SÜNNET Mİ, GELENEK Mİ?
Müsteşrikler, Batı dillerinde yaptıkları İslâmiyat çalışmalarında “Sünnet” ve “Hadis”i “ tradition ” (gelenek) kelimesi ile ifade ettiler. Bu, onların, Sünnet ve Hadis'i (tıpkı kendi geçmişlerinde olduğu gibi) Rasul -i Ekrem s.a.v. Efendimiz'den sonra gelenlerin O'na atfettiği ve fakat aslında O'na ait olmayan bir yığın söz ve uygulamalar olarak ya da toplumun zaman içinde oluşturduğu örf, an'ane , adetlerle aynı özelliğe sahip, onlardan farklı ve üstün bir yanı bulunmayan bir olgu olarak nitelendirmelerinin sonucuydu.
Müsteşrikler'in *, çalışmalarını Sünnet sahasına kaydırdıkları dönemlerde yaygın olarak kullanılmaya başladığı dikkat çeken bir kavram “gelenek”.
İslâm dünyasında onların çalışmalarından etkilenen bir takım ilim adamı ve araştırmacılar, bu kavramı, onu oluşturan ve anlam sınırlarını belirleyen dinî ve kültürel arka planı dikkate almadan İslâm dünyasına aktarınca, bize tamamen yabancı bir düşünme biçiminin anahtar kavramlarından biri dilimize yerleşmiş oldu. Dolayısıyla kendisi öz Türkçe olmasına ve dilimizde öteden beri kullanılagelmesine rağmen, “gelenek” kelimesi anlam genişlemesine ve dönüşüme uğrayarak islâmî ilimler alanında kaleme alınan hemen her metinde rastlanan bir “kavram” haline geldi.
Bizim ilim ve kültür hayatımızda “gelenek”, bu anlam genişlemesine uğramadan önce, “örf”, “adet” ve “ an'ane ” kelimeleri ile hemen hemen aynı şeyi anlatırdı. Halk arasında yaygın olarak görülen uygulamalara/muamelelere tekabül etmesi hasebiyle Fıkıh ilminin de ilgi sahasına giren bu kelimeler, (belli şartları taşımaları kaydıyla) ancak temel delillerin arkasından gelen “ talî deliller” kategorisinde dikkate alınan bir özelliğe sahiptir.
Bununla birlikte bu kelimeler yakından incelendiğinde, bu yazının konusunu teşkil eden “gelenek” ile uzaktan yakından ilgili olmadıkları fark edilecektir. Şimdi yazının bütünlüğünü temin etmesi için bu kavramları kısaca tanıyalım:
Örf - adet - an'ane - cari amel
Kaynaklar bu kelimeleri, halk arasında yaygın kültürel, sosyolojik ve folklorik uygulamaların karşılığı olarak kullanır. Atadan-dededen tevarüs edilen ve sosyolojik anlamda toplumsal kimliği oluşturan unsurlardan birisini teşkil eden bu türlü uygulamalar, dinî ilkelere uygun olabileceği gibi, aykırı da olabilir. Dinî ilke veya naslarla ** herhangi bir çatışma arz etmeyenler “sahih örf” kavramıyla ifade edilir. Bunlar dinî olarak itibara alınan uygulamalardır. Mecelle'de*** yer alan, “Adet muhakkemdir ”, “ Örfen şart kılınan, dinen şart kılınmış gibidir” tarzındaki kaidelerin atıfta bulunduğu, bu tür uygulamalardır.
Bir de dinî ilke ve naslara aykırı olan örf, adet ve uygulamalar vardır ki, bunlara kesinlikle itibar edilmez. “ Fâsit örf” kavramı içinde değerlendirilen bu tür uygulamalar, toplumsal kimliğin yabancı kültür ve medeniyetlerden etkilendiği veya bazı kesimlerin eski bâtıl dinlerinin etkisinden tam anlamıyla kurtulamadığı alanlarda ortaya çıkar. Bunların dinî ilke ve hükümlerle çatışma halinde olmaları bakımından “ bid'at -ı seyyie” (çirkin bid'at ) kavramı içinde değerlendirilmesi de mümkündür. Sahih dinî kimliğin ve sağlıklı toplumsal yapının muhafazası için, ulema öteden beri bu türlü uygulamalara karşı toplumu uyarmış, bunları yaşatmaktan sakındırmıştır.
“ An'ane ” kelimesi örf ve adet ile hemen hemen aynı anlamdadır. Aslı Arapça olan bu kelime, atadan dededen görülerek benimsenen ve yaşatılan uygulamalar demektir.
“Cari amel” ise daha ziyade Malikî mezhebinde benimsenmiş bir kavramdır. “Sahih örf” kavramı ile hemen hemen aynı şeyi anlatır.
Bütün bu kelimelerin ortak özelliği, toplumsal eğilim ve anlayışlar değiştiğinde değişebilen uygulamalar olmasıdır. Her ne kadar toplum tarafından benimsenen uygulamalar olması dolayısıyla, yerine getirmeyenler toplumsal bir yadırgama veya tepki ile karşılansa da, bu durum onların değişmemesi gereken dinî emirler olarak telakki edilmesi sonucunu doğurmaz. Bir diğer ifadeyle bunlar, dinî anlamda (tıpkı ibadetler gibi) asla değişmemesi gereken, değiştirildiğinde günah veya riayet edildiğinde sevap kazandıran ilâhi emirler gibi değildir. Toplumların tarihsel ve sosyolojik tecrübelerinin doğurduğu, toplumsal kimliği ortaya koyan, toplum tarafından yaygın olarak yaşatılan ve dinî ilke ve hükümlerle çatışma teşkil etmeyen özellikleri sebebiyle, dinî açıdan dikkate alınması gereken hususlar olarak görülmüşlerdir.
Bu tür uygulamaların dinî deliller hiyerarşisi içindeki yeri, yukarıda da söylediğimiz gibi temel delillerden sonra gelir. Temel delilleri Kur'an -Sünnet ve onlardan sonra gelen İcma ve Kıyas şeklinde sıralayacak olursak, örf, istihsan , maslahat... gibi başlıklar altında ele alınan bu uygulamaların daha alt sıralarda yer aldığı görülür. Mecelle'de “ Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz” (zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişeceği inkâr edilemez) kaidesinin atıfta bulunduğu “hükümler”, Kur'an ve Sünnet ile belirlenmiş olanlar değil, bu türlü (örf vesaireye dayanan) uygulamalar üzerine bina edilmiş olan hükümlerdir. Bu meselenin tafsilatı için Usul-i Fıkıh ve Kavaid kitaplarıyla Mecelle şerhlerine bakılabilir.
Ulema örfü
Gerek Kur'an'ın , gerekse Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in tebliği doğrultusunda zaman içinde kurumlaşan ve birer disiplin haline gelen islâmî ilimlerin her birinin kendine özgü kavramları vardır. Esasen bu durum, dinî olsun olmasın, bütün ilim dalları için geçerlidir. Bir iştigal alanının müstakil bir “ilim dalı” olarak nitelendirilebilmesi için, o sahada kendine özgü kavram ve terimlerin mevcudiyeti, “olmazsa olmaz” şartlardan birisidir.
İşte bu zorunluluk, islâmî ilimlerde de “Ulema Örfü” veya “ Şer'î Örf” kavramıyla ifade edilen olguyu ortaya çıkarmıştır. Ulema arasında bilinen ve kullanılan kavram ve terimler, tıpkı “gelenek” kelimesinde olduğu gibi birden fazla anlama sahip ise, bunlar arasından ilmî ve teknik anlamın kastedildiğini anlatmak için “Bu kelime ulema örfünde/ şer'î örfte şu anlama gelir”, yahut “bu kelimenin sözlük anlamı şu, ıstılahî anlamı budur” denir. Böylece biz o kelimenin dinî ilimlerde ifade ettiği teknik anlamın kastedildiğini anlarız.
Hatta bu durum, islâmî ilimlerin birinden diğerine değişebilen kavramsal muhteva için de aynıyla geçerlidir. Bazı kavramların Fıkıh, Hadis, Kelam... gibi ilim dallarında farklı anlamlarda kullanılması, bu söylediğimizin ifadesidir. Sünnet, sıhhat, butlan, cevaz, zaaf, illet... gibi pek çok kavram bunun örneğidir.
Ulema örfü hakkındaki bu kısa izahattan da anlaşılacağı gibi, toplumsal/sosyolojik anlamdaki örf ile “ulema örfü”nün herhangi bir ilgisi yoktur. Bu iki kavram arasındaki tek ortak nokta, her ikisinde de “örf” kelimesinin mevcut olmasıdır. Ancak yukarıdaki izahat, bu ortaklığın sadece isimlendirmeyle sınırlı bulunduğunu, her iki alanın muhteva ve anlam sınırlarının birbirinden tamamen farklı olduğunu ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla, bu zahirî ortaklıktan hareketle yazımızın konusunu teşkil eden “gelenek” kelimesinin bir yönüyle ilmî ıstılahlar arasında bulunduğunu ileri sürmek asla doğru değildir.
Batı kültürü ve dinî gelenek
İncil ve Hz. İsa a.s.'ın öğretileri tarih içinde esaslı bir tahrife maruz kaldığı için, Hıristiyan düşüncesi, vahiy ürünü olduğu kesin olan ve Hz. İsa a.s.' dan intikal ettiğinde şüphe bulunmayan bağlayıcı bir metinden ve uygulamadan yoksundur. Bugün elimizde bulunan dört İncil nüshası arasındaki farklılık ve çelişkiler, hatta sayıları 4'e indirilene kadar tarih içinde oluşmuş yüzlerce farklı İncil nüshasının mevcudiyeti, hıristiyanların “Kutsal Kitap” anlayışının bizimkinden hayli farklı olduğunun en önemli göstergelerinden birisidir. (İncil nüshaları arasındaki bu farklılık ve çelişkiler için bkz. Doç. Dr. Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları, Çelişkileri.) Aralarında hayli önemli farklılıkların bulunduğunu bildiğimiz bu İncil metinlerinin, Hz. İsa a.s.' ın terk-i dünya etmesinden uzun yıllar sonra kaleme alındığını ve son tahlilde Hz. İsa a.s.' ın , İncil yazarlarının kaleminden çıkmış biyografisinden ibaret olduğunu Hıristiyan alemi de kabul etmektedir.
Durum yahudiler için de pek farklı değildir. Meşhur yahudi modernistlerden Abraham Geiger , bütün kutsal metinlerin insan ürünü olduğunu söylerken, aslında hıristiyanlar için söz konusu olan bu gerçeğin en azından modernist yahudiler için de geçerli olduğunu dile getiriyordu. İsrailoğulları'nın tarih içinde geçirdikleri muhtelif dönemler, başlarına gelen önemli olaylar ve bütün bir tarihsel maceranın sonucunda ortaya çıkan inanış biçimleri ve uygulamalar, Tevrat'ın kaybolmuş metninin Hz. Musa a. s'dan yüzyıllar sonra Azra ve emrindeki 40 kişilik heyet tarafından yeniden kaleme alınması ve daha da önemlisi bu metnin tefsirleri (Talmud ve Midraş), Yahudi inanç ve kültürüne temel karakterini veren unsurların beşer ürünü olduğunun en önemli kanıtlarıdır. Bilindiği gibi bugün yahudiler arasında hangisinin gerçek Tevrat olduğuna bir türlü karar verilemeyen iki ayrı Tevrat nüshası bulunmaktadır: Yahudi Tevratı ve Samirî Tevratı . Bu iki Tevrat nüshası arasında 6 bin kadar farklılık olduğu tesbit edilmiştir. (Bu konular için bkz. Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat.)
Hal böyle olunca, bu kesimler için “din”, aslında Hz. Musa a.s. ve Hz. İsa a.s.' dan sonra geçen uzun yüzyıllar içinde vücut bulmuş ve kurumlaşmış geleneklerin toplamından başka bir şey değildir. Yahudi ve hıristiyanların kutladığı bayramlardan, özel anlam taşıyan kimi eşya, gün ve araç-gerece, hatta ibadet ve dualara kadar geleneğin mahsulü olan pek çok unsur, zaman içinde dinî bir niteliğe büründürülerek kutsallaştırılmıştır. Dolayısıyla hem yahudiler , hem de hıristiyanlar için “gelenek” kelimesinin “din” ile eşdeğer bir güç ve belirleyiciliğe sahip olduğunu söylemek gerçeğin ifadesidir.
Müsteşrikler ve gelenek
Yahudi ve hıristiyan müsteşrikler İslâm hakkındaki çalışmalarını, kendi dinlerinin arz ettiği bu duruma şartlanmış olarak yürütmüşlerdir. Bu cümleden olarak karşılarında ilk olarak vahiy mahsulü Kur'an'ı ve onun ilâhi kontrol altında şekillenen pratiği olan Sünnet'i buldular. Dinî ve tarihsel tecrübeleri, bu iki kaynağın beşer ürünü olarak kabul edilmesi dışında başka bir seçenek bulunabileceğini düşünmekten onları alıkoydu. Bir diğer şekilde söylersek, yahudi ve hıristiyan İslâm araştırmacılarının bilinç yapısı, algı ve tasavvur tarzı, ilâhi kaynaklı, insan müdahalesine uğramamış bir Kitap ve onun yine ilâhi kontrol altında şekillenen pratiği (Sünnet) diye bir şeyi kabul etmeye müsait değildi. Bu noktaya onların İslâm'a karşı besledikleri kemikleşmiş önyargıyı da eklersek, İslâm'ı kendi muharref dinlerinin yapısıyla özdeşleştirerek anlamaya çalışmadaki ısrarlarını daha iyi kavrarız.
Bu sebeple müsteşrikler, Batı dillerinde yaptıkları İslâmiyat çalışmalarında “Sünnet” ve “Hadis”i “ tradition ” (gelenek) kelimesi ile ifade ettiler. Bu, onların, Sünnet ve Hadis'i (tıpkı kendi geçmişlerinde olduğu gibi) Rasul -i Ekrem s.a.v. Efendimiz'den sonra gelenlerin O'na atfettiği ve fakat aslında O'na ait olmayan bir yığın söz ve uygulamalar olarak ya da toplumun zaman içinde oluşturduğu örf, an'ane , adetlerle aynı özelliğe sahip, onlardan farklı ve üstün bir yanı bulunmayan bir olgu olarak nitelendirmelerinin sonucuydu. Çünkü (yukarıda da vurguladığımız gibi) kendi geçmişlerinde peygamberlerin ağzından çıktığı gibi korunarak nesilden nesile intikal eden hadisler bulunmadığı gibi, bir tek harfi dahi değişmeden gelmiş vahiy mahsulü bir kitap da mevcut olmamıştı.
Bugün İncil'in kadınlar/feministler, zenciler, fiziksel engelliler, Amerikalılar, Avrupalılar... tarafından geliştirilen birbirinden farklı yorumları söz konusu ise, bunun sebebi, İncil hakkında Hz. İsa a.s.' dan gelen bağlayıcı ve ilâhi garanti altında bulunan bir tefsirinin elde bulunmayışıdır. Hatta dediğimiz gibi İncil'in bizzat kendisi bile tahrife maruz kalmış ve kaybolmuştur.
Endonezya'dan Fas'a, Kafkaslar'dan Hindistan'a kadar milyonlarca kilometrekarelik geniş bir coğrafya üzerinde yaşayan müslümanların , -önemsiz detaylar dışında- ibadet şekillerinden giyim-kuşamlarına, günlük hayatta yaşama biçimlerine ve davranışlarına kadar çarpıcı bir tavır ve tarz ortaklığı sergilemesi, müsteşriklerin de dikkatinden kaçmamıştır. Bu noktayı araştıran zeki müsteşrikler, müslümanlara bu ortak hayat anlayışını sağlayan en önemli unsurun Sünnet olduğunu fark etmekte gecikmemişler ve o andan itibaren çalışmalarını Sünnet sahasına kaydırmışlardır.
Sünnet'in İslâm dinini yaşamada ne derece önemli ve vazgeçilmez bir yere sahip bulunduğunu (yani müsteşriklerin gördüğünü) göremeyecek kadar dine ve tarihe miyop bakan modernistler , vakıflardan han, hamam ve kervansaraylara, güzel sanatlardan mimari ve musikiye, eğitimden hukuk ve ekonomiye, giyim-kuşamdan sosyal hayatın en ince detaylarına, hatta savaş ve barış ahkâmına kadar İslâm toplumuna biçim ve karakterini veren en önemli unsurun Sünnet olduğunu elbette fark edemeyeceklerdir. “ Kur'an'dan başka delil tanımayız” tavrında olanların, doğumdan (hatta doğum öncesinden) ölüme ve ölüm sonrasına kadar bütün bir hayatı kucaklayan bu ve benzeri hususlardan hangisini sadece Kur'an'a dayanarak oluşturabilecekleri sorusuna cevap veremeyeceklerini çok iyi biliyoruz. Çünkü Sünnet olmaksızın müslümanca bir hayatın ne inşası, ne de devamı mümkündür!
Gelenek kelimesinin mahkûm edici imajinatif /sanal gücü
Modern dönem, insanın Allah, din, peygamber, varlık... anlayışının tamamen altüst olduğu bir dönemdir. Bu dönemde her şeyin merkezinde, her şeye hakim olma arzusundaki insan vardır. Modern insan, aklının yetmediği ve elinin uzanamadığı hiçbir şeyi gerçek kabul etmez. İşte bu anlayışla modern insan, modern dönem öncesine ait ne varsa “geleneksel” kelimesiyle ifade ederek devre dışı bıraktı.
Modernist anlayış için, 1400 yıllık İslâm mirası sadece üzerinde inceleme, araştırma ve deney yapmaya yarayan bir “kadavra” mesabesindedir. Bu anlayışın takipçilerine göre, geleneğe ait hiçbir unsur bugünün dünyasında yaşama şansına sahip değildir. Geleneksel alimler , geleneksel kitaplar ve geleneksel çizgi, zamanını doldurmuş, bugüne söyleyecek sözü olmayan, tarihe ait fosillerdir!
“Peygamber'e tabi olmak gerekir” derseniz, modernist kişi buna karşılık, “bu geleneksel çizginin peygamber anlayışıdır” deyiverir ve ekler: Peygamber tabi olmak için değil, sadece bir örnek olarak değerlendirilmek için gönderilmiştir.
“ Kur'an'a uymak gerekir” diyecek olursanız, buna da, “ Kur'an 7. yüzyıl Arabistan'ı için inmiştir. Bu sebeple onun içindeki hükümler bugün için geçerli değildir” der.
“Ulemanın çizgisinden ayrılmayın” deseniz, “Bu, geleneğin kutsallaştırılmasıdır. Onlar modern insana yol gösteremez” karşılığını alırsınız. Bu anlayış la Allah , peygamber, din, Kur'an , Sünnet, mucize, keramet, melek, şeytan, dünya ve ahiret , modernist anlayış tarafından yeniden tanımlandı ve Batılı insanın kabullerine uygun hale dönüştürüldü.
Bütün bunlar aslında “gelenek” kelimesinin ifade ettiği şeyin “eskimiş, pörsümüş, işe yaramaz” olduğu, buna karşılık “modern” kelimesinin, “yeni, canlı, sahici ve geçerli” olan şeyleri anlattığı şeklindeki yanıltıcı ön kabulün sonucudur. Müsteşrikler ve onları izleyen modernist müslümanlar , bir “alicengiz oyunu” ile zihnimize yerleştirdikleri “geleneksel-modern” ayrımı sayesinde deveyi cüce, cüceyi deve olarak takdim ediyor.
Bütün bu yaşananlar, her şeyi Batılı insanın koyduğu değer ölçüleri içinde algılama hastalığının doğal uzantılarıdır. Zira modernizm dediğimiz olgu, bütünüyle Batılı insana mahsus bir anlayışı ifade ediyor. Dolayısıyla bu anlayışa uymayan ne varsa, “geleneksel” yaftasıyla yaftalanıp, hayatın dışına atılmak isteniyor. Sonuçta ortaya Batı'nın itiraz etmediği bir din anlayışı çıkıyor. Bu din anlayışı, kendi değerlerini Batılı anlayış doğrultusunda küçümseyen ve dışlayan, Batı'ya itiraz etmeyen, direnmeyen, teslim olmuş ve Batı'nın üstünlüğünü peşinen kabul etmiş bir insan tipi ortaya çıkarmıştır.
Bu tuzağa beyninden yakalananların düştüğü duruma düşmemek için, İslâm hakkında konuşurken “modern-geleneksel” şeklindeki ayrıma asla müsamaha etmemelidir. Konuşmalarımızda ve yazılarımızda “geleneksel din anlayışı”, “klasik eserler/ alimler ” gibi ifadeler kullanmaktan şiddetle kaçınmalıdır. Zira bu ifadelerin arkasında şöyle bir kabul yatar: Biri geleneksel olan ve diğeri geleneksel olmayan (modern) iki türlü tasavvur vardır.
Oysa bu kabul temelden yanlıştır. İllâ bir tasnif yapacaksak, “hak - bâtıl ”, “Sünnet'e uygun - Sünnet'e aykırı”, “ Ehl -i Sünnet - Ehl -i Bid'at ” gibi nitelemeler kullanmak daha uygundur.
*Müsteşrik: Oryantalist, İslâm üzerine araştırma yapan gayrimüslim ilim adamı.
** Nas : Ayet, hadis, icma gibi dinin tartışmasız temel hüküm kaynakları.
***Mecelle: 1869-1876 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa'nın başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanan ve muamelâta ilişkin fıkhî hükümleri bir sistem içinde bir araya getiren medeni kanun çalışması.
Kaynak: SEMERKAND DERGİSİ
Müsteşrikler'in *, çalışmalarını Sünnet sahasına kaydırdıkları dönemlerde yaygın olarak kullanılmaya başladığı dikkat çeken bir kavram “gelenek”.
İslâm dünyasında onların çalışmalarından etkilenen bir takım ilim adamı ve araştırmacılar, bu kavramı, onu oluşturan ve anlam sınırlarını belirleyen dinî ve kültürel arka planı dikkate almadan İslâm dünyasına aktarınca, bize tamamen yabancı bir düşünme biçiminin anahtar kavramlarından biri dilimize yerleşmiş oldu. Dolayısıyla kendisi öz Türkçe olmasına ve dilimizde öteden beri kullanılagelmesine rağmen, “gelenek” kelimesi anlam genişlemesine ve dönüşüme uğrayarak islâmî ilimler alanında kaleme alınan hemen her metinde rastlanan bir “kavram” haline geldi.
Bizim ilim ve kültür hayatımızda “gelenek”, bu anlam genişlemesine uğramadan önce, “örf”, “adet” ve “ an'ane ” kelimeleri ile hemen hemen aynı şeyi anlatırdı. Halk arasında yaygın olarak görülen uygulamalara/muamelelere tekabül etmesi hasebiyle Fıkıh ilminin de ilgi sahasına giren bu kelimeler, (belli şartları taşımaları kaydıyla) ancak temel delillerin arkasından gelen “ talî deliller” kategorisinde dikkate alınan bir özelliğe sahiptir.
Bununla birlikte bu kelimeler yakından incelendiğinde, bu yazının konusunu teşkil eden “gelenek” ile uzaktan yakından ilgili olmadıkları fark edilecektir. Şimdi yazının bütünlüğünü temin etmesi için bu kavramları kısaca tanıyalım:
Örf - adet - an'ane - cari amel
Kaynaklar bu kelimeleri, halk arasında yaygın kültürel, sosyolojik ve folklorik uygulamaların karşılığı olarak kullanır. Atadan-dededen tevarüs edilen ve sosyolojik anlamda toplumsal kimliği oluşturan unsurlardan birisini teşkil eden bu türlü uygulamalar, dinî ilkelere uygun olabileceği gibi, aykırı da olabilir. Dinî ilke veya naslarla ** herhangi bir çatışma arz etmeyenler “sahih örf” kavramıyla ifade edilir. Bunlar dinî olarak itibara alınan uygulamalardır. Mecelle'de*** yer alan, “Adet muhakkemdir ”, “ Örfen şart kılınan, dinen şart kılınmış gibidir” tarzındaki kaidelerin atıfta bulunduğu, bu tür uygulamalardır.
Bir de dinî ilke ve naslara aykırı olan örf, adet ve uygulamalar vardır ki, bunlara kesinlikle itibar edilmez. “ Fâsit örf” kavramı içinde değerlendirilen bu tür uygulamalar, toplumsal kimliğin yabancı kültür ve medeniyetlerden etkilendiği veya bazı kesimlerin eski bâtıl dinlerinin etkisinden tam anlamıyla kurtulamadığı alanlarda ortaya çıkar. Bunların dinî ilke ve hükümlerle çatışma halinde olmaları bakımından “ bid'at -ı seyyie” (çirkin bid'at ) kavramı içinde değerlendirilmesi de mümkündür. Sahih dinî kimliğin ve sağlıklı toplumsal yapının muhafazası için, ulema öteden beri bu türlü uygulamalara karşı toplumu uyarmış, bunları yaşatmaktan sakındırmıştır.
“ An'ane ” kelimesi örf ve adet ile hemen hemen aynı anlamdadır. Aslı Arapça olan bu kelime, atadan dededen görülerek benimsenen ve yaşatılan uygulamalar demektir.
“Cari amel” ise daha ziyade Malikî mezhebinde benimsenmiş bir kavramdır. “Sahih örf” kavramı ile hemen hemen aynı şeyi anlatır.
Bütün bu kelimelerin ortak özelliği, toplumsal eğilim ve anlayışlar değiştiğinde değişebilen uygulamalar olmasıdır. Her ne kadar toplum tarafından benimsenen uygulamalar olması dolayısıyla, yerine getirmeyenler toplumsal bir yadırgama veya tepki ile karşılansa da, bu durum onların değişmemesi gereken dinî emirler olarak telakki edilmesi sonucunu doğurmaz. Bir diğer ifadeyle bunlar, dinî anlamda (tıpkı ibadetler gibi) asla değişmemesi gereken, değiştirildiğinde günah veya riayet edildiğinde sevap kazandıran ilâhi emirler gibi değildir. Toplumların tarihsel ve sosyolojik tecrübelerinin doğurduğu, toplumsal kimliği ortaya koyan, toplum tarafından yaygın olarak yaşatılan ve dinî ilke ve hükümlerle çatışma teşkil etmeyen özellikleri sebebiyle, dinî açıdan dikkate alınması gereken hususlar olarak görülmüşlerdir.
Bu tür uygulamaların dinî deliller hiyerarşisi içindeki yeri, yukarıda da söylediğimiz gibi temel delillerden sonra gelir. Temel delilleri Kur'an -Sünnet ve onlardan sonra gelen İcma ve Kıyas şeklinde sıralayacak olursak, örf, istihsan , maslahat... gibi başlıklar altında ele alınan bu uygulamaların daha alt sıralarda yer aldığı görülür. Mecelle'de “ Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz” (zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişeceği inkâr edilemez) kaidesinin atıfta bulunduğu “hükümler”, Kur'an ve Sünnet ile belirlenmiş olanlar değil, bu türlü (örf vesaireye dayanan) uygulamalar üzerine bina edilmiş olan hükümlerdir. Bu meselenin tafsilatı için Usul-i Fıkıh ve Kavaid kitaplarıyla Mecelle şerhlerine bakılabilir.
Ulema örfü
Gerek Kur'an'ın , gerekse Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in tebliği doğrultusunda zaman içinde kurumlaşan ve birer disiplin haline gelen islâmî ilimlerin her birinin kendine özgü kavramları vardır. Esasen bu durum, dinî olsun olmasın, bütün ilim dalları için geçerlidir. Bir iştigal alanının müstakil bir “ilim dalı” olarak nitelendirilebilmesi için, o sahada kendine özgü kavram ve terimlerin mevcudiyeti, “olmazsa olmaz” şartlardan birisidir.
İşte bu zorunluluk, islâmî ilimlerde de “Ulema Örfü” veya “ Şer'î Örf” kavramıyla ifade edilen olguyu ortaya çıkarmıştır. Ulema arasında bilinen ve kullanılan kavram ve terimler, tıpkı “gelenek” kelimesinde olduğu gibi birden fazla anlama sahip ise, bunlar arasından ilmî ve teknik anlamın kastedildiğini anlatmak için “Bu kelime ulema örfünde/ şer'î örfte şu anlama gelir”, yahut “bu kelimenin sözlük anlamı şu, ıstılahî anlamı budur” denir. Böylece biz o kelimenin dinî ilimlerde ifade ettiği teknik anlamın kastedildiğini anlarız.
Hatta bu durum, islâmî ilimlerin birinden diğerine değişebilen kavramsal muhteva için de aynıyla geçerlidir. Bazı kavramların Fıkıh, Hadis, Kelam... gibi ilim dallarında farklı anlamlarda kullanılması, bu söylediğimizin ifadesidir. Sünnet, sıhhat, butlan, cevaz, zaaf, illet... gibi pek çok kavram bunun örneğidir.
Ulema örfü hakkındaki bu kısa izahattan da anlaşılacağı gibi, toplumsal/sosyolojik anlamdaki örf ile “ulema örfü”nün herhangi bir ilgisi yoktur. Bu iki kavram arasındaki tek ortak nokta, her ikisinde de “örf” kelimesinin mevcut olmasıdır. Ancak yukarıdaki izahat, bu ortaklığın sadece isimlendirmeyle sınırlı bulunduğunu, her iki alanın muhteva ve anlam sınırlarının birbirinden tamamen farklı olduğunu ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla, bu zahirî ortaklıktan hareketle yazımızın konusunu teşkil eden “gelenek” kelimesinin bir yönüyle ilmî ıstılahlar arasında bulunduğunu ileri sürmek asla doğru değildir.
Batı kültürü ve dinî gelenek
İncil ve Hz. İsa a.s.'ın öğretileri tarih içinde esaslı bir tahrife maruz kaldığı için, Hıristiyan düşüncesi, vahiy ürünü olduğu kesin olan ve Hz. İsa a.s.' dan intikal ettiğinde şüphe bulunmayan bağlayıcı bir metinden ve uygulamadan yoksundur. Bugün elimizde bulunan dört İncil nüshası arasındaki farklılık ve çelişkiler, hatta sayıları 4'e indirilene kadar tarih içinde oluşmuş yüzlerce farklı İncil nüshasının mevcudiyeti, hıristiyanların “Kutsal Kitap” anlayışının bizimkinden hayli farklı olduğunun en önemli göstergelerinden birisidir. (İncil nüshaları arasındaki bu farklılık ve çelişkiler için bkz. Doç. Dr. Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları, Çelişkileri.) Aralarında hayli önemli farklılıkların bulunduğunu bildiğimiz bu İncil metinlerinin, Hz. İsa a.s.' ın terk-i dünya etmesinden uzun yıllar sonra kaleme alındığını ve son tahlilde Hz. İsa a.s.' ın , İncil yazarlarının kaleminden çıkmış biyografisinden ibaret olduğunu Hıristiyan alemi de kabul etmektedir.
Durum yahudiler için de pek farklı değildir. Meşhur yahudi modernistlerden Abraham Geiger , bütün kutsal metinlerin insan ürünü olduğunu söylerken, aslında hıristiyanlar için söz konusu olan bu gerçeğin en azından modernist yahudiler için de geçerli olduğunu dile getiriyordu. İsrailoğulları'nın tarih içinde geçirdikleri muhtelif dönemler, başlarına gelen önemli olaylar ve bütün bir tarihsel maceranın sonucunda ortaya çıkan inanış biçimleri ve uygulamalar, Tevrat'ın kaybolmuş metninin Hz. Musa a. s'dan yüzyıllar sonra Azra ve emrindeki 40 kişilik heyet tarafından yeniden kaleme alınması ve daha da önemlisi bu metnin tefsirleri (Talmud ve Midraş), Yahudi inanç ve kültürüne temel karakterini veren unsurların beşer ürünü olduğunun en önemli kanıtlarıdır. Bilindiği gibi bugün yahudiler arasında hangisinin gerçek Tevrat olduğuna bir türlü karar verilemeyen iki ayrı Tevrat nüshası bulunmaktadır: Yahudi Tevratı ve Samirî Tevratı . Bu iki Tevrat nüshası arasında 6 bin kadar farklılık olduğu tesbit edilmiştir. (Bu konular için bkz. Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat.)
Hal böyle olunca, bu kesimler için “din”, aslında Hz. Musa a.s. ve Hz. İsa a.s.' dan sonra geçen uzun yüzyıllar içinde vücut bulmuş ve kurumlaşmış geleneklerin toplamından başka bir şey değildir. Yahudi ve hıristiyanların kutladığı bayramlardan, özel anlam taşıyan kimi eşya, gün ve araç-gerece, hatta ibadet ve dualara kadar geleneğin mahsulü olan pek çok unsur, zaman içinde dinî bir niteliğe büründürülerek kutsallaştırılmıştır. Dolayısıyla hem yahudiler , hem de hıristiyanlar için “gelenek” kelimesinin “din” ile eşdeğer bir güç ve belirleyiciliğe sahip olduğunu söylemek gerçeğin ifadesidir.
Müsteşrikler ve gelenek
Yahudi ve hıristiyan müsteşrikler İslâm hakkındaki çalışmalarını, kendi dinlerinin arz ettiği bu duruma şartlanmış olarak yürütmüşlerdir. Bu cümleden olarak karşılarında ilk olarak vahiy mahsulü Kur'an'ı ve onun ilâhi kontrol altında şekillenen pratiği olan Sünnet'i buldular. Dinî ve tarihsel tecrübeleri, bu iki kaynağın beşer ürünü olarak kabul edilmesi dışında başka bir seçenek bulunabileceğini düşünmekten onları alıkoydu. Bir diğer şekilde söylersek, yahudi ve hıristiyan İslâm araştırmacılarının bilinç yapısı, algı ve tasavvur tarzı, ilâhi kaynaklı, insan müdahalesine uğramamış bir Kitap ve onun yine ilâhi kontrol altında şekillenen pratiği (Sünnet) diye bir şeyi kabul etmeye müsait değildi. Bu noktaya onların İslâm'a karşı besledikleri kemikleşmiş önyargıyı da eklersek, İslâm'ı kendi muharref dinlerinin yapısıyla özdeşleştirerek anlamaya çalışmadaki ısrarlarını daha iyi kavrarız.
Bu sebeple müsteşrikler, Batı dillerinde yaptıkları İslâmiyat çalışmalarında “Sünnet” ve “Hadis”i “ tradition ” (gelenek) kelimesi ile ifade ettiler. Bu, onların, Sünnet ve Hadis'i (tıpkı kendi geçmişlerinde olduğu gibi) Rasul -i Ekrem s.a.v. Efendimiz'den sonra gelenlerin O'na atfettiği ve fakat aslında O'na ait olmayan bir yığın söz ve uygulamalar olarak ya da toplumun zaman içinde oluşturduğu örf, an'ane , adetlerle aynı özelliğe sahip, onlardan farklı ve üstün bir yanı bulunmayan bir olgu olarak nitelendirmelerinin sonucuydu. Çünkü (yukarıda da vurguladığımız gibi) kendi geçmişlerinde peygamberlerin ağzından çıktığı gibi korunarak nesilden nesile intikal eden hadisler bulunmadığı gibi, bir tek harfi dahi değişmeden gelmiş vahiy mahsulü bir kitap da mevcut olmamıştı.
Bugün İncil'in kadınlar/feministler, zenciler, fiziksel engelliler, Amerikalılar, Avrupalılar... tarafından geliştirilen birbirinden farklı yorumları söz konusu ise, bunun sebebi, İncil hakkında Hz. İsa a.s.' dan gelen bağlayıcı ve ilâhi garanti altında bulunan bir tefsirinin elde bulunmayışıdır. Hatta dediğimiz gibi İncil'in bizzat kendisi bile tahrife maruz kalmış ve kaybolmuştur.
Endonezya'dan Fas'a, Kafkaslar'dan Hindistan'a kadar milyonlarca kilometrekarelik geniş bir coğrafya üzerinde yaşayan müslümanların , -önemsiz detaylar dışında- ibadet şekillerinden giyim-kuşamlarına, günlük hayatta yaşama biçimlerine ve davranışlarına kadar çarpıcı bir tavır ve tarz ortaklığı sergilemesi, müsteşriklerin de dikkatinden kaçmamıştır. Bu noktayı araştıran zeki müsteşrikler, müslümanlara bu ortak hayat anlayışını sağlayan en önemli unsurun Sünnet olduğunu fark etmekte gecikmemişler ve o andan itibaren çalışmalarını Sünnet sahasına kaydırmışlardır.
Sünnet'in İslâm dinini yaşamada ne derece önemli ve vazgeçilmez bir yere sahip bulunduğunu (yani müsteşriklerin gördüğünü) göremeyecek kadar dine ve tarihe miyop bakan modernistler , vakıflardan han, hamam ve kervansaraylara, güzel sanatlardan mimari ve musikiye, eğitimden hukuk ve ekonomiye, giyim-kuşamdan sosyal hayatın en ince detaylarına, hatta savaş ve barış ahkâmına kadar İslâm toplumuna biçim ve karakterini veren en önemli unsurun Sünnet olduğunu elbette fark edemeyeceklerdir. “ Kur'an'dan başka delil tanımayız” tavrında olanların, doğumdan (hatta doğum öncesinden) ölüme ve ölüm sonrasına kadar bütün bir hayatı kucaklayan bu ve benzeri hususlardan hangisini sadece Kur'an'a dayanarak oluşturabilecekleri sorusuna cevap veremeyeceklerini çok iyi biliyoruz. Çünkü Sünnet olmaksızın müslümanca bir hayatın ne inşası, ne de devamı mümkündür!
Gelenek kelimesinin mahkûm edici imajinatif /sanal gücü
Modern dönem, insanın Allah, din, peygamber, varlık... anlayışının tamamen altüst olduğu bir dönemdir. Bu dönemde her şeyin merkezinde, her şeye hakim olma arzusundaki insan vardır. Modern insan, aklının yetmediği ve elinin uzanamadığı hiçbir şeyi gerçek kabul etmez. İşte bu anlayışla modern insan, modern dönem öncesine ait ne varsa “geleneksel” kelimesiyle ifade ederek devre dışı bıraktı.
Modernist anlayış için, 1400 yıllık İslâm mirası sadece üzerinde inceleme, araştırma ve deney yapmaya yarayan bir “kadavra” mesabesindedir. Bu anlayışın takipçilerine göre, geleneğe ait hiçbir unsur bugünün dünyasında yaşama şansına sahip değildir. Geleneksel alimler , geleneksel kitaplar ve geleneksel çizgi, zamanını doldurmuş, bugüne söyleyecek sözü olmayan, tarihe ait fosillerdir!
“Peygamber'e tabi olmak gerekir” derseniz, modernist kişi buna karşılık, “bu geleneksel çizginin peygamber anlayışıdır” deyiverir ve ekler: Peygamber tabi olmak için değil, sadece bir örnek olarak değerlendirilmek için gönderilmiştir.
“ Kur'an'a uymak gerekir” diyecek olursanız, buna da, “ Kur'an 7. yüzyıl Arabistan'ı için inmiştir. Bu sebeple onun içindeki hükümler bugün için geçerli değildir” der.
“Ulemanın çizgisinden ayrılmayın” deseniz, “Bu, geleneğin kutsallaştırılmasıdır. Onlar modern insana yol gösteremez” karşılığını alırsınız. Bu anlayış la Allah , peygamber, din, Kur'an , Sünnet, mucize, keramet, melek, şeytan, dünya ve ahiret , modernist anlayış tarafından yeniden tanımlandı ve Batılı insanın kabullerine uygun hale dönüştürüldü.
Bütün bunlar aslında “gelenek” kelimesinin ifade ettiği şeyin “eskimiş, pörsümüş, işe yaramaz” olduğu, buna karşılık “modern” kelimesinin, “yeni, canlı, sahici ve geçerli” olan şeyleri anlattığı şeklindeki yanıltıcı ön kabulün sonucudur. Müsteşrikler ve onları izleyen modernist müslümanlar , bir “alicengiz oyunu” ile zihnimize yerleştirdikleri “geleneksel-modern” ayrımı sayesinde deveyi cüce, cüceyi deve olarak takdim ediyor.
Bütün bu yaşananlar, her şeyi Batılı insanın koyduğu değer ölçüleri içinde algılama hastalığının doğal uzantılarıdır. Zira modernizm dediğimiz olgu, bütünüyle Batılı insana mahsus bir anlayışı ifade ediyor. Dolayısıyla bu anlayışa uymayan ne varsa, “geleneksel” yaftasıyla yaftalanıp, hayatın dışına atılmak isteniyor. Sonuçta ortaya Batı'nın itiraz etmediği bir din anlayışı çıkıyor. Bu din anlayışı, kendi değerlerini Batılı anlayış doğrultusunda küçümseyen ve dışlayan, Batı'ya itiraz etmeyen, direnmeyen, teslim olmuş ve Batı'nın üstünlüğünü peşinen kabul etmiş bir insan tipi ortaya çıkarmıştır.
Bu tuzağa beyninden yakalananların düştüğü duruma düşmemek için, İslâm hakkında konuşurken “modern-geleneksel” şeklindeki ayrıma asla müsamaha etmemelidir. Konuşmalarımızda ve yazılarımızda “geleneksel din anlayışı”, “klasik eserler/ alimler ” gibi ifadeler kullanmaktan şiddetle kaçınmalıdır. Zira bu ifadelerin arkasında şöyle bir kabul yatar: Biri geleneksel olan ve diğeri geleneksel olmayan (modern) iki türlü tasavvur vardır.
Oysa bu kabul temelden yanlıştır. İllâ bir tasnif yapacaksak, “hak - bâtıl ”, “Sünnet'e uygun - Sünnet'e aykırı”, “ Ehl -i Sünnet - Ehl -i Bid'at ” gibi nitelemeler kullanmak daha uygundur.
*Müsteşrik: Oryantalist, İslâm üzerine araştırma yapan gayrimüslim ilim adamı.
** Nas : Ayet, hadis, icma gibi dinin tartışmasız temel hüküm kaynakları.
***Mecelle: 1869-1876 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa'nın başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanan ve muamelâta ilişkin fıkhî hükümleri bir sistem içinde bir araya getiren medeni kanun çalışması.
Kaynak: SEMERKAND DERGİSİ
Konular
- YARIM HOCA DİNDEN EDER
- KUR'ÂN İSLÂMI ( ! ) ÜZERİNE
- EMPERYALİZM’İN KEŞİF KOLU: ORYANTALİZM
- Ebubekir Sifil İle Mezhepler Ve Mezhepsizlik Fitnesi
- İSLAM ALİMLERİNİN PAPAYA CEVABI
- SAHTE PEYGAMBER 'AHMED KADİYANİ'
- 'SAPKINLIĞIN KAYNAĞI SÜNNETİ İHMALDİR'
- SÜNNET'SİZ DİN DÜŞÜNÜLEBİLİR Mİ?
- EHL-İ SÜNNET ÜZERİNE
- İslam'ı Anlamada Ve Yaşamada Doğrular Yanlışlar Bid'atler
- Prof. Dr. Lütfullah Cebeci İle Mülakat Kur'an Ve Sünnet İlişkisi
- İMAM MATURİDİ VE İMAM EŞ'ARİ
- İLÂHİ EMİRLERİN KAYNAKLARI
- ALİMLERİN İHTİLAFI VE TAVRIMIZ
- ZAHİR İLE BATIN ÇATIŞIR MI?
- TASAVVUF İLMİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
- KUTSALA KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER
- KERAMET VE İSTİDRAÇ
- İSLAMİ İLİMLERİN VARLIK SEBEBİ
- İslamda İlk Fitne
- MUCİZE NE DEMEKTİR?
- Muhammed Aleyhisselâmın Peygamber Olduğu İsbât Edilmektedir
- Kur'an-ı Kendilerine Göre Yorumlayanlar
- İslami İlimler, Medeniyet Ve Modernizm Üzerine
- Kur'an'da Vesile
- SALAVAT
- Salavat-ı şerife getirmenin 42 faydası
- Hz.Peygamber'in İdeal Modelliği
- BAŞÖRTÜSÜ YASAĞI
- EBÛ HANÎFE MÜDAFAALARI ARASINDA BİR BAŞYAPIT