Zehirli | Konular | Kitaplar

"RABITA ŞİRK MİDİR?"

Konu ile ilgili yorumlar 2. sayfadasınız.
Konuya tekrar dönmek ya da konuyu okumak için buraya tıklayınız.

32 yorum 2. sayfa

mürşit gerekli mi ,ne iş

mürşit gerekli mi ,ne iş yapar,bu islamda var mı ? tartışılan bu

06.03.2012 - şahin

Sayin misafir

Sayin misafir
Allah sizi ve bizi islah etsin.
Sen gelmissin benim getirdigim delillerin bir tanesine bile cevap vermeden demogoji yapiyorsun, sonrada gelmissin bu konuda yazi yazan baska bir kardesi demogjilik ile sucluyorsun.
Nerede sizin hakki aramaniz? Hakki arayan bir kisi sizin yaptiginizi yaparmi? Bilki bidatcilarin alametleri, delillerin karsisinda zayif kalinca ve cevap veremeyince, sagdan soldan bazi sorular sorurlar.
Ve benim getirdigim delillerin bir tanesine bile cevap veremeyip aciz kalip, baska sorular yoneltmeniz hakkinda, ilmi bir usluba muhalefet etmis olursunuz, ayrica benim getirdigim delillere cevap vermeden baska soru sormaniza cevap vermemem gereksede, ben yinede cevap verecegim insallah.
Derimki: ilk once bizlere imam Rabbani diye bildiginiz kisiyi tanitin, her kutuphanede kitabi satilan bu adam kimmis acaba? Hangi alim Rabbani'nin muteber birisi oldugunu soylemis, her tarafta muceddid diye yazsada acaba hangi alim onun muceddid oldugunu soylemis? Ve buna benzer bu sorularimizin cevaini verin ilk once.
Sonra onun kitaplarin, Allah'tan baskasindan yardim istemek sirk degildir, diye bir sozunu aktarin, eger gercekten diyorsa tabiki, iste bundan sonra onun sozlerini naklettiginiz zaman, Rabbani hakkinda konusmaya baslariz.
Ama yoksa kafaniza gore Rabbani muslumanmi yoksa kafirmi ve… boyle sorulari asla Kabul etmeyiz, ilmi bir sekilde cevap verirseniz, ve yikarida belirrigim sartlara uyarsaniz, ondan sonra meseleye gireriz insallah.
Ayrica benim yukaridaki sorularimi bir kenara birakip sadece meseleyi seyh Rabbani'ye cevirmeyi, sadece sorularin cevabindan kacmak anlamina geldigini soyleyebilirim.
Bak kerdesim, eger sizler sadece hakki istiyorsaniz, yazdigim yaziyi ilk okudugunuzda Kabul etmeniz gerekirdi, gercekten kalbimden sadece Allah icin diyorumki, Allah askina taasubculugu birakip yazdigim yaziyi bir kere daha okuyun, Kuran'dan ve Sunnet'den ve alimlerin sozu disinda hic bir sey getirmedimki, ama sizlerin sozu ise ne Kuran'a nede sunnete dayaniyor, evet bunu sizlerde cok iyi biliyorsunuz, Allah askina kendi yazilariniz ile benim yazilarimi okuyun ve Kuran ve sunnet nerede bakin, sizlerde evliyadan yardim istemenin seriat'ta ve islam'da olmadigini cok iyi biliyorsunuz ama ya gizliyorsunuz, yada kendinizi kandiriyorsunuz, Ahkaf suresinin ilk sayfasinin sonuncu ayetleri hakkinda ne cevap verebiliyorsunuzki?
Kardesim, hakka geri donun, ve sunun bunun sozlerini birakin, bilinki hak kuran'a ve sunnet'e bagli kalmak ile olur, onun bunun sozune bagli kalmak ile degil.
Wesselamu aleykum

06.03.2012 - ebu ubeyde

Ben cahilim

Yukarıdaki uzun yazınızın da cevapları zaten vardır. Ben o kadar derin bilmiyorum. Zır cahilin biriyim.

Ama hayatta güvendiğim peşinde takip ettiğim insanlar var. Ben kaptan değilim, ama biletini alıp yolculuk yaptığım bir gemi var.

Şimdi rabıta ayetle sabittir. Şirk demek ayeti inkardır. Örneğin:

وَأَصْبَحَ فُؤَادُ أُمِّ مُوسَى فَارِغًا إِن كَادَتْ لَتُبْدِي بِهِ لَوْلَا أَن رَّبَطْنَا عَلَى قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ

28:10 - Musa'nın anasının yüreği (tasadan) bomboş kalıverdi. Eğer biz, (vaadimize) inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı.


أَن رَّبَطْنَا عَلَى قَلْبِهَا

Şimdi siz bin tane kurp bulursunuz. Çünkü sana göre bu zır cahil kardeşin MÜŞRİK-KAFİR..

رَّبَطْنَا

Sizin zihniyetinizde olanlar pekiştirme, güçlendirmek olarak tercüme etmiş. Ama işte asıl mealleri:

Hasan Basri Çantay

Musânın anası — yüreği (evlâdından başka bir şeyden) bomboş olarak — sabahladı. Eğer (Allahın vadine) inananlardan olması için kalbine (sabr-ü sükûn ile) rabıta vermeseydik az daha onu mutlak açığa vuracakdı.

Ömer Nasuhi Bilmen

Mûsa'nın validesinin kalbi bomboş olarak sabahladı. Eğer inananlardan olsun diye O'nun kalbine bir rabıta vermese idik az kaldı onu açığa vuracaktı.

Elmalılı Hamdi Yazır

Musânın anasının gönlü ise bomboş sabahı etti, az daha onu açıverecekti: kalbine râbıta vermese idik eğer iymanlılardan olsun diye

07.03.2012 - misafir

CVP:mürşit gerekli mi ,ne iş

31:20 - ".. insanlar içinde kimi de var ki, ne bir ilme, ne bir mürşide ve ne aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında mücadele ediyor." lokman 20

mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır..

sevgilerle

07.03.2012 - misafir

kardeşim her sakallıyı deden

kardeşim her sakallıyı deden sanma! Senin yaptığın rabıta alnından nur çıkan bir şeyhi hayal etmek. bu nur kalbe geliyor,kalbi günah kirlerinden temizliyor diye inanılıyor.أَن رَّبَطْنَا nere senin anlından nur çıkan şeyh nere.

07.03.2012 - şahin

Rabıtayı inkar kişiyi küfre götürür!

Maddeler halinde sıralamış olduğunuz maddeler, sizin rabıtayı yanlış anladığınızı ve hiç alakası olmayan şeylerle kıyasladığınızı görmekte.

1. Tapınmak olarak tarif etmektesiniz!
2. Başkasından yardım istemek olarak tarif etmektesiniz!
3. Vasıta koymak olarak tarif etmektesiniz!

Eğer var olan bir gerçeği olduğunun dışında tarif edersen ortaya sunduğun delillerde kendini haklı bulmaya başlarsın.

Zikir ayrılır: Zikri hafi ve zikri cehri.

Rabıta Zikri Hafi olarak tarif edilir. Kesinlikle bir ibadet değildir. Sadece ZİKİR'dir.

Zikir ile alakalı bütün ayetler rabıta içinde kapsar. Rabıta ile alakalı kuranı kerimden deliller mevcuttur.

Bugün yetkisiz bir çok sonradan türeme tarikatlar ve sahte şeylerin bolluğu nedeni ile "rabıta" dillerde sakız olmuş. Gizliliği ve sırlığı tartışılır olmuştur. İnternet ortamı ile birlikte bir rabıta efsanesi doğurulmuş. Olduğunun dışında gibi gösterilmye çalışılmış ve aslı dejenere edilmeye çalışılmıştır..


Unutmayın rabıtayı inkar kişiyi küfre götürür!

07.03.2012 - Panzehir

CVP:kardeşim her sakallıyı deden

Bak güzel kardeşim bugün rabıta'yı dejenere etmeye çalışan bir çok sapık mevcut. Bunlardan birisi de iskender evrenesoğlu yalancı peygamberi. O adam ben peygamberim dedi diye siz bütün peygamberi mi inkar ediyorsunuz? Hayır tabiki..

Her zaman sahtekarlar olacaktır. Yalancılar düzenbazlar olacaktır. O sehtekarlar bazı terimleri kullanıp üzerlerine kendi yorumlarını koyarak insanların akıllarını bulandırmaktalar.

07.03.2012 - Panzehir

sayin panzehir ve sayin misafir

Hamd alemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur:
Sizlerin benim yazim hakkindaki yorumlarinizi okudum ve cevap verecegim insallah.
Sayin Panzehir:
Ilk once sunu unutmamak lazimki, Allah'tan baskasina dua etmek ve yardim istemek, Rabita'dan daha genis bir konudur, cunku her rabita yapan kisi sanirim bir gun bile olsa, hocasi yaninda deglken hocasindan yardim isteyecektir, ve boylelikle her rabita yapan kisi Allah'tan baskasina dua etmis olur, ama her Allah'tan baskasina dua eden kisi rabita yapmak zorunda degildir.
Bilinki mekke musrikleri Allah'tan baskasina dua ettikleri icin musrik oldular ve Peygamberler bu nedenden dolayi gonderildi, bu konuda ayetleri ilk yazimda zikrettim.
Sufi hocalarin cok tehlikeli bir hilesi
Ayrica Allah'tan baskasina dua etmenin sirk ve kufur oldugunda hic bir ihtilaf yoktur, hatta ilginc olani sizlerin seyhulislam ibni teymiyye hakkinda bazi kotu sozleriniz oldugunu bildiginiz adamlari, bilmemne effendi ve hazretleri diye vasiflandiriyorsunuz, ama burada sizin bilmediginiz bir sey var, sizlerin o ibni teymiyye hakkindaki kotu olan sozlerini naklettiginiz alimler, baska bir yonden ibni teymiyye ile itikadi olarak bu konuda ittifak edip Allah'tan baskasina dua etmenin kufur oldugunu soylemislerdir.
Peki neden o zaman durust olmuyorsunuz??? Isinize gelince filanca hazretleri diyerek ibni teymiyye hakkinda bazi kotu sozlerini nakledebiliyorsunuz, ama isinize gelmeyince neden ayni alimin Allah'tan baskasina dua etmenin sirk olduguna dair sozunu nakletmiyorsunuz acaba? Iste bu sadece heva ve hevese uymaktan baska bir sey degildir.
Allah soyle buyurur: 18 - Mescitler kuşkusuz Allah'ındır. O halde Allah ile birlikte kimseye dua etmeyin(cin suresi).
Su cok onemlidir: O halde Allah ile birlikte kimseye dua etmeyin. Bu ayet üzerinde uzunca duşunun.
Ve yukarida zikrettigimiz ayetler ve hadisler ve alimlerin sozleri ve Icma… iste bunlarin hespsi varken malesef bazilari hala ve hala durmadan Allah'tan baskasina dua ederek sirk kosuyor…
Rabita'yi inkar kufure gotururmus:
Derimki: aksine rabita yapmak kufure goturur, rabita yapmamak degil, acaba hic arastirdiniz mi ilk rabitayi islam dinine sokmaya calisan kim? Acaba hic arastirdinizmi eskiden ilk tasavvuf hakkinda yazilan kitaplarda hic rabita hakkinda bir sey varmi?
Iste bu sorularin cevabini herkezin ve ozelliklede rabita yapanlarin arastirmasi lazim, bizler muslamaniz ve yahudiler gibi hocalarimiz ne derse yapanlardan degiliz, Allah ve rasulu s.a.v. ne derse onu yapanlardaniz.
Ayrica zikir ile rabita'yi ayni kefeye koyma'nin normal bir akil balig birisinin yapacagi bir sey oldugunu soyleyemeyiz, cunku zikirde Allah'i dusunursunuz, ama rabita'da ise Allah'i degil hocanizi dusunursunuz, Allah ile hocasini ibadette bir tutan kisi ne kadar kotu bir sey yapmistir, Allah'tan fazla geceleri saatlerce rabbi'ni unutup hocasinin seklini aklina getirip ondan yardim dileyen musrik birisi kadar ahmak kim olabilirki? Hz. Nuh'un kavmi neden acaba musrik oldular hic arastirdinizmi? Cunku Allah'in salih kullari vefat ettiklerinde onlarin resimlerini yaptiar ve onlar bize Allah'i hatirlatsin dediler, ve sonrada onlara taptilar(sahihi buhariye bak).
Yine Allah soyle buyurdu: 59 - Andolsun ki Nûh'u elçi olarak kavmine gönderdik de dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum."
Derimki: iste eger ayeti iyi incelersek, Allah'tan baska yaratici olmadigina inanin demiyor, cunku onlar bunu zaten biliyor, ama onlara sadece Allah'a ibadet edin diyor, yani ayni rabitacilar gibi mesela, rabita yapan Allah'tan baskasina ibadet ederler, yani olulere siginan birisine eger bizler sorarsak: sen Allah'a inaniyormusun? Derki: evet, belkide kendini sadece Allah'a ibadet ettigin dusunuyor olabilir, ama aslinda musriktir, cunku ibadeti sadece Allah'a yapmiyor, ibadette onunla birlikte baskasini ortak kosuyor, umarim simdi biraz daha inlamissinizdir.
Yine Allah soyle buyurur: 18 - Allah'ı bırakıyorlar da, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek olan şeylere ibadet ediyorlar ve "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir." diyorlar. De ki, "Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.(yunus suresi).
Derimki: iste bu ayet sanki acikca rabita yapanlardan bahsediyor, cunku rabita yapanlarada sirk oldugunu soyledigimizde, biz sadece vasita ediniyoruz derler, ve bizler sizlere diyoruzki: neden ibadette Allah ile baskasini ortak kosuyorsunuzki? Umulurki tovbe ederler.
Belki bu ayetlerin bazilarini yukaridada zikrettim, ama anlamadiginiz icin tekrarladim.
Ayrica ayetlerin tefsirlerinede bakabilirsiniz, mesela: taberi ve ibni kesir vb…
Ayrica sizlere ibadet kelimesinin Seriattaki manasinida tafsilatli bir sekilde, eger arapcaniz vaarsa arastirmanizi tavsiye ediyorum, ama kisaca sunu bilinki, Allah icin yapilan ibadetleri baskasina sarfetmek muslumanlarin ittifaki ile (sadece rabitaci yapanlar haric) sirktir, ve dua'da ibadet ise, kim Allah'tan baskasina dua ederse sirk'e girmis olur.
Ve ben sizlerden Ehli sunnet'in muteber gordugu alimlerden acik bir sekilde (cogu yazilarinizda hile yaptiginiz gibi) hile yapmadan bir tane alimden olulere dua etmenin caiz olduguna ve evliyadan yardim stemenin sirk olmadigina dair delil getirmenizi sitiyorum.
Sadece bir tane, bilinki asla ve asla simdiden garanti verebilirimki getireyemeksiniz, Ehli sunnet'in muteber gordugu alimlerden ama…
Bilinki eger imam Cuneyd vb gibi eski sadik ve salih sufiler ile simdiki kendi tarikatlerinizi karsilastirisaniz, gorursunuzki eskiler ile simdikilerin pek alakasi kalmamis, ve sapik dediginiz sufi tarikatlerinin icinde kendi tarikatlerinizide bulursunuz.
Acaba hic kadiriyye tarikati ile kendilerini nisbet ettikleri Seyh Abdulkadir geylani arasinda bir alaka varmi hic arastirdinizmi?
Iste imam Geylani'nin meshur kitabi El-gunye, acip bir bakin bakalim itikadi neymis acaba? Bakin bakalim simdiki kadiriyyeler ile bir alakasi varmi?
Sanirim sizler icin bu kadar aciklama yetlerlidir…

Misafir diye yazan kisinin, guya kendince Kuran'dan getirdigi deliller hakkinda ise:
bak kardesim, Sana bir tavsiyem olacak insanlar seni kandirmasin, dediklerime cok dikkat et:
Kuran'da bir tane bile olsun, guvendigin insanlar ne derse, kuran ve sunnet ile tartmadan peslerinden gidin diye bir ayet varmi? Elbetteki yok. Peki Kuran'da Allah'a ve Rasulunun pesinden gitme hakkinda bir ayet varmi? Evet elbetteki cokca var, mesela:
46 - Ayrıca Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Ve birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.(enfal suresi).
Boylelikle asla ve asla Kuran ve Sunnet disinda kimseyi takip etme, ve Allah'in su ayetini hatirla: 30 - Yahudiler, "Uzeyir Allah'ın oğlu" dediler, Hıristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğlu", dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar!
31 - Onlar, Allah'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.
Ve bu ayetin tefsirindeki Allah rasulunun, yahudilerin neden Allah'tan baskasini Allah ile ortak kosmuslar onada bir bak, Allah Rasulu s.a.v. bunlarin sirk kosmalarinin sebebinin papaz'larinin ne derse ve neyi helal neyi haram kilarlarsa onu yaptiklari ve inandiklari icin sirk kostuklarini aciklamistir(rivayet sahihtir, herhangi bir tefsiri muracaat et).
Ama bana soyle diyebilirsin: ben bir sey bilmiyorum, boylelikle baskalarina sormam lazim, derimki: evet sorman dogrudur, zaten Allah soyle buyurur: 7 - (Ey Muhammed!) Biz, senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkek(peygamber)ler gönderdik. Bilmiyorsanız kitap ehli olanlara sorun.(enbiya suresi).
Ama benim kasd ettigim, onlara neyi soracagin, yani sen gidip onlara rabita dinde varmi yokmu sormayacaksin, rabita varsa delili nerede? Hangi ayette? Hadis nerede? Alimler bu ayeti boyle anlamismi? Ve boyle sorular, iste boyle yaparsan ancak felaha erersin ve sirati mustakim uzerinde gidersin, ama eger onlar ne derse inan ve peslerinde git, iste boyle yapmak asla Muhammd'i yol degildir, bilki Allah Rasulu s.a.v. bizi hocalarimiz ne derlerse onlarin dediklerini hemen Kabul edecek bir yol uzerinde birakmadi, boylelikle bilki Kuran bosuna inmedi, bosuna herkez okumuyor, eger oyle olsaydi sadece alimler okurdu, umarim anlamissindir.
Kuran'dan getirdiginiz delil uzerinde kisaca duralim, ve ayetin manasini rabita diye cevirmenin yanlis oldugunu ve nede arapca hali ile boyle bir mana vermedigini kisaca isbatlayalim
Simdide senin getirdigin Kuran'dan delillerin kisaca bu manayi hic bir alimin anlamadigini ve boyle anlamanin dogru olmadigini aciklayacagim insaallah.
Ben gercekten bu ayetlere bu mana vermenize cok sasirdim, ve yanlis anlamayin ama akil balig birisinin boyle anlayacagi hicte aklima gelmemisti.
Simdi kisaca delilini inceleyelim insallah, Allah soyle buyurmustur:
Musa'nın anasının yüreği (tasadan) bomboş kalıverdi. Eğer biz, (vaadimize) inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı.(kasas suresi 10.ayet).
Derimki: Allah askina rabita ile bu ayetin ne alakasi var?
1-Rabita, Allah ile kendi arana hocani koyman ve hocani dusunmen, Bu ayette ise direkmen Allah'a baglanma var, rabita nerede? Acaba Musa'nin annesinin hocasimi vardi???
2-Rabita insanin kendi istegi ile baska birisini Allah ile kendi arasina baglanti yapip Allah'a balandigini sanmaktir. Musa'nin annesi'nin ise burada kendi isteyi yoktur, halbuki bu direk Allah'tan gelen bir seydir, ve bu bir cesit keramet oldugunu alimler soylemistir.
3-eski alimlerden hic biri, bu ayeti bu sekilde yarumlamayip, manasinin Allah'in onun kalbini sabitlestirdigini soylemislerdir, bakabilirsiniz.
4-bu ayet hakkinda sonradan gelen bazi kisilerden getirdiginiz deliller ise merduddur ve Kabul edilmez, yani bunlardan once eskiden olan alimlerden en azindan bir kac tanesi ayeti bu sekilde aciklamis olmasi gerekir, ve bu sekilde aciklayan kimsede yotur, cunku Peygambermiz s.a.v. mutevatir olan bir hadisinde Kiyamete kadar bir toplulugun hak uzere her zaman olacagindan bahsetmistir, ve eger sizler gercekten hak oldugunuza inaniyorsaniz, eski ulemanin sizlere uydugunu isbatlamaniz gerekir, cunku eger hak yolda iseniz eskiden olan sizinle ayni dusunen birilerinin olmasi gerekir, eger isbatlayamazsaniz bilinki hak yolda degilsiniz.
Son olarak, Allah askina kardes, sanirim sen arapca bilmiyorsun, yanlis anlama kucumsemiyorum, ama bilseydin bu ayet asla ve asla boyle bir mana vermeyecegini anlardin, ve hic kimsede bu cikarimi yapmamistir, ve eger birisi bu cikarimi bilerek yapti ise, iste ona hakkimi muslumanlar ve Allah'in dini adina helal etmiyorum.
Ve lutfen bu ayetin tefsirlerini ac oku, emin olki bir tanesi bile rabita oldugunu soylememistir, ve ayetin rabita ile hic bir alakasida yoktur.
Vakit olsaydi, sana arapca lugat babindan, rabeta kelimesinin manalarini koyardim ve daha ince meselelere girerdim, ama insallah bu kadari yeterli.
Tekfir meselesi ve benim sizi tekfir etmemem hakkinda
Ayrica sayin kardesim, benim sana kafir deyip demedigimi nereden biliyorsun, benim oyle bir yazim varmiki?
Allah'tan baskasina dua eden birisinin musrik oldugunu soyledim diye sanadami kafir dedim yani? Allah askina yapmayin…
Tekfirin sartlari vardir, mesela adamin belki kafasi calismiyordur, ve Rabita'nin ne demek oldugunu bile anlamadan onu savunuyordur, bu kisiye nasil kafir diyelimki? Biz genel olarak Allah'tan baskasina dua edenin kafir olacagini soyleriz, yani bir hukum olarak, nasilki bu konuda alimler icma etmisse, ama sen veya o veya bu kisiler icin direkmen kafirsiniz demek asla dogru degildir, taki kesin bir sekilde sabitlesmesi lazim, ve hic kimse istedigini kafasina gorede tekfir edemez, bu konuda ilmi ehliyeti olan edebilir sadece, bilmeyende sorar ve delilini ister.
Arakdaslar konu gercekten cok uzun, ve ben elimden geldigince kisa tutmaya calissamda biraz uzun tuttugum icin kusura bakmayin, ve kisaca bile olsa en azindan hizlica yazimi okuyun, soyleyecek cok sey var ama, umarim hakki arayan icin bu kadari yeter insallah.
Wesselamu aleykum
Kardesiniz ebu ubeyde

08.03.2012 - ebu ubeyde

sayin panzehir

sizin bu yaziniza asagidaki en son yazinizin altinda cevap verdim, oraya bakiniz...

08.03.2012 - ebu ubeyde

hanefi alimleri Allah'tan baskasina dua'yi sirk goruyorlar

Buyuk hanefi alimi Imam Birgivi hazretleri, soyle demistir:

Kabir ziyaretleri, eger kabir'e namaz kilmak ve tavaf etmek ve opmek ve ellemek ve yuzu kabire deydirmek ve topragindan almak ve kabrin sahibine dua etmek, ve onlara siginmak ve onlardan yardim istemek ve rizik ve cocuk ve borclarini gidermesini istemek … iste bu ve buna benzer Putlara tapanlarin putlardan istediklerini istemek, iste bunlarin hic biri muslumanlarin imamlarinin ittifaki ile mesru degildir(dinimizde yoktur), boyle bir seyi ne peygamberimiz s.a.v. yapmis nede sahabeler yapmis nede tabiinler nede buyuk imamlar, iste boyle bir sirk ve bidat dolu bir ziyaret putlara tapanlardan alinmistir.

Ziyareu el-kubur no:28. Mecalisu el-ebrar no:126. Nefaisu el-ezhar no:157. Hukmu allah el-vahidu es-samed no:25. Cuhudu ulmei el-hanefiyye fi ibtali akaidi el-kuburiyye no:1139.

08.03.2012 - ebu ubeyde

rabıta şirk değildir.

Şirk Allahın gücünden bağımsız bir kuvvet ve kudretin varlığını kabul etmektir.Evet hakikatte Allahtan gayri küçük yada büyük bir kuvvet,kudret mevcut değildir.Konuşuyoruz, geziyoruz,birşeyler kaldırıyoruz tüm bu fiilleri kuvvet ve kudretiyle yaratan Allahtır.Onun izni ve kudreti olmaksızın ne senin yaşaman nede bir yaprağın kımıldaması söz konusu olabilir.Maddi rızıklar gibi manevi rızıklarda vardır.Bir patronun işyerinde çalışıyorsun ve ordan rızkını temin ediyorsun. Rızkı sana veren kim? Tabikide Allahtır. Patron burada sana gelen rızıkta bir vesile olmuş oluyor.İşte bunun gibi manevi zenginliklerle donatılmış bİr Allah dostunun yanına gidip ondan faydalanıyorsun.Oraya gitmen kimin için?Allah içindir.Onun huzurunda edeple oturuyorsun bunu yapmakla ona tapıyormusun? Eshab-ı kiramda Peygamberimizin huzurunda böyle edepli bir şekilde oturulardı.Ve bir şey yerlerse Onu mutlaka hatırlayıp ona gönderirilerdi.Eshap peygamber efendimize tam bir muhabbetle bağlıydı.Onu düşünmeden edemezlerdi.Mübarek cemali hayyallerinden gitmezdi.Peygamber efendimiz traş olunca eshab yere düşen mübarek saç tellerini toplarlardı.İşte rabıta budur.Sevgiliyi hatırlamak,onda yok olmak.Peygamberi eshab Allah için seviyordu.Allahı sevdikleri için Onun elçisini de seviyorlardı Ama tabikide eshab bunları yapmakla Peygamberimimze tapmış olmuyorlardı.Onu vesile ederek Allahtan bir şey istedikleri oluyordu.Ama hiç biri Ona tanrı muamalesi yapmaz veya bunu hatıra getirebilecek bir davranışta bulunmazlardı.Zaten bundan kesin olarak nehyedilmişlerdi. Hal böyle iken PEYGAMBERİMİZİN VARİSLERİ İLE HEM HAL OLUP ONLARA GELEN FEYİZLEDEN YARALNAMKA NEDEN ŞİRK OLSUN.Ameller niyete göredir.Nasıl niyet etmişsen amelin de odur.

18.03.2012 - mert metin

rabıta

bakın arkadaslar egerkı rabıta şırk ıse o zman bu zamanda mursıt yok demektır şımdı rabıta yapmanın şırk oldugunu soyleyen bılgısız arkadasa soruyorum mursıt bu devırde varmı yokmu bunu cevapla eger yok dıyorsan sana tek bır sey soyluyorum allah sana dogru yolu gostersın eger mursıt bu devırde var dıyorsan rabıtayı neden kabul etmezsın sofıler bunu kafasından uydurmuyor mursıdler (allah dostları)kıyamete kadar var olacaklardır bıraz tevsır okuyun bılgısız halınızle kuran tevsırı yapmaya kalkısırsanız abuk sabuk yerlere gıdersınız allaha emanet olun.

20.03.2012 - bulent

rabıta

MURSITLERIMIZ (ALLAH DOSTLARI ) rabıta yapılmasını ıstıyor eger rabıta şırk olsaydı allah dostları bunu yapmamızı ıstermıydı soruyorum sızlere ? yapmayın arkadaşlar kuran ayetlerını kafanıza gore tevsır etmeyın tevsır dın alımlerının ışı burda bılmışlık yapıpda gunaha gırmeyın
ınternetten ordan burdan okuduklarınızla fetva vermeyın

20.03.2012 - bulent

Râbıta’nın Usûl-i Fıkıh

Râbıta’nın Usûl-i Fıkıh Işığında Tahlîli

Bundan sonra... [1]([1] Şu yazı bilhassa bir ilim yetîmi ve fakîri olan Profesör Abdulaziz BAYINDIR’ın ve beşik şeyhliği ile hakiki şeyhliği karıştıran Ferit AYDIN isimli kimsenin hezeyanları münâsebetiyle kaleme alınmıştır.)

İslâm Ümmeti içinde Sûfiyye-i Aliyye’nin ’âlimi ve ’avâmıyla hemen hemen hepsinin, Tefsîr, Hadîs, Fıkıh ve Akâid âlimlerinin de bir nicelerinin yapa geldikleriRâbıta ameli var. Bu amelin, zamânımızın kimi ilim adamı pozlarındaki câhil edebsizlerince ve onların yollarından giden sürülerce şirk olarak i’lân edildiğini işitiyor ve okuyoruz. Bunlar esâsen cevâb vermeye bile değmeyen sefîhler iselerse de, şeytânî vesveseleriyle aldatıp kandırdıklarına ve de sâmîmî kimselere faydası olur düşüncesiyle bu makâlede bahsi geçen mevzû’u incelemek istiyoruz. Ve billâhi’t-tevfîk…
Râbıta Ne Demektir?

Lüğatta Râbıta; Râbıta, rabt eden, bağlayan şey demektir. Râbıta, ulka ve vuslat demektir.[2] Ulka ise…… ve ilişik’e (yani alâkaya) denir. benim şu malda ulka’m, ya’ni alâkam var dersin.[3] Taallük, bağlantı, tutunulacak şey.[4] Vuslat:Ulaşmaklık, ittisâl ma’nâsınadır.[5] Şu hâlde, Tâcü’l Arûs sâhibi Zebîdî’ye göre Râbıta, İlişik, alâka, ulaşmaklık ve ittisâl/bitişmek demektir. Istılâhta Râbıta: Tasavvuf ıstılâhındaki Râbıta, değişik çeşitleriyle, farklı farklı ta'rîf edildiyse de, bizim üzerinde duracağımız çeşidi ve onun ta'rîfi şudur: Râbıta, bir mürîdin, fenâ fillâh’a[6] ulaşmış mürşid-i kâmilinin rûhâniyetiyle beraber, (kalbiyle) ondan yardım istemesinden ve sûretini kalb gözünün önüne getirerek hayâl etmesinden ibarettir.[7]

Temhîd:

Râbıta, ya hem ma'nâ ve muhtevâ, hem de şekil ve sûret olarak Saadet asrında vardı, veya yoktu. Var idi ve -kimi câhil ve sapıklarca iddiâ edildiği gibi- küfüridiyse, hakkında açık âyet ve hadîsin bulunması gerekirdi. Biz, kitâbımız Kurân’da böyle bir âyet veya onun birinci ve en esaslı tefsîri olan Sünnet’te de zayıf bile olsa bir hadîs bilmiyoruz. Vardır, diyen Allah celle celâlühû’ya veya Resûl’ü sallallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ ediyor, demektir.

Hem ma'nâ ve muhtevâ, hem de şekil ve sûret olarak iki cihetiyle Saâdet asrında yok idiyse, ya ma'nâ ve muhtavâ olarak var idi ama şeklen ve sûreten yok idi, veya hem ma'nen hem de şeklen ve sûreten yok idi.

Hem ma'nen, hem de şeklen ve sûreten yok idiyse, Şerîat tarafından, hakkında her bakımdan susulan bir şey olmuş olacağından küfür veya şirk olduğunu iddiâ etmek, küfür veya şirk, yahud da fısk ve bid’attır. Zîrâ böyle bir iddiâ yeni bir teşrî’/kanun îcâd etmek, veya, ya câhilce konuşmak yahud da hakâret demektir. Bu ise küfür veya fıskdır. Yok eğer, şeklen ve sûreten yok idiyse de, ma'nâ ve muhtevâ bakımından var idi ve şirktir; veya tam tersine mendûb bir ameli ihtivâ etmektedir, deniliyorsa, ortaya iki zıd kanâat çıkıyor: Birincisi, Râbıta, şirk, veya harâm, yahud mekrûh olan bir bid’attir fikri, ikincisi ise, Râbıta, mendûb, veya sünnettir i’tikâd ve anlayışı… Şu iki takdîrde de, ortada, bir çeşit ictihâd veya daha dar ma'nâda bir nev-i kıyâs var demektir. Bu hâlde, önümüze ciddî iki müşkil/problem çıkıyor; Birincisi, bu ictihâdı ve kıyâsı kim yaptı veya yapacaktır?İkincisi, bu ictihâdın İslâmî hükmü ve değeri ne olacaktır? Şu ictihâdı yapan geçmişte hiçbir müctehid bilinmemektedir. Bilen varsa bildirsin. Bunu şimdilerde yapacak olanlar, Râbıta inkârcıları gibi yer ile göğü ayıramayacak kadar sarhoş ve mübtezel, tezekle çöreği fark edemeyecek kadar aç ve şaşkın kimseler ise, iş çok feci; âyet ve hadîslerle oynanılıyor demektir. Bu oynamaya, -şâyet, küfürdürdiyemiyorsanız bile- en azından harâm olan bir cinâyettir, demek zorundasınız. Akıllı ilim sâhibleri ve ayıkların şu cinâyete müsaade etmemeleri îcâb eder. Bu ictihâd ve kıyâsı yapacak olanlar, eğer mutlak olarak/her bakımdan veya en azından kısmen ictihâda ve kıyâs'a ehil kimselerse, şu ictihâd ve kıyâsın hükmüzann olmakla, katî/kesin harâm değil de, en fazla ictihâdî bir harâm olur. Onu kabûl etmeyenler kâfirlikle suçlanamazlar. Sözü edilen ictihâd ve hükmün karşısında ictihâda ehil kimselerce yapılan zıd içtihadlar yoksa, fâsıklık, sapıklık vebid’atçılıkla ithâm edilebilir. Karşısında ehil kimselerce yapılan zıd ictihâdlar varsa, fâsıklık sapıklık ve bi'atçılıkla da ithâm edilemezler. Hâl böyleyken şu câhiller ve sapık Râbıta inkârcıları ağızlarına geleni söyleyebiliyorlar. Kendilerikültürlü(!) ama câhil, dünya haritasında Amerikanın nerede olduğunu bilen ama kendinin ve cennet ile cehennem’in nerelerde, hangi yolların ucunda olduğundan habersizdirler… Kıyâs bile kabûl etmeyecek ölçüde kendilerinden üstün ve ictihâda hakîkaten ehil olanlara salya sümük saldırıyorlar… Te’vîl kaldırmayan zırvalarına ters düşmesine rağmen doğru neticeleri veren ictihâdlar yapabilen muhâtâblarını şu ictihadlarında müşriklikle suçlayabiliyorlar…

Mes'elenin Usûl-i Fıkıh Cihetiyle Tahlîli

Ele alacağımız mes’elelerin sağlam bir zemîne oturtulabilmesi için onlara bir çeşit mukaddime/öncül olma mâhiyyetinde bazı usûlî[8] Noktalara ihtiyac vardır. Bu sebeble burada birkaç Nokta’ya açıklık getirmeyi münâsib görüyoruz. Zîra şu mes’elelerin anlaşılması sözünü ettiğimiz Noktaların kavranması zemînine oturacaktır. Ancak, ilim sâhibleri takdîr ve teslîm ederler ki, bu bahis mevzûu edeceğimiz Noktalar, aslında çok geniş mevzûlardır ki, böylesi bir makâle bunların her yanıyla ortaya konulmasına, tahlîline ve münâkaşasına elverişli değildir. Değilse, esas maksad boğulup anlaşılmaz hâl alır. O yüzden biz burada, şu husûslara sadece kısaca dikkat çekeceğiz:

Birinci Nokta

Şâri'in Terk'i Neyi İfâde Eder?

Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz veya Ashâb’ının yapmadığını yapmanın hükmü nedir? Terk, yani bir şeyin Efendimiz sallallâhu teâla aleyhi ve sellem ile Ashâb’ı tarafından yapılmamış olması onun harâm olduğuna veya câiz olmadığı’na delîl midir? İddia edildiği gibi, Râbıta, Onlar tarafından yapılmadıysa, ona ne hüküm verilecektir? Terk, yapmama işi demektir. Bu yüzden şu husûs, Usûl-ı Fıkh’ın Nebî sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz’in fiileri bahsıyla alâkalıdır.

Hâfız Muhaddis Allâme Abdullah Muhammed Sıddîk el-Ğumârî bu husûsla alâkalı olarak yazdığı Husnü’t-Tefehhüm ve’d-Derk li Mes’eleti’t-Terk isimli eserinde terk’in ne harâmlık ne de mekrûhluk delîli olmadığını etraflıca anlatmaktadır. Sözünü ettiğimiz risâleden bir kısmını aktarmayı kâfî görüyoruz:

Hâfız Ğumârî şöyle diyor: Yalnız başına terk, kendisiyle beraber, terk edilenin yasaklanan bir şey olduğuna dâir bir nass bulunmadıkça, onun (terkedilen şeyin) harâmlığına delâlet etmez. Aksine o işin en fazla, meşrû’ olduğunu gösterir. O terk edilen (yapılmayan) işin mahzûrlu oluşu ise tek başına terkden anlaşılmaz.

İmâm Ebû Saîd İbn-i Lübb (701-782), namazdan sonraki düâyı -bunun bu şekilde yapılmasının Selef’in yaptığı bir iş olmadığı gerekçesiyle mekrûh gören(ler)e cevâben şöyle dedi: Bu (Selef’in şu düâyı bilinen şekliyle yapmadığına dâir olan) nakil doğruysa,[9] şu terk, ancak o terk edilende terkin câiz olduğu ve onda zorluk ve darlığın bulunmadığı hükmünü gerektirir. Bilhassa düâ gibi Şerîat’ta yerleşmiş umûmî bir temel esâsa dayanan husûsta terk edilenin harâm veya mekrûh oluşunu ise hiç gerektirmez.

Ebû Dâvud ve Nesâî, Câbir İbnü Abdillah’dan rivâyet ettiler: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in iki işinden ikincisi, ateşin (pişirerek) değiştirdiği şey(-i, yemeği yemek)den dolayı abdest almayı terk etmektir…[10] Bunu mes’elemizle alâkalı olarak delîl getirmek açık bır husûstur. Zîrâ ateşle pişen yemekten dolayı abdest almak vâcib olsaydı, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem abdest almayı terketmezdi. Mâdem ki, terk etti, bu, onun (câiz olmadığını değil) vâcib olmadığını gösterir.

İmâm Ebû Abdillâh et-Tilimsânî (Ö:771) şöyle dedi: Bir hüküm bildirmekte fiil’e/yapmaya, katılan şeylerden biri de terk/yapmamakdır. Zîrâ Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz’in fiili/bir şeyi yapması ile harâm olmamaya delîl getirilirse, terki/yapmaması ile de vâcib olmamaya delîl getirilir. Bu, ashâbımız(Mâlikî İmâmların)ın ateş dokunan (ateşte pişen) şeyler(i yemek)ten dolayı abdestin (vâcib) olmadığına delîl getirmeleri gibidir…[11]

Çünki, belki o anda onu yapmalarına bir mâni’ vardı. Veya ondan daha fazîletli bir şeyden ötürü, yahud onun bilgisi hepsine ulaşmadığından, onu terk ettiler, yapmadılar.

İmâm Buhârî, Sahîh’inde, Nebî sallalahu aleyhi ve sellem’e yaptıkları işlerde uymak bâbında İbn-i Ömer radıyallahu anhüma’dan şöyle dediğini rivâyet etti: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir altın yüzük edindi. İnsanlar da derhâl altun yüzükler edindiler. Ben bir altun yüzük edindim dedi, hemen ardından onu attı ve ben onu ebediyen giymeyeceğim buyurdu ve insanlar yüzüklerini derhâl attılar.[12]

İbn- i Hacer, (İmâm Buhârî, Sahîh’inde) bu misâlle iktifâ etti. Çünki o (misâl), yapmak ve terk etmek’te/yapmamakta O’na (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e) uymayı ihtivâ etmektedir, dedi.

Ben (Ğumârî) Derim ki, İbn-i Hacer’in terk etmek ta’birinde mecâz kullanılması vardır.[13] Çünki, atmak fiildir. Onlar O’na (şu) fiil’de uydular. Terk ed(ip bir daha yüzük takma)mak şu fiilin netîcesidir…[14] Yine biz Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e, O’ndan sâdır olan her bir şeyde uymayı inkâr etmeyiz. Aksine onda (şu uymakta) fevz ve seâdet görürüz. Lâkin Mevlid- i Nebevî ve Mi’râc gecesinde olduğu gibi, yapmadığının da harâm (veya mekrûh) olduğunu söylemeyiz. Çünki bu (harâmlık iddiâsı) Allah celle celâlühû’ya yapılan bir iftirâdır. Kezâ, Selef'ın bir şeyi terk etmesi, yani yapmaması da o işin mahzurlu (yasaklanmış) olduğunu göstermez.

İmâm Şâfiî Şöyle dedi: Şerîat’tan dayanağı olan hiç bir şey, Selef onu yapmasa bile bid’at değildir. (Ğumârî’den nakiller bitti.)[15]

Şu husûsta, mezheblerde değişik görüşler olduğu farz ve isbât edilse bile, böyle bir icdihâdî genişliğe rağmen, kimse Râbıta’ya küfürdür diyemez. Derse, en hafîfinden yobazlık etmiş olur.

İkinci Nokta:

Eşyâda asıl olan nedir?

İbn-i Nüceym şöyle diyor: Eşyada asl olan -delîl mübâh olmadığını göstermedikçe- mübâh olmak mıdır? Bu, Şâfiî’nin mezhebidir. Veya, delîl mübâhlığı göstermedikçe, harâm olmak mıdır? Şâfiîler, bu görüşü Ebû Hanîfe rahmetüllâhi aleyh’e dayandırmışlardır. El-Bedîu’l-Muhtâr’da şöyle denilmiştir: Seçilen görüş, Şerîat’tan önce amellerin hükümlerinin bulunmamasıdır….

El-Menâr’a, musannifi (İmâm Nesefî) tarafından yazılan şerhde şöyle denilmiştir: Eşya (varlıklar ve işler) bazı Hanefî âlimlere göre aslında mübâhlık üzeredir. Kerhî onlardandır. Bazı hadîs âlimleri eşyada asl olanın yasaklık olduğunu söylemişlerdir. Ashâbımız (Hanefî âlimleri) onlarda (eşyada) asl olanın tevakkuf olduğunu söylemişlerdir. Bunun ma’nâsı şu demektir. Eşyanın mutlaka bir hükmü vardır. Ancak biz onu aklımızla bilemeyiz. (Nesefî’nin dediği bitti)

Hidâye’nin İhdâd faslında, Mübâhlığın asıl olduğu ifâdesi vardır. (Hidâyenin sözü bitti)

Bu anlaşmazlığın eseri, âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bir şey söylenmeyen husûslarda ortaya çıkar. Hâli müşkil/problemli olan şeyler bu kaide üzerine oturur. Bu müşkil mes’elelerden biri de işi müşkil olan hayvandır. (İbn-i Nüceym’in sözü bitti.) [16]

Hamevî de, el-Eşbâh Hâşiyesi’nde kısaca şöyle dedi: Kasim İbn-i Kutlu Buğâ bazı ta’liklerinde,[17] şöyle söyledi: Seçilen görüş, Ashâbımızın cumhûru/çoğu katında asl olanın mübâhlık olduğudur. Fahru’l-İslâm bunu/mubâhlığı peyğamber bulun-madığı zamanla sınırlı tutmuştur…..[18]

Kişinin kendine veya başkalarına zararlı olduğu husûslar tartışma sahasının dışındadır.[19]

Taftâzânî de, et-Telvîh’de, eşyada asl olanın mübâhlık olacağını söylemiştir.[20]

Abdü’l-Hayy el-Leknevî, deryâlaşmış olmakla vasfettiği Es’ad[21] er-Rûmî’nin nefis bir eser diyerek övdüğü Mecâlisü’l-Ebrâr isimli kitâbından şu nakli yapıyor: Hakk olan, eşyâda, peyğamberlik gelmeden önce bir hükmün bulunmamasıdır. Peyğamberlikten sonra da, âlimler bu husûsta üç ayrı görüş üzre ihtilâf etmişlerdir: Birincisi, Şerîat delîli mübâhlığını göstermedikçe harâm olduğu, ikincisi, Şerîat delîli harâmlığını göstermedikçe mübâhlıkla sıfatlanacağı, üçüncüsü ve doğru olanı da bu husûsta, tafsîlin olduğudur/işin ayrılmasının lâzım geldiğidir: O da, zararlı şeylerin harâmlıkla, -ki, bunun ma’nâsı, asl olanın kendinde harâmlık olduğudur- faydalı (veya zararsız) olanların da mübâhlıkla sıfatlanacağıdır.[22]

Âlimlerin bu husûstaki ifâde tarzları bir çok farklı tercîhleri ihtivâ ediyorsa da nakilleri artırarak mes’eleyi uzatmak istemiyor, bir nakil ile sözü bitirmek istiyoruz;

İ’lâu’s-Sünen sâhibi Allâme Zafer Ahmed el-‘Usmânî et-Tânevî şöyle dedi: Âlimler bu husûsta üç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir. Birincisi, mübâhlık delîli gelmedikçe her şey yasaklık üzeredir. Bu, Şâfiîlerin çoğunun mezhebidir. İkincisi, yasaklık delîli gelmedilçe her şey mübâhlık üzeredir. Kerhî, Ebû Bekr er-Râzî, Hanefî ve Şâfiî fakîhlerinden bir tâifenin ve Mu’tezile’nin çoğunun mezhebidir. Et-Tefsîru’l-Ahmedî(isimli ahkâm tefsîrin)de ve Müsellemü’s-Sübût(isimli Usûl-i Fıkıh kitâbların)da böyle denmiştir. Üçüncüsü, kendisinde hangi hükmü gerektireceğine dâir delîl gelmedikçe eşyânın hiçbir hükmü yoktur. (Bu da, Eş’arî ve Ona tâbi olanların görüşüdür. Tânevî) İbnü’l-Arabî el-Mâlikî’nin Ahkâmu’l-Kur’ân’ında böyle yazılıdır.[23] Yani, bazı eşyâda asl olan harâm, kimisinde de mübâhlık… Âlimlerin anlaşmazlığı her husûsta değil bazı maddelerdedir… Bizce en isâbetli kanaat da -Allahu a’lem- budur.

İbn-i Nüceym’in âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bir şey söylenmeyen husûslar sözünü iyi anlamak îcâb eder. Aksi hâlde mühim yanlış anlamalar olur, hatâlar yapılır ve hakîkatler tes yüz edilir.

Hâfız Muhaddis İbn-i Receb el-Hanbelî, şöyle diyor: Bilinmesi lâzım gelen husûslardan biri de şudur: Bir şeyin harâmlık ve helâllik ile zikredilmesi Kitâb ve Sünnet’in nasslarından anlaşılması bazen gizli kalabilir. Zîrâ, nassların ma’nâları göstermesi, kimi zaman nass ve tasrîh (açıkça ifâde etmek)yoluyla, kimi zaman, umûm ve şümûl yoluyla, bazen fehvâ ve tenbîh yoluyla olur. (Bu fehvâ yoluyla olması) O ikisine (anaya ve babaya) öf bile demeyin âyetinde olduğu gibidir. Zîrâ, öf demekten daha büyük olan incitme çeşitlerinin bu yasaklamaya girmesi evlâ yolla olur ve buna mefhûm-i muvâfakat denir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe) delâleti bazen mefhûm-i muhâlefet[24] yoluyla olur… Âlimlerin çoğu bunu (mefhûm-i muhâlefeti) almışlar ve hüccet olarak kabûl etmişlerdir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe delâleti) bazen da kıyâs bâbından olur. Şâri’ (Allah celle celâlühû veya Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem) ma’nâlardan bir ma’nâdan dolayı bir şeyde bir hükmü anlatır ve o ma’nâ bir başka şeyde de bulunur. O takdîrde şu hüküm âlimlerin çoğuna göre, o ma’nânın bulunduğu her şeye geçer. Bu, Allah celle celâlühû’nün indirdiği ve i’tibâr edilmesini emrettiği adâlet ve terâzî bâbından olur. Bütün bunlar, nassların kendisiyle harâmlık ve helâlliği göstermesi bilinecek şeylerdendir. Hakkında bunların hiç birisi bulunmayan husûslara gelince… Orada (şu husûslarda Kur’ân ve Sünnet’te) vâciblik ve harâmlık zikredilmemekle, onların afvedilmiş (serbet sâha) olduğuna delîl getirirlir.[25]

Şu hâlde delîllerin delîlliğini bilmek de, hidâyet ve istikâmetin yanısıra akıl ve ilim dahî ister. Bu sebeble çokça görülmektedir ki, çok açık delîl gösterilmesine rağmen, hidâyetsizlik yüzünden hani delîl? diye höykürenler vardır. Diğer tastamam olmayan delîl getirme yollarıyla ise, yanlarına hiç yanaşmayın. Öte yanda da, bir çok câhil bazen bir nice isyânı İslâmın Rûhu veya Kur’ân’ın rûhu, yahud Sünnet’in rûhuna uydurur, câiz veya vâcib, yâhud îmânın esasından görür ve gösterir. Kimi zaman da, bir çok câizi veya vâcibi, İslâm’ın Rûhu veya Kur’ân’ın rûhu, yahud Sünnet’in rûhuna ters görüp göstererek harâm veya küfür i’lân eder.

Râbıta’nın, şu eşyâda aslolan nedir? mes’elesiyle olan alâkasına gelince… Meşrûiyetine dâir hiçbir nass bulunmasa bile, yasaklığına dâir kâfî bir delîl bulunup getirilemediği müddetçe “eşyâda aslolan mübâhlıkdır” görüşüne Râbıta en azından mübâh olur. İyi maksadlarla yapılması ve iyi hedeflere götürmesiyle de müstehâb bir ibâdet hâlini alır.

Üçüncü Nokta

İhtiyâc Ânında Açıklama Terk Edilebilir mi?

Beyân, yani açıklama, ihtiyâc duyulan bir vakitte ve yerde, sonraya bırakılabilir veya terkedilebilir mi? Açıklamaya ihtiyâc duyulan bir zamanda açıklamayı geciktirmenin hiçbir şekilde câiz olmadığında usûlcülerin icmâı vardır. İhtiyâc vakti demek, o vakit demektir ki, açıklama o zamandan sonraya bırakılsa, mükellef olan kişi, mükellef kılındığı vazîfeyi, onu işlemekle mükellef kılındığı vakitte yerine getirmeye imkân bulamaz. Bu te’hîrin câiz olmadığının delîli şudur: Eğer şu geciktirme câiz olsaydı, bu, güç yetmeyecek bir şeyi kişiye yüklemek olurdu. Çünki mükellef bu hâldeyken kendisine yükleneni yerine getirmeye imkân bulamaz. Kullara güçlerinin yetmediği şeyleri yüklemek ise, onlardan düşmüştür.[26]

Açıklamayı geciktirmek câiz değilse, hiç açıklamamak haydi haydi câiz değildir. Câhil sapıklarca şirk ve küfür veya harâm olduğu iddiâ edilen Râbıta hakkında -şâyet iddiâ doğru olsaydı- Tevhîd dîni İslâm’ın söz söylememesi mümkin miydi? Söylediyse hangi âyet veye hadîste söyledi? Delîl getirilsin. Ancak âyetler ve hadîsler hasta beyin ve yüreklerce tahrîf edilmesin. Allah celle celâlühû’ya veya Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ edilmesin.

Dördüncü Nokta

İstıslâh veya Mesâlih-i Mürsele Bir Delîl midir?

İstıslâh veya Mesâlih-i Mürsele ne demektir, hüccet midir? Bu, Usûl-i Fıkh'ın mühim ve münâkaşalı mevzûlarındandır. Şu ağır münâkaşalarla zâten karışık ve bulanık olan kafaları daha da karıştırmak istemiyoruz.

Kâdî Mücâhidü’l-İslâm el-Kâsimî bu husûsu açık ve anlaşılır bir tazda Fıkhu’l-Müşkilât isimli eserinde uzunca ele aldı.[27] Mevzûu oradan hulasa ederek buraya almak istiyoruz: Maslahat kendinde kuvvetli salâh bulunan şey için kullanılır. Öyleyse lügatta maslahat, ister fayda ve lezzetleri kazanmak gibi celb etmekle olsun, isterse zararlı şeyleri ve elemleri savmak gibi def etmek ile olsun, kendinde menfaat bulunan her bir şey demektir. Istılâhta ise, sonsuz hikmet sâhibi olan Şâri’in, kulları için hedeflediği, dinleri, canları, akılları, nesilleri ve mallarını korumak ve bu muhafazayı yok edecek şeyleri defetmekle alâkalı menfaattir.

İmâm Ğezâlî rahimehullah şöyle diyor: Maslahat aslında fayda celbetmek ve zarar defetmek demektir. Biz (maslahat bir hüccettir derken) şu fayda te'mîni ile zararı savmayı kasdetmiyoruz. Zîrâ bu fayda te'mîni ile zararı savma kulların maksadlarıdır. Kulların salâhı ise maksadlarını elde etmektedir. Lâkin biz, maslahat ile Şerîat’in maksadını (hedefini) korumayı kasdediyoruz. Şeriat’in kullardan maksûdu, aradığı beş şeydir: O da onlara dinlerini, canlarını, akıllarını, nesillerini ve mallarını korumasıdır. Şu beş temel esâsı korumayı içinde bulunduran her şey maslahat, şu beş esâsı yok edecek her bir şey de mefsedet/zarar, bunların defedilmesi de maslahatdır.[28] İmâm Râzî de, benzer ifâdeleri kullanıyor.[29]

Acaba bu maslahat ve mefsedetleri bilebilmenin ölçüsü nedir, bunları akıllarımızla bilebilir ve ta’yîn edebilir miyiz? Yahud akıllarımızı Şerîat sâhibinin önüne geçireceğiz, sonra da maslahattır veya mefsedettir diye o hükmü vereceğiz, öyle mi? Birinci şekli seçecek olursak, Şerîatin ve dinin temeli yıkılır. Zîra kısa akıllarımız mefsedetleri maslahatların, maslahatları da mefsedetlerin yerine koyarak Şerîat heykelinin tamamını ve din sarayının bütününü yıkar. Bu kapıyı açmak Şerîatin hudûdunun ve nasslarının tamamını değiştirmeye götürür.[30]

Maslahatlar, üçe ayrılır: Bir: Mu’teber olduğu Şerîat’te sâbit olan maslahatlar. İki: Mu’teber olmadığı/geçersizliği Şerîat’te sâbit olan maslahatlar. Üç: Ne mu’teber olduğu ne de mu’teber olmadığı Şerîat’ta bulunmayan maslahatlar.

Bu üç maslahattân birinci kısım, mu’teber/geçerli maslahatlar, ikinci kısım, Mulğât/iptal edilen maslahatlar, üçüncü kısım da, Mürsel/salınan maslahatlardır. Şu hâlde Mesâlih-i Mürsele Şer'îat sâhibi tarafından ne mu’teber olduğuna, ne de mu’teber olmadığına, iptâl edildiğine dâir delîl bulunmayan maslahatlar demektir. Mürsele ve mutlaka diye isimlendirilmelerinin sebebi, onların ne mu’teberlik delîli ne de iptâl delîli ile bağlanmamış olmalarıdır.

Şâtıbî şöyle diyor: Istıslâh, hakkında, nass ve icmâ’ bulunmayan bir hâdisede Maslahat-ı Mürsele’yi gözeterek hüküm çıkarmaktır.[31] Bazıları, İmâm Mâlik’e, ‘hükümlerin teşrî’ine binâen Mesâlih-i Mürsele’ye mutlak olarak i’tibâr ettiğini, maslahatın hakîkî ve âmme, yani sadece ferdi değil de umûmu/geneli içine alacak şekilde olmasını şart koşmadığını nisbet etti. Lâkin Âmidî bu nisbeti inkâr etti.[32]

Ebû Bekr el-Bâkıllânî, Şâfiîlerin çoğu, Hanbelîlerden sonraki âlimler ve bir kısım Hanefîler,[33] Istıslâh’ın (Mesâlih-i Mürsele’nin) hüccet (kesin delîl) oluşunu inkâr etmektedirler.[34] (Kâsimî’den yapılan hülâsa nakil son buldu.)

Kâsimî bazı muhakkıkların Hanefîlere nisbet edilen inkârın doğru olmadığını bir takım misâller vererek söylüyorsa da bunların kimler olduğunu söylemiyor. Hâsılı, bu Mesâlih-i Mürsele’yi Şer’î bir hüküm çıkarmakta hüccet kabûl etmeyen fukahâ olduğu gibi, kabûl eden fukahâ da vardır. Öyleyse kabûl edenlerin usûlüne göre, lehinde veya aleyhinde naklî delîl bulunmadığı farzedilen Râbıta da, -Şerîat’in gözettiği maslahat ve faydası gösterilebiliyorsa,- şu örüş sâhiblerince asla redde-dilemez. Ancak, anzetün ve in târet/uçsa da keçidir şeklindeki Arab atasözünde de ifâde edildiği gibi, müşrik inâdına sâhib olanlar, inkârlarında yine de ısrâr edeceklerdir.

Beşinci Nokta

Bid’at Ne Demektir, Hükmü Nedir?

Râğib el- İsfehânî, Müfredâtü’l-Kurânda şöyle dedi: İbdâ’ bir san’atı bir şey hizâsında bulunmadan ve bir şeye uymadan yoktan var etmektir. (Bu ibdâ’ kelimesi) Allah celle celâlühû hakkında kullanılırsa, bir şeyi, âletsiz, maddesiz, zamansız ve mekânsız olarak var etmek demektir. Bu da ancak Allah celle celâlühû’ya âiddir. Bedî’, mübdi’/modelsiz olarak yoktan var eden için kullanılır. Allah celle celâlühû’nün Göklerin ve yerin bedî’i sözü(nde olduğu) gibi.[35] Bedî’ kelimesi, mübde’/ misâlsiz/modelsiz olarak yoktan var edilen için de kullanılır. Aynı şekilde, el-bid’u kelimesi de, misâlsiz/modelsiz olarak yoktan var eden ve modelsiz olarak yoktan var edilen ma'nâlarında kullanılır. Ahkâf sûresinin dokuzuncu âyetinin ma'nâsı, denildiğine göre, ben peygamberlerden, kendimden önce bir peygamber geçmeyen bir mübda’ değilim, bir ma'nâlandırmaya göre de, söylemekte olduğum şeyler husûsunda bir mübdi’ değilim, demektir. Mezhebde bid’at, bir kanaat bildirmektir ki, onu söyleyen ve yapan o husûsta Şerîat sâhibinin yolundan gitmemiş ve geçmiş misâlleri ve sağlam kılınan usûllerine riâyet etmemiştir. Her bir sonradan îcâd edilen şey bid’attır. Her bir bid’at sapıklıktır. Her sapıklık (sâhibi) de cehennem ateşindedir.[36]

İbnü’l-Esîr, en-Nihâye’de şöyle demiştir: Bid’at iki türlüdür; hidâyet bid’ati, sapıklık bid’ati. Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in emrettiğinin zıddına olan bid’at kınanılacak ve inkâr edilecek bid’attir. Allah celle celâlühû’nün teşvik etmiş olduğu husûsların umûmu/geneli altında/çerçe-vesinde bulunan, Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in teşvik ettikleri, medhedilenler altındadır. Bir tür cömertlik ve iyi işi yapmak gibi mevcud bir misâli bulunmayan şeyler ise övülen işler zımnındadır. Bunun Şerîat’ın getirdiğine zıt bir şekilde olması câiz olmaz. Çünki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bunun için şu husûsta bir sevab koymuş ve kim güzel bir çığır açarsa, o kişi için onun ecri ve onunla amel edenlerin ecri vardır, buyurmuştur. Bunun zıddı hakkında da kim de kötü bir çığır açarsa, onun üzerine onun günahı ve onunla amel edenin günahı vardır[37] buyurdu. Bu Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin emri zıddına olduğu zamandır. Hazreti Ömer radıyallâhu anh’in bu ne güzel bir bid’attir[38] sözü bu türdendir. Bu (terâvîh namazının topluca kılınması) hayırlı fiillerden olunca ve medhedilen fiillere dahil bulununca onu bid’at diye isimlendirip medhetmiştir. Çünkü Nebî sallallâhu aleyhi vesellem onu (bu şekliyle) onlara sünnet kılmamıştır. Onu bazı gecelerde kılmış, sonra da terk etmiş, ona devam etmemiş, onun için insanları toplamamıştır. Hazreti Ebû Bekir radıyallâhu anh zamanında da yoktu. Sadece Ömer radıyallâhu anh insanları onun için topladı ve ona teşvik etti. Bu yüzden ona bid’at ismini verdi. Hâlbuki o gerçekte sünnettir. Çünkü aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm efendimiz sünnetime ve benden sonraki raşid halîfelerin sünnetine yapışınız[39] ve benden sonra iki kişiye Ebû Bekir ve Ömer’e uyunuz[40] buyurdu. Diğer her îcâd edilen bid’attir hadîsi bu te'vîle hamledilir. Sadece şunu murâd etmektedir: Şerîatın asıllarına ters düşen, sünnete uymayan şeyler.[41](İbnü’l-Esîr’in sözleri burada son buldu.)

Feyyûmî el-Mısbâh’da şöyle dedi: Allah celle celâlühû mahlûkatı ibdâ’ etmekle ibdâ’ etti, onları modelsiz olarak yarattı demektir. Ebda’tü ve Ebda’tühû onu çıkardım ve ihdâs ettim demektir. Bu ma'nâdan olarak muhâlif hâle bid’at denilmiştir. Bid’at ibtida’dan isimdir. Nasıl ki, rıf’at (yükseklik) irtifa’dan ise. Sonra bunun (bid’atın) dinde noksanlık ve yahud fazlalık olan şeylerde kullanılması galib oldu. Lâkin kimi zaman bir kısmı mekrûh olmaz ve mübâh bid’at diye isimlendirilir. Bu mübâh bid’at cinsine Şerîat’ta bir aslın şâhidlik yaptığı, yahud kendisiyle bir zararın savulduğu bir maslahatın gerektirdiği bid’at demektir. Halîfenin insanlarla içli dışlı olmaktan perdelenmesi gibi.(Feyyûmî’nin sözleri bitti.)[42]

Kamus ve Şerhi’nde şöyle denmiştir: Bid’at dinin ikmâl edilmesinden sonra, onda yeni bir şey yapmak demektir.[43] Sizi işlerin sonradan îcâd edilenlerinden sakındırırım. Zîrâ her sonradan îcâd edilen bid’attır, her bid’at da dalâlettir hadîsi bundandır. Yahud o Leys’in sözüdür. İbnü’s-Sikkît, bid’at her sonradan îcâd edilen şey demektir, dedi. Sonra Şârih (Zebîdî) Nihâye’nin kelâmını yukarıdaki gibi nakletti.

Geçen bilgilerden her sonradan îcâd edilenin lüğatte ve Şerîat'te bid’at olduğu ve Şerîat örfünde bid'atın övülen ve yerilen iki çeşide ayrıldığı ortaya çıkmaktadır. Kaçınılmaz olarak bilinen şeylerdendir ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem mübâhların tamamını işlememiştir. Çünkü onlar çoktur. Hiçbir beşerin gücü onları saymaya yetmez. Nerede kaldı ki onları kullanabilsin. Çünkü Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem zâhid ve mübâhları az kullanan birisiydi. Onlardan ihtiyacı giderecek kadar ve hacetin davet ettiği kadarıyla yetinir bundan fazlasını terk ederdi. O yüzden kim Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir şeyi yapmadı da’vasıyla bir şeyin harâmlığını iddiâ ederse, hakkında delîl bulunmayan bir şeyi iddiâ etti demektir. Da’vası da merduddur. Gene kaçınılmaz olarak bilinen şeylerdendir ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem mendûbların tamamını da işlememiştir. Çünki o vaktinin büyük bir kısmını içine alan da’veti tebliğ etmek, müşrikler ve ehl-i kitâbla mücadele etmek, kâfirlerle cihad etmek, İslâm yumurtasını himaye etmek, sulh anlaşmalarını akdetmek ….. gibi mühim işlerle meşguldü. Hattâ kendisi işlediği zaman Ümmet'ine farz olması yahud onlara meşakkatli hâle gelmesi korkusuyla bazı mendûbları kasden terk etmiştir.

Müslim Sahîh’inde Cabir radıyallâhu anh’den o da Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivâyet etti. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem hutbesinde şöyle derdi: Hiç şübheniz olmasın ki sözlerin en hayırlısı Allah celle celâlühû’nun hitâbı, yolların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in yolu, işlerin en şerlisi sonradan îcâd edilenleridir ve her bid'at sapıklıktır.[44]

Nevevî şöyle demiştir: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her bir bid'at sapıklıktır sözü sınırlandırılmış bir umûmî hükümdür. Kasdedilen bid'atlerin çoğunluğudur. Lugat âlimleri demişlerdir ki; bid'at demek geçmiş misâli olmadan yapılan her bir iştir. Âlimler bid'at’ın beş kısım olduğunu söylemiştir: Vâcib, mendûb, harâm, mekrûh ve mübâh. Vâcib olan bid'atlerden birisi kelam âlimlerinin mülhid ve bid'atçılara karşı delîlleri dizmeleri ve benzeri şeylerdir. Mendûb olan bid'atlerden biri de ilim kitâblarını yazmak, medreseleri, tekkeleri ve başka şeyleri bina etmektir. Mübâh olan bid'atlerden biri de değişik yemekler ve benzeri şeylerde genişliktir. Harâm ve mekrûh olan bid'atler ise açıktır. Bu anlattığım bilinirse hadîsin aslında ma'nâsı genel olan ama sınırları (başka delîller yüzünden) daraltılan bir hadîs olduğunu bilir. Gelen buna benzer sâir hadîsler de böyledir. Ömer radıyallâhu anh’in ne güzel bid'at sözü de bunu te’yid etmektedir. Hadîsin tahsîs edilen bir âmm oluşuna, her bir bid'at sözünün her bir ifâdesiyle pekiştirilmesi mâni' değildir. Aksine buna rağmen hadîse bir sınırlandırma gelmektedir. Bu, Allah Tealâ’nın her bir şeyi tedmîr/kahr ve helâk edersin[45]sözü gibidir.[46]

Hâfız ibn-i Receb, Erbaîn Şerhi’nde şöyle demektedir: Bid'at’le murâd edilen Şerîat’ın kendisine delâlet edeceği aslı bulunmayan şeyler türünden yapılan ihdâslar/îcâdlardır. Şerîat’tan kendisine delâlet edecek bir aslı bulunan şeyler ise, lüğat olarak her ne kadar bid'at ise de Şerîat’ça bid'at değildir.[47] (İbn-i Receb’in sözü bitti)

İbn-i Hacer şöyle demiştir: Muhdesât, (sonradan îcâd edilen ma’nâsına gelen) muhdese kelimesinin çoğuludur. Bununla murâd edilen, Şerîat’ta aslı olmadığı hâlde îcâd edilen şey demektir. Bu, Şerîat örfünde bid'at diye isimlendirilir. Şerîat’ın delâlet edeceği aslı bulunan bir şey ise bid'at değildir. O hâlde Şerîat örfünde bid'at mezmûmdur ama lüğattaki bid'at böyle değildir. Zîrâ misâlsiz olarak ihdas edilen her bir şey övülen olsun, yerilen olsun bid'at diye isimlendirilir.[48](İbn-i Hacer’in sözü bitti.)

Ben (Ğumârî) derim ki; Şerîat’ın şâhidlik yapacağı bir aslı olduğu hâlde sonradan îcâd edilen şeye sünnet-i hasene/güzel sünnet ismi verilir. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem onu böyle isimlendirmiştir. Bunun mukabili de sünnet-i seyyie/kötü sünnet diye isimlendirildiği gibi, bid'at diye dahî isimlendirilir.

Ebû Nüaym İbrâhim ibnü’l-Cüneyd’den şöyle dediğini rivâyet etti: Şâfi'î’yi şöyle derken işittim: Bid'at iki çeşittir; övülen bid'at ve yerilen bid'at. Sünnet’e uyan övülen, Sünnet’e ters düşen de yerilen bid'at demektir.[49]

Beyhaki, Menâkıbu’ş-Şafi’î’de İmâm Şâfi'î’den şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Sonradan îcâd edilen şeyler iki çeşittir: Bir âyete veya bir sünnete, yahud bir esere, yahud da bir İcmâ'a ters düşen bid'at. Bu sapıklık olan bid'atıdır.[50]

İbn-i Hacer, Fethu’l-Bâri’de şöyle demiştir: ’İrbâz b. Sâriye’nin hadîsindeki sizi işlerin sonradan îcâd edilenlerinden sakındırırım sözünden sonraki, zîrâ her bir bid'at bir sapıklıktır ifâdesi, sonradan îcâd edilen şeyin bid'at diye isimlendirildiğini göstermektedir. Her bir bid'at bir sapıklıktır sözü mantûku/açık ibaresi ve mefhûmu yani ma'nâsıyle küllî bir Şer’î kaidedir. Mantûkuyle bunun böyle olması sanki şöyle denilmesi gibidir; şunun hükmü bid'attır, her bir bid'at sapıklıktır, o hâlde bid'at Şerîat’ten olmaz, çünkü Şer'îat’ın tamamı, hidâyettir. Eğer sözü geçen hükmün bid'at olduğu sâbit olursa, iki mukaddime yani öncül sahîh olur ve matlûbu netice verir. Her bir bid'at bir sapıklıktır sözüyle anlatılmak istenen, sonradan îcâd edilip de Şerîat’tan ne husûsî ne de umûmî bir yolla delîli bulunmayan şey demektir.[51] (İbn-i Hacer’in sözü burada bitti)

İmâm Nevevî, Tehzîbu’l-Esma ve’l-Lüğât isimli eserinde şöyle demiştir: Şerîat’ta bid'at, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem zamanında bulunmayan bir şeyin sonradan ihdâs edilmesi demektir ki, güzel ve çirkin diye ikiye ayrılmaktadır. Abdülazîz b. Abdisselâm el-Kavâid isimli kitâbının sonunda şöyle demiştir: Bid’at, vâcib, harâm, mendûb, mekrûh ve mübâh’a ayrılmaktadır. Bundaki yol, Şerîat’in kaidelerine arzedilmesidir. Eğer vâciblik kâidesine dâhil oluyorsa, vâcibdir. (Abdülazîz b. Abdisselâm’ın sözü bitti.)

İmâm Beyhekî, Menâkıbu’ş-Şâfiîde, isnâdıyla İmâm Şâfiî’den, şöyle dediğini rivâyet etti: Sonradan îcâd edilen işler iki kısımdır: Birincisi, bir âyete veyâ bir hadîse, yâhud bir eser’e, yahud da bir icmâa ters düşen şeylerdir ki, işte sapıklık olan bu bid’attır. İkincisi de, îcâd edilen hayırlı şeylerdir. Bunun hakkında âlimlerden hiç birinin muhâlif görüşü yoktur. Bu kınanmayan bir sonradan îcâd edilen şeydir. Ömer radıyallahu anhu Terâvîh namazı için bu ne güzel bir bid’attir derken, “önceden mevcûd olmayan, olduğu zaman da kendinde geçmişi inkâr bulunmayan bir îcâd olduğu”nu, kasdetmektedir. Bu, Şâfiî’nin -Allah celle celâlühû ondan râzı olsun- sözünün sonudur. [52] (Nevevî’nin sözü bitti.)

Yukarıdaki nakillerden anlaşılmaktadır ki, âlimler bid'atın mahmûd/övülen ve mezmûm/yerilen diye ikiye ayrıldığında ve Hazreti Ömer radıyallâhu anh’in bunu ilk defa konuşan olduğunda söz birliği hâlindedirler ve gene âlimler Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her bir bid'at bir sapıklıktır sözünün âmm-i mahsûs olduğunda da müttefiktirler.

İmâm Şâfi'î şöyle demiştir: Şerîat’tan dayanağı olan her bir şey, Selef onu yapmasa da bid'at değildir. Zîrâ Selef’in onunla amel etmeyi terk etmesi bazen o anda kendileri için mevcûd olan bir ma’zeret sebebiyle, yahud ondan daha üstün bir şey sebebiyle, yahud da onun bilgisi tamamına ulaşmaması sebebiyle olmuş olabilir.(Şâfi'î nin sözü bitti.)

İbnü’l-Arabî şöyle dedi: Bid'at ve muhdes, lafızları veya ma'nâları yüzünden zemmedilen iki lafız değildir. Bid’atın Sünnet’e muhâlif olanı kınanır. Muhdeslerin yani sonradan îcâd edilen şeylerin sapıklığa çağıranları zemmedilir. (İbnü’l-Arabî’nin sözü bitti.)

Ulemânın Her bir bid'at bir sapıklıktır hadîsinin tahsîs edildiğine, yani sınırlarının daraltıldığına dâir olan görüşlerinin hadîslerden bir çok delîli vardır. (Bunlardan biri de şu hadîsdir:) “Kim İslâmda güzel bir çığır açarsa, onun için o çığırın ecri ve kendisinden sonra onunla amel edecek kimselerin, onların ecrinden hiçbir şey noksan olmaksızın ecri vardır.. Kim de islâmda kötü bir çığır açarsa onun günahı ve kendisinden sonra onunla amel edecek kimselerin günahı, o kimselerin günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin onun üzerinedir.”[53]

Nevevî şöyle dedi: Hadîsde, hayırlı işleri ilk yapan olmak ve güzel sünnetler îcâd etmeye teşvik ile bâtıllar ve çirkin görülen şeylerden sakındırmak vardır. Bu hadîsde, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Sonradan îcâd edilen her bir şey bir bid’at, her bir bid’at da bir sapıklıktır sözünün sınırlandırılması ve bununla anlatılmak istenenin sonradan îcâd edilen bâtıl şeyler ile kınanan bid’atlar olduğu vardır.[54]

Sindî İbn-i Mâce Hâşiyesinde şöyle demektedir: Güzel bir sünnet demek, uyulacak ve gidilecek güzel bir yol demektir. Güzel ile kötünün arası Şerîat’ın ölçülerine uyup uymamakla ile ayrılır.. (Sindî’den nakil son buldu.)

Bu hadîs (ve buna benzer hadîsler) bid’at’in, hasene ve seyyie diye ikiye ayrıldığını açıkça ifâde etmektedir. Hasene şahsı bakımından bid’at ise de nev’i/türü bakımından, Şer’î bir kâide veya bir âyet yahud, hadîsin geneli altına girmesi sebebiyle meşrû’dur. İşte bundan dolayı hasene diye isimlendirilmiştir. Ve ecri o çığırı açan üzerinde öldükten sonra devâm eder. Seyyie de Şerîat’in kaidelerine muhâlif olandır. Kınanan sünnet ve sapık olan bid'at da budur.[55](Ğumârî’den nakiller bitti.)

Bu husûsta geçmiş bir çok büyük âlimden nakil yapılabilir. Lâkin buna lüzûm görmüyoruz.

Mühim Bir Süâl: Râbıta inkârcıları bize sorsalar; Ey Râbıtayı kabûl eden Nakşî Tarîkati mensûbları!.. Yukarıdaki nakillerinizden bid'atin, hasene/güzel ve seyyie/kötü diye ikiye ayrıldığı görülmektedir. Hâlbuki, Râbıta’yı kabûl edip onunla amel eden sizlerin imâmlarınızın en büyüklerinden olan İmâm Rebbânî, bunu kabûl etmemektedir; bid’atin hepsi kötüdür, güzeli olmaz demektedir;[56] buna ne dersiniz?

Cevâb: Büyük Muhaddis ve Fakih Abdülğenî el-Müceddidî, İbn-i Mâce Hâşiyesi İncâhu’l-Hâce’de, Kim bizim bu dîn işimizde ondan olmayan şeyi uydurursa o (uydurduğu) merdûddur hadîsini îzâh ederken şöyle diyor: Ondan (dînden) olmayan şeyi demek, dînin vesîlelerinden (de) olmadıkça demektir. Zîrâ vesîleler, ona (dîne) dâhildir. İşte bundan dolayı, Müceddid (İmâm Rebbânî) -Allah celle celâlühû ondan râzı olsun- dîn işinin vesîleleri olan sarf ve nahiv gibi ilimlerin, Sünnet’e dâhil olduğunu bid’at ta'bîrinin bunlar için kullanılmayacağını, söylemiştir. Zîrâ O’na göre, -Allah celle celâlühû Ondan râzı olsun- bid’atta kesinlikle bir güzellik yoktur. İşte bu yüzden O şöyle diyor: Nûru, sabâhın aydınlığı gibi de olsa, bid’at-i hasene[57] terk edilir. Çünki bid’at kesinlikle Sünnet’i kaldıran bir şeydir. Bir kişi Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yapmadığını yaparsa o hususta ona muhâlif olur. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaptığını yapmazsa yine öyle olur. (O’na muhâlif olur. İmâm Rebbânî) İşte bundan dolayı, namaza başlarken dil ile yapılan niyyeti men' etti. Zîrâ niyyetin dille yapılması ne Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, ne Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim, ne de müctehidlerden birinden sâbit olmamıştır. Âlimlerden bid’at-i hasene/güzel ve seyyieye ayıran da vardır. Bununla beraber âlimlerimiz şöyle demişlerdir: Helâya girerken önce sol ayağı içeriye sokmak gibi küçük bir şey de olsa, Sünnet’i işlemek, medreseler inşâ etmek gibi büyük bir iş de olsa bid’at-i haseneden evlâdır, daha iyidir.[58] (El-Müceddidî’nin sözü bitti.)

Hâsılı, bid'atin, hasenesi/güzeli olmaz; hepsi, seyyiedir/kötüdür diyenler Şer'î ıstılâhı kasdediyorlar; lügat ma’nâsındaki bid'at’i kasdetmiyorlar. Bid’atin güzeli de vardır diyenler, Şer’î Istılâhı kasdetmeyip lüğat ma’nâsını murâd ediyorlar. Yani her iki guruba göre de bid’at-i hasene Şer’î ma’nâda bid’at değildir. İmâm Rebbânî Şer’î ıstılâhı esas alarak Şer'îat’ı ve Sünnet’in temel esaslarına uyan ama şeklen sonradan ortaya çıkan bir şeye bid’at demez. Diğerleri de şeklen sonra ortaya çıkmasından dolayı lügat ma’nâsıyla bid’at, Şerîat esasına dayandığından dolayı hasene demişlerdir. Kısacası hilâf/anlaşmazlık lafzîdir, ma’nevî değildir. Esâsda hepsi bir kapıya çıkmaktadır.[59]

Mecmuamızın ileriki sayılarında delîller getirildiğinde de görüleceği ve anlaşılacağı gibi, Râbıta’ya Şer’î ma’nâda bid’at denemez. Çünki, Kur’ân ve Sünnet’e uymayan bir yanı bulunmadığı gibi, onlarla emredilen zikrin vesîlesi olmanın yanında, Şer’î delîllerden bir nicesinin umûmu/geneli ve kapsamı çerçevesinde düşünülebilecekleri çok açık ve esaslı dayanakları vardır.

Altıncı Nokta

Tekfîrde Lüzûmlu Dayanak Nedir?

Bir kimseyi kâfirlik veya müşriklikle suçlamak için lâzım olan yeterli delîl nedir?

Bunun için te'vîl/yorum kaldırmayacak seviyede açık âyet veya yine te’vîl götürmez mütevâtir Sünnet, yahud İcmâ'’a ihtiyac vardır. Başka şekilde, Kıyâslarla veya ictihâdlarla, hele Kıyâs ve ictihâd bile olmayan saçmalamalarla bir işe küfür veya şirk, bunu gördükleri kimseye kâfir veya müşrik diyenler, ya câhil ahmaklar veya hâin zındıklardır. Mütevâtir olmayan ve başka şekilde te’vîl edilemiyen sahîh hadîslerle Ehl-i Sünnet'in cumhûruna göre kesin harâmlık bile sâbit olmaz, sadece mekrûhluk ve inançlaştırma bahis mevzûu ise küfre sokmayan bid’at hâsıl olur. Ya, câhil ve sapık Râbıta düşmanlarının yaptıkları gibi abuk subuk yorumlamalarla olursa? Bu, düpedüz Allah celle celâlühû ve Resûlü ile alay etmek olur. Şunların hâlleri berbat… Câhillikleri ma’zeret olarak kabûl edilmezse işleri hepten kül…

Yedinci Nokta

Her Mes'elenin Delîli İllâ da Mantûk mu Olmalıdır?

Başka bir tâ'bîrle, ona âid husûsî bir ibâre midir? Hayır… Bir husûsun delîli illâ da onun için getirilen ibâre değildir. Bu dediğimizi daha iyi anlayabilmek için aşağıdaki soruyu cevâblandırmamız lâzımdır; Sözün ma’nâsını anlama kaç şekilde olur? veya, bir sözden bir ma'nâyı anlamanın kaç yolu vardır? Dört şekilde olur; veya dört yolu vardır;

Bir: Söz, ma’nâyı, nazmı (kendi dizilişi) ile gösteriyor ve o ma’nâ için getirilip söylenmiş ise, bu, ibaresiyle(ma’nâyı) gösterendir.

İki: Değilse, yani bir ma’nâyı göstermek için söylenmemişse, fakat yine de o ma’nâyı nazmıyla gösteriyorsa, işaretiyle o ma’nâyı gösterendir.

Üç: Eğer söz, nazım (kendi dizilişi)) ile bir ma’nâyı göstermiyor fakat lügatin mefhûmu (dilden anlaşılan ma’nâ) ile gösteriyorsa, delâletiyle o ma’nâyı gösterendir.

Dört: Değilse, (yani, ma’nâ lüğatten de anlaşılmıyorsa), iktizası ile o ma’nâyı gösteren bir lafız olur. (Yani, sözde o ma’nâ gözükmese de lafız o ma’nâyı gerektirir.)

Dolayısıyla, Râbıta'nın meşrû'luğu için illâ ona âid husûsî bir ibâre aramak, bu yoksa, diğer yollara bakmadan onu reddetmek ya câhillik veya hâinlikdir. Câhil olanlar, ibâre ma’nâsının dışındaki diğer üç ma’nâyı görmeyip, meselâ, bunun neresi Râbıta delîli? diyebilirler. Zîrâ bu onların cehâlet ve ona paralel olan idrâksizliklerinin muktezasıdır. Bu gibi gülünçlüklere sıkça rastlamaktayız... Delîl isterlerken illa, ibâresiyle delâlet eden delîl isterler. Ama kendileri delîl getirirlerken bu dördün de dışına çıkarak kısmen zann ifâde eden Kıyâsın hiçbir şey ifâde etmeyen (hattâ yalan ifâde eden) batılıyla insanları şirk ve küfürle suçlayabilirler…

Sekizinci Nokta

Sözün Açık Veya Kapalı Oluşu Kaç Çeşittir?

Lafzın/sözün ma’nâsı, eğer açıksa, ya, tahsîs/sınırlandırma kabûl eder veya etmez. Ederse, ma’nâsının açıklığı, ya sırf sîğesi (kalıbı) sebebiyledir, ki o zaman zâhir (açık)dir; Veya (sırf sîğesi sebebiyle) değildir, ki o takdîrde nassdır. Lafızda te’vîl ve tahsîs ihtimâli yoksa, ya nesh kabûl eder veya etmez. Ederse, mufesserdir/tefsîr edilendir. Kabûl etmezse muhkemdir.

Eğer lâfzın ma’nâsı gizli kaldıysa, bu kapalılığı, ya sîğeden başka bir şey sebebiyledir, ki, bu hafîdir, yahud sîğeden dolayıdır, ki bu da, eğer düşünmekle idrâki mümkin ise, müşkil, değilse, açıklanması, (başka delîllerle) umulan bir şeyse mücmel, değilse, müteşâbih olur.

Ayrıca, Lâfzın ma’nâda kullanılması, ya hakîkattır, veya mecâzdır. Bu ikisinden her birinin murâdı açıksa sarîh, kapalıysa, kinâye olur.[60]

Râbıta inkârcıları, onun meşrû'luğu için illâ apaçık delîl isterler. Oysa ilimde mu'teber olan delîllerin hepsi aynı açıklıkta değildir. Kimileri kısmen kapalı delîllerdir. Şunların hepsi de delîl olmaya elverişlidir. Lâkin yapılan sınıflama, bilhassa iki noktada mühimdir: Birincisi: Bunlardan her birinin bir husûs için delîl oluşunu inkâr etmenin hükmü ayrıdır. İkincisi: Şunların kendi ayarında zıd delîl bulunması hâlinde tevakkuf edilmesi, ikisininde i'tibârdan düşmesi, daha açık başka zıdd delîllerle teâruz/çelişki ânında da, daha açık olanların tercîh edilmesi gerekir.

Râbıta kendinden daha açık veya kendine denk hangi delîlle çelişmektedir? Bu ortaya konulmadıkça, onun meşrû'luğuna dâir getirilen delîllerin şu yollarla delîl olamayacakları gösterilemedikçe, yapılacak her bir karşı çıkmanın câhillikten veya sapıklıktan doğduğu inkâr edilemeyecektir. Halbuki biz, Râbıta inkârcılarında bu dediklerimizin hiçbirini göremiyoruz.

Dokuzuncu Nokta

Sükûtî İcmâ' Bir Hüküm Bildirir mi?

Evet, Sükûtî İcmâ’, Sözlü İcmâ' seviyesinde değilse de bir çok âlime göre bir hüküm bildirir.

Alâuddîn Buhârî şöyle diyor: Ruhsat icmâ'ının bu ismi alması, âlimlerin tamâmının fâsıklık ve dîn işlerinde kusûr etmekle suçlanmalarından korunmuş olmak için zarûret îcâbı icmâ' kabûl edilmesi sebebiyledir.[61] Mes'elenin sûreti/şekli şudur: Bir asırda Ehl-i Hall ve Akd'dan[62] bir kimse, bir mes'elede, bu mes'ele üzerinde mezheblerin hükmü yerleşmeden evvel bir hükme kanâat getirse, şu kanâat, asrının ahâlisi arasında yayılsa, üzerinden düşünme zamânı geçse ve ona muhâlif biri ortaya çıkmasa, bu ashabımız(Hanefî âlimlerin)in çoğuna göre kesin bir İcmâ' olur. Fiil/iş de böyledir. Ya'nî İcmâ' ehlinden birisi bir iş yapsa, onu zamânının âlimleri bilse hakkında düşünme müddeti geçtikten sonra ona hiçbir kimse karşı çıkmasa bu onlar tarafından şu işin mubâh olduğuna dâir bir icmâ' olmuş olur. Buna, onu kabûl edenlere göre Sükûtî İcmâ'/susmakla olan icmâ' ismi verilir.[63] (Alâuddîn Buhârî’nin sözü bitti.)

Râbıta amelini/işini yapan veyâ yapılmasını emreden bir değil sayılamayacak âlimler, ârifler ve sâlihler olmuştur… Râbıta, Müctehidler, Fakîhler Muhaddisler, Müfessirler ve Akâid âlimlerinin bol olduğu zamanlarda hemen hemen herkesin bildiği ve şâhid olduğu bir seviyede şöhretle işlenmekteydi. Buna rağmen, Râbıta'ya karşı gelen, veya onu şirk yâhud bid'at diye vasfeden hiçbir ilim sâhibi bilinmemektedir. Bu da bir Sükûtî İcmâdır. Zamânımızın akıl, ilim, hidâyet ve edeb müflislerinin söylemekte olduklarının ise bizce peş paralık bir kıymeti bile yoktur…

Onuncu Nokta

Sâlihlerin Örf ve Âdeti Meşrû'luk İfâde Eder mi?

Evet, eder. Nitekim bu husûs, Usûl-i Fıkıh kitablarında,[64] birtakım müstakıl risâlelerde,[65] Eşbâh ve Mecelle gibi Küllî veya Ekserî kâidelerden de bahseden eserlerde[66] etraflıca anlatılır.

Mü'minlerin güzel gördüğü, Allah celle celâlühû katında da güzeldir.[67] Örf ile sâbit olan Şer'î bir delîl ile sâbit olmuştur.[68] Örf ile sâbit olan Nas ile sâbit olmuş gibidir.[69] Örfün makbûl olmasının da elbette şartı vardır: Nassa muhâlif örfe i'tibâr edilmez.[70]

Netîce

İşte size tam on tane usûl kâidesi… Bunlar çerçevesinde de işte size meşrû' bir amel; Râbıta… Bahsi geçen âyetler, hadîsler ve fıkhî istinbâtlar dâiresindeki şu kâidelerin veya Râbıtanın bunlar çerçevesinde olduğunun yanlışlığı isbât edilmedikçe, onu inkâr etmek, en hafîfinden hevâ ile amel etmektir. Nefse ve hevâya tapınmaktır da diyebilirsiniz. Âbidler, ârifler ve zâhidler topluluğu olan Sûfiyye tâifesi gibi salâh ve takvâda mü'minlerin nümûneleri olan nezîh zâtların örfü hâline gelen Râbıta Allah celle celâlühû katında da elbette güzeldir.






[1] Şu yazı bilhassa bir ilim yetîmi ve fakîri olan Profesör Abdulaziz BAYINDIR’ın ve beşik şeyhliği ile hakiki şeyhliği karıştıran Ferit AYDIN isimli kimsenin hezeyanları münâsebetiyle kaleme alınmıştır.

[2] Tâcü’l-Arûs: 10/262

[3] Âsım Efendi, Kâmûs Tercümesi: 3/659

[4] Mısbâh: 462

[5] Ahterî: VSL maddesi.

[6] Allah’ın razı olduğu şeylerde yok olma mertebesine varmış. (İmâm Rebbânî:

Mektûbât:1/102-103)

[7] Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Risâle-i Râbıta, Reşâhât kenarı: 222-223

[8] Daha kültürlü veya entellektüel (!) zevâtın ifâdesiyle, metotik yahud metodolo jik

[9] Ki doğru değildir. Söz doğru olduğu takdîrdedir.

[10] Yani önceleri ateşte pişen yemeği yediği için abdest alıyordu. Sonra artık ab- dest almadı.

[11] Ama abdest alsa daha iyi olur.

[12] [Buhârî, Sahîh, İ’tisâm: 4, Meğâzî:74, Müslim, Libâs:52, Ahmed Hanbel, 4:165]

[13] Bir şeyi zikredip netîcesini kasdetmek de bir mecâzdır.

[14] Altun yüzüğü Ashâb’ın kullanmamaları, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in onu kullanmayı terk edişinden değil, kullanmayacağım sözünden ve başka şu ya- saklığa dâir açık nasslar sebebiyledir..

[15] Husnü’t-Tefehhüm ve’d-Derk li Mes’eleti’t-Terk:5-25 den hulâsa

[16] İbn-Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (Hamevî Hâşiyesi ile beraber):1/223-225

[17] Yer yer şerh ve hâşiyelerin hattâ bazen de şunların metinlerinin üzerine yazılan açıklamalar.

[18] Hamevî, aynı yer.

[19] Hamevî aynı yer.

[20] Telvîh: 2/39

[21] Veya Sa’d, yahud Ahmed er-Rûmî. Kadızâdelerden.

[22] Leknevî, Tervîhu’l-Cinân Bi Teşrîh-i Hukmi Şurbi’d-Dühân isimli risâle:17

(Mecmûu Resâili’l-Leknevî:2/267)

[23] Ahkâmu’l-Kur’ân: 1/14-16

[24] Mefhûm-i Muhâlefet: Kelâmdan iltizâm yoluyla anlaşılan şeydir/ma'nâdır. Denil miştir ki, hükmün meskûtta/sözü edilmeyen, susulan şeyde, mantûkun/sözü edilenin zıddına isbât edilmesidir, var olduğunun söylenmesidir. (Seyyid Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât)

[25] İbn-i Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem:2/164-165

[26] Alâuddîn Muhammed İbnü Abdülhamîd es-Semerkandî, El-Mîzân fî Usûli’l-Fıkh :191, Dâru’l-Kütüb’l-İlmiyye

[27] Kâdî Mücâhidü’l-İslâm el-Kâsimî (Muâsır ulemâdan. Cihâdda Şehîd düşenler den), Fıkhu’l-Müşkilât: 37-48

[28] [Gezâlî, (el-Mustasfâ: 2/40-139)], Kâsimî:38

[29] [Fahruddîn er-Râzî, (El-Mahsûl: 2/434)], Kasimî:38

[30] [Ğezâlî: (el-Mustasfâ:1/139)], Kâsimî: 38

[31] [Şâtıbî, (El-İ’tisâm: 1/111)], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:42-43

[32] [Âmidî, (el-İhkâm: 4/160)], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:45

[33] Tahrîr’in ifadesi Hanefîler ve diğerleri şeklindedir, Kâsimî’nin naklettiği gibi

bazıları değil.

[34] [Et-Teysîr ale’t-Tahrîr: 4/171, el-İ’tisâm: 2/111, el-İhkâm:4/169], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:45

[35] Bakara:117, En’âm: 101

[36] [İsnadı sahîhtir. Ebû Dâvûd, es-Sünne (4607), Tirmizî el-İlm (2676), Tirmizî bu hadîs hasen ve sahîhtir demiştir. İbn-i Mâce Mukaddime (42, 43), Ahmed İbn-i Hanbel (4/126,127), Hâkim (1/95,1/96), Hâkim, bu hadîs illeti olmayan sahîh bir hadîstir, dedi ve Zehebî O'na muvâfakat etti.]

[37] [Müslim, Zekat (69/1017)]

[38] [Buhârî, Terâvîh Namazı (2010)]

[39] [Önceki hadîsin kendisi (Ebû Dâvûd ve Tirmizî hadîsi)]

[40] [Ahmed İbn-i Hanbel (5/382), Tirmizî, Menâkıb (3662, 3805), İbn-i Mâce (97)],

[Taberânî el-Kebîr (8426), İbn-i Hibbân (İhsân-6863)]

[41] [En-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs: (1/106, 1/107)]

[42] [El-Mısbâhu’l-Münîr: (38). El-Mektebetü’l-ilmiyye Beyrut.]

[43] [Feyrûz Âbâdî, Kâmûs-i Muhît, (b,d,a) maddesi, (907) Müessesetü’r-Risâle]

[44] [Müslim Cumu’a: (43/867)]

[45] Ahkâf 25

[46] [Sahîh-i Müslim, Nevevî şerhi ile beraber (6/154-155)]

[47] [Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem (397, Darü’l-Fürkân-Ürdün)]

[48] [Fethu’l-Bârî (13/266, 13/267), Reyyan Baskısı]

[49] [Ebû Nüaym, Hilyetü’l-Evliyâ (9/113)]

[50] [Fethu’l-Bâri (13/267)]

[51] [Fethu’l-Bâri (13/267-13/268)]

[52] İmâm Nevevî, Tehzîbu’l-Esma ve’l-Lüğât: 3/22-23

[53] [Müslim, Zekât (1/1017), Nesâî, Zekât (5/75-77), İbn-i Mâce, Mukaddime (203)

Cerîr b. Abdillâh el-Becelî’den]

[54] [Sahîh-i Müslim, Nevevî Şerhi ile (1/226-227)]

[55] Ğumârî’nin İsmi geçen risâlesinden hulâsa

[56] İmâm Rabbânî, Mektûbât:1/159-160, 186. Mektûb

[57] Allahu a’lem, vesîlelerden olmamasına rağmen isâbetsiz olarak, vesîle kabûl edilip kendisine hasene/güzel denilen sonradan îcâd edilen şeyleri kasdediyor. Namaz niyyetinin dille yapılması ve kefene yapılacak ilâve, açıktır ki, niyetin ve kefenin vesîlelerinden değildirler, ve bu hususlardaki sünneti ortadan kaldırmaktadırlar. Ama O, buna rağmen bunların güzel bulunmasına -haklı olarak- bir ma'nâ veremiyor. Bunların hasene diye isimlendirilişleri, bid’ati, hasene ve seyyieye ayıranların ta'rîfine de uymuyor.

[58] İncâhu’l-Hâce:3

[59] Bu bid’at husûsunda Allâme Leknevî’nin, İqâmetü’l-Hucceh isimli kıymetli bir risâlesi vardır.

[60] Her hangi bir Usûl-i Fıkıh kitabının Hakîkat, Mecâz ve Kinâye bahisleri.

[61] Ya'nî, âlimlerin susup da inkâr etmedikleri bir söz veya işin biz yanlış olduğunu kabûl edecek olursak, şu âlimlerin tamâmını fâsık olmak ve dînî işlerde kusûr işlemekle suçlamış oluruz. Bu ise kesinlikle yanlıştır. Şu yanlıştan sakınmış olmak için de onların bu susmasını bir icmâ' olarak kabûl etmeye mecbûruz.

[62] Mü'minlerin müşkillerini/problemlerini ve işlerini Şer'î ölçüler içinde çözen ve karâra bağlayan, onlar tarafından tabiî olarak dînî liderler kabûl edilen Rabbânî âlimler topluluğu

[63] Alâuddîn Buhârî, Keşfu'l-Esrâr alâ Usûli'l-Pezdevî: 3/228

[64] Alâuddîn Buhârî, Keşfu'l-Esrâr:2/95, Lafızların hakîkatlarının kendisiyle terk edileceği şeyler bahsi.

[65] İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'zı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/ 114

[66] İbn-i Nüceym, El-Eşbâh ve'n-Nezâir, Altıncı Kâide:1/126-139, Mecelle-i Ahkâm-i Adliye:36,37ve 38. maddeler.

[67] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, Abdullah İbn-i Mes'ûd'dan, mevkûf olarak. Tahrî ci ileride etraflıca gelecek.

[68] Şerh-i Eşbâh’ı Bîrî'den naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

[69] Mebsût'tan naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

[70] İbn-i Hümâm'dan naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

28.04.2012 - misafir

bu soz hangi hadiste geciyor?

eger Mursid'in olmasi o kadar gerekirse delil olarak nerede gecmektedir?
usulu fikih kurallarina hakimseniz soruma cevap veriniz...
"huccet" olan "Kat'i" bir delil istiyorum "Zanni" degil...

03.06.2012 - Ebu Ubeyde

Konular