladığı Mıshafta, yedi çeşit okumanın hepsi vardı. Hz. Osman halîfe iken, Eshâb-ı kirâmı topladı. Yeni yazılacak Mıshafların Resûlullahın son senesinde okuduğu şekilde olmaları sözbirliği ile kabûl edildi. Kur'an-ı kerimi bu şekilde okumak vâcibdir. Diğer altı şekilde okumak da câizdir. (Rıyâd-un-nâsıhîn)].
Altıncı olarak diyorlar ki, Kur'an-ı kerimde faydasız tegannî ve tekrarlamalar vardır. Meselâ, (İnne hâzâni le-sâhirâni) böyle tegannîdir. Okumadaki tekrara misâl, (Rahman) sûresidir. Mânadaki tekrara misâl, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın kıssalarıdır.
Cevap: [(Hâzâni ile şâhirâni) âyet-i kerimesinin, belâgat ilmine göre, îcaz derecesinde olduğunu bildirmek için, İmâm-ı Rabbânî, (Şerh-i mevâkıf) kitabından alarak, burada uzun yazmıştır. Bunları tercüme etmedik. ] Tekrarlara gelince, mânayı zihinlere iyi yerleştirmek için, bunun faydası inkâr edilemez. Bir mânayı çeşidli ifâdelerle anlatmak sanatının kıymeti, belâgat ilmini bilenlerce mâlûmdur. Tek bir kıssada çeşidli olaylar bulunur. Tek kıssa çeşidli yerlerde tekrarlanırken, başka başka olaylara ağırlık verilir.
Resûlullahın mübârek parmağı ile işaret edince, ayın ikiye bölünmesi, taşların, ağaçların kendisi ile konuşmaları ve kendisi ile berâber gitmeleri, hayvanların konuşmaları, az yemekle çok kimselerin doyurulması, mübârek parmakları arasından devamlı su akması, geçmişte ve gelecekte, kimsenin bilmediği şeyleri haber vermesi ve bunlara benziyen daha nice mucizeleri vardır. Bu mucizelerinin herbiri sözbirliği ile bildirilmiş değil ise de, sözbirliği ile bildirilmiş olan mucizeleri çoktur. Hz. Alînin kahramanlığı, Hâtem-i Tâînin cömerdliği [ve Roma imparatorlarının beşincisi olan Neronun zulmleri, işkenceleri] gibi dillerde destân olmuşlardır. Peygamberliğini isbât için, bize bu kadarı da yetişir.
Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu isbât eden yollardan ikincisi, peygamber olduğu bildirilmeden önceki ve Peygamberliğini bildirirken ve Peygamber olduğu anlaşıldıktan sonraki hâllerini, güzel ahlâkını, hikmet dolu sözlerini incelemektir. Meselâ, ne dünya işleri için, ne de âhıret işlerinde hiçbir zaman yalan söylememiştir. Ömründe bir yalan söylemiş olsaydı, azılı düşmanları, bunu her yere yaymak için, yarışırlardı.
Peygamberliğinden önce ve sonra çirkin bir şey yaptığı hiç görülmedi. Ümmî olduğu hâlde [yâni kimseden birşey öğrenmediği hâlde], pek fasîh, yâni açık ve tatlı konuşurdu. Bunun için, (Bana cevâmi'ul kelim) verildi, buyurdu. [Cevâmi'ul kelim, az kelime kullanarak, çok şey anlatmak demektir. ] Allahü teâlânın, dînini bildirmek için, meşakkatlere katlandı. Hattâ, öyle oldu ki, (Hiçbir Peygamber, benim çektiğim işkenceleri çekmemiştir) buyurdu. Bunların hepsine katlandı. Vazîfesinde hiç gevşeklik göstermedi. Düşmanlarına gâlib gelip, insanların hepsi emrine girince, güzel ahlâkında, merhametinde, tevâzuunda hiç değişiklik olmadı. Ömrünün her zamanında, herkesin gönlünü alırdı. Kendini kimseden üstün görmezdi. Ümmetinin hepsine baba gibi çok şefkâtli idi. Aşırı merhametinden dolayı, kendine (Fâtır) sûresinin, (Onların yanlış hareketlerinden dolayı üzülme!) meâlinde olan sekizinci âyet-i kerimesi ve (Kehf) sûresinin, (Onların yanlış işlerine üzülüp kendini helâk mı edeceksin?) meâlinde olan altıncı âyet-i kerimesi geldi. Cömerdliği hadden aşmış idi. Bunu frenlemesi için, (İsrâ) sûresinin, (Malının hepsini verecek kadar eli açık olma!) meâlinde olan yirmidokuzuncu âyet-i kerimesi geldi.
Dünyanın geçici ve aldatıcı güzelliklerine hiç bakmazdı. Peygamberliğini bildirmeye başladığı zamanlarda, Kureyşin ileri gelenleri, yanına gelip, (Sana istediğin kadar mal verelim. İstediğin kızı verelim. İstediğin yere başkan yapalım. Bu işten vazgeç!) dediler. Yüzlerine bile bakmadı. Fakirlere ve kimsesizlere karşı merhametli, mütevâzi', mal ve mülk sahiplerine karşı ise, ağır başlı ve ciddî idi. (Uhud gazvesi) ve (Hendek yâni Ahzâb gazvesi) ve (Huneyn gazvesi) gibi en Ümitsiz muhârebelerin en korkunc zamanlarında bile, hiç geri dönmedi. Bu da, mübârek kalbinin kuvvetini ve cesaretinin derecesini göstermektedir. Allahü teâlânın koruyacağına, meselâ, (Mâide) sûresinin yetmişinci âyetindeki (Allahü teâlâ, seni insanların zararlarından korur!) meâl-i şerifi ile vaade tam inanmış olmasaydı, böyle hârika kahramanlık göstermesi imkânsız olurdu. Hâllerin, şartların değişmesi, Onun güzel ahlâkında, herkese karşı olan davranışlarında, ufak bir değişme yapmadı. İnsâflı ellerin yazdıkları doğru, tarafsız tarihleri okuyanlar, bu yazdıklarımızı daha iyi anlar. Bunlardan biri, peygamberlik için vesika değil ise de, yâni bir kimsenin, bu üstünlüklerden biri ile başkalarından ayrılması, onun peygamber olacağını göstermez ise de, bu üstünlüklerin hepsi, ancak peygamberlerde toplanır. Bu üstünlüklerin hepsinin Muhammed aleyhisselâmda toplanması, Onun, Allahın peygamberi olduğunu gösteren vesikaların kuvvetlilerindendir.
Muhammed aleyhisselâmın Allahın Peygamberi olduğunu ortaya koyan vesikalardan üçüncüsü, imam-ı Fahrüddîn-i Râzînin seçtiği yoldur. Muhammed aleyhisselâm, ilâhî kitaplardan haberi olmıyan, ilimde, fende geri kalmış bir topluluk arasında Peygamber oldu. Öyle bir topluluk ki, hak yoldan uzaklaşmış, müşrikleri putlara, [yâni taştan, metalden yaptıkları heykellere, insan şekllerine] tapınıyor, bir kısmı yahudilere aldanarak onların yalan ve hurâfe olan hikâyelerini kendilerine din edinmişler, az bir kısmı da, mecûsî olup, iki tanrıya tapınıyor ve kızları ve yakın akrabâları ile karı-koca oluyorlar, bir kısmı da, hıristiyanlardan öğrenip, Hz. Îsâya Allahın oğlu diyor veya üç tanrıya tapınıyorlardı. Muhammed aleyhisselâm, böyle şaşkın insanlar arasında Peygamber oldu. Allah tarafından, kendisine (Kur'an-ı kerim) isminde bir kitap gönderildi. Güzel huyları, çirkinlerinden, saadete götüren iyi işleri, felakete götüren kötü işlerden ayırdı. Hak olan îmanı ve ibâdetleri bildirdi. Buna inananlar, bu îman ve ibâdetlerle nûrlandılar. İnsanları bozuk ve uydurma dinlerden kurtardı. Allahü teâlânın vaat ettiği zafere kavuştu. Düşmanlarının hepsi az zamanda yok oldu. Bozuk, bölücü, kışkırtıcı sözler, çalışmalar sona erdi. İnsanlar, diktatörlerden, sömürücülerden, zâlimlerin işkencelerinden kurtuldu. Tevhîd güneşinin ve tenzih bedrinin nûrları ile her yer aydınlandı. Peygamberlik de, bu demektir. Çünkü Peygamber, insanların ahlâkını güzelleştiren, kalb, ruh hastalıklarının ilâcını sunan üstün insan demektir. İnsanların çoğu, nefslerinin esîridir. Ruhları hastadır. Bunları tedâvî edecek bir ruh ve ahlâk mütehassısı lâzımdır. Muhammed aleyhisselâmın getirdiği din, bu hastalıklara ilâc oldu. Kalblerdeki kötülükleri, bozuklukları kökünden temizledi. Bu hâl, Onun Allahın Peygamberi olduğunu ve Peygamberlerin en üstünü olduğunu kesinlikle göstermektedir. Bu hâlin, Onun Peygamber olduğunu gösteren vesikalardan, en açık biri olduğunu imam-ı Fahrüddîn-i Râzî hazretleri, (El-Metâlib-ül'-aliyye) kitabında bildiriyor.
Kitabımın başında, Peygamberliğin ne demek olduğunu bildirdim. Bunun, Muhammed aleyhisselâmda, hâsıl olduğu gibi, başka hiçbir kimsede görülmediğini ortaya koydum. Böylece Onun, başkalarından üstün olduğu anlaşıldı. Bu üstünlük, mucizelerinin incelenmesi ile de isbât edilir. Fakat bu yol, peygamberliği isbât için hükemânın, [yâni fikir adamlarının] tuttukları yola yakındır. Yollarının özeti, insanların dünyada ve âhırette rahata, huzura kavuşabilmeleri için, Allah tarafından bildirilmiş olan kanûn lâzımdır.
Kitabımın ikinci makalesi burada tamam oldu. Böylece, eski yunan felsefecilerinin yanlış yolda oldukları, bunların, din ve Peygamberlik üzerinde, kendi görüşlerine göre, yazmış oldukları zararlı kitapları okuyanların din bilgilerinin bozuk olacağı, felakete sürüklenecekleri anlaşıldı.
989 Hicrî AHMED bin ABDÜL-EHAD 1581 Mîlâdî
Konular
- VELİLER VELİSİ İMAM-I RABBANİ
- ABD TARİHİNE DAMGASINI VURAN MÜSLÜMANLAR
- BATI'YA KARŞI ETKİLİ BİR GÜÇ:TASAVVUF
- MUSTAFA İSLAMOĞLU
- BİR BABANIN OĞLUNA NASIHATİ
- İslam başka din ve ideoloji mensuplarına benzemeyi yasaklamış mıdır? İslami kıyafet,şekil var mıdır?
- AVRUPA İSLAM'A KOŞUYOR,BİZ MANEVİ BUNALIMA!..
- Ebu Hüreyre'den Nurlu Öğütleri
- YUSUF EL-KARADÂVİ MEZHEPSİZ Mİ?
- KUR'AN'I KENDİLERİNE GÖRE YORUMLAYANLAR-2-
- MİRAC KANDİLİ
- TOLSTOY'UN GÖZÜYLE HZ.MUHAMMED (S.A.V)
- Efendimiz Aleyhisselâtu Vesselâm'ın Nurlu İkliminde Şaban-ı Şerif Ve Faziletleri
- Efendimiz Aleyhisselâtu Vesselâm'ın Nurlu İkliminde Berat Gecesi Ve Faziletleri
- AHLÂKTA MÜKEMMEL ÖRNEK
- PEYGAMBERİMİZİN AHLÂKİ ÖZELLİKLERİ
- AHLÂK SAHASINDA BÜYÜK İNKILAP
- PEYGAMBERİMİZİN GENÇLİĞİ
- İŞTE O,PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V)'Dİ...
- YETİŞ YA RESULULLAH
- "Ümmî Peygamber" tabirini nasıl anlamalıyız?
- Sünnet-i Terk Edip Yalnız Kur'an İle Amel Etmek
- Efendimiz'in (s.a.v) Alemlere Rahmet Olarak Gönderilmesi
- PEYGAMBERİMİZ NEDEN MİRAC'A ÇIKTI
- BAZI SEÇME HADİS-İ ŞERİFLER
- ABDEST ALMANIN FAZİLETİ
- ABDESTLİ DURMANIN FAZİLETİ
- MİSVAKIN ÖNEMİ
- ÖMER B. HATTAB (R.A)
- Hz. Ali (r.a.)