Prof. Dr. Lütfullah Cebeci İle Mülakat Kur'an Ve Sünnet İlişkisi

"Peygamber Postacı Değildir"

Kur’an’da Şer Problemi, Kur’an’a Göre Takva, Kur’an-ı Kerim’e Göre Cin, Melek ve Şeytan gibi eserlerin sahibi olan Prof. Dr. Lütfullah Cebeci, 1954 yılında Kayseri’nin Develi ilçesinde doğdu. Mekke’deki Ummu’l Kura Üniversitesi’nde araştırma ve incelemelerde yaptı. “An Essay on Sociology of the Holy Qur’an” (Kur’an-ı Kerim’in Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme) adlı tebliği ile Sudan’da yapılan “Bilginin İslâmîleştirilmesi” konulu bir kongreye katıldı ve 1992 yılında “Dinler Arası Diyalog” çerçevesinde Newyork’ta bulundu. Evli ve dört çocuk babası olan Lütfullah Cebeci, halen Erzurum Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesinde tefsir profesörü.

Aydınlarının büyük bir ekseriyeti tarafından içinde yaşadığımız bu çağın adeta kutsandığı bu ülkede, dinî ilimlerde çalışma yapan akademisyenlerin de bu istikamette tavır aldığını görmekteyiz. Onların dini çağdaşlaştırma yolunda ileri sürdükleri fikirler, İslâm hakkında yeterli bilgiye sahip olmayanlara, sanki İslâm çağlara yön verecek bir değerler ve uygulamalar bütünü değil de, zamane insanının gidişatını onaylamaya mecbur bir “vicdanî müessese” izlenimi vermekte... Bu tarz düşünenlerin ifadelerinde, şekil veren, ıslah eden, ebediyete doğru ufuklar açan bir din yerine, batılı değerler ve sözde erdemler kalıbında şekillenen, yani reforme edilebilen, ıslaha muhtaç bir din buluyoruz.

İşte böyle bir akademi dünyasında, çağdaşlık ve modernlik modası karşısında İslâm’ı çağlara hakim bir din olarak algılamış kıymetli bir ilim adamıyla siz okuyucularımızı tanıştırmak istedik.

Bu vesileyle, bir nebze de olsa, Sünnet’e muhabbetle bakmayan ve hatta ona dinî hudutlar içerisinde küçücük bir yer bile vermek istemeyen akademisyenlerin çıkardığı kavram anarşisini sorgulamak istedik. Sayın Cebeci’ye Sünnet’i sorduk..

Sayın Cebeci, bugün bazı akademik çevrelerde Kur’an’dan farklı, hatta onunla çelişiyormuş gibi gösterilmek istenen “Sünnet” sizce nedir?

Sünnet, yol; yani takip edilen usül, hayat ve düşünce tarzı-şekli anlamına gelir. İslâmî bir tabir olarak “Hz. Peygamber A.S.’ın yolu, hayatı, yaşama tarzı, kendinden sonra takip edilmek üzere bıraktığı örnek yaşayış ve davranış şekli” manasında anlaşılır.

Evet, son günlerde İslâmî kavramlarımızda mana yitimi, anlam daralması ve kötüleşmesi gözlemliyoruz. Mesela tasavvuf, tarikat, şeriat gibi kavramlar, kötü anlamlar çağrıştıran kavramlar haline getirildi. Bu yöndeki gelişmelerden Sünnet kavramı da yara aldı mı?

Sünnet kavramı son zamanlarda anlam daralmasından çok, yeni bir şekilde sorgulanmaktan yara almakta. Sünnet’i hemen hemen yukarıdaki manası ile kabul eden bazı kişiler, Hz. Peygamber’in dindeki yerini kendilerince yeniden belirleyerek, Kur’an-ı Kerim yanında ona fazlaca yetki verilmemesi görüşünü dile getiriyorlar. Bu kişiler, peygamberliği sadece postacılıktan ibaret bir görev sayıp, Hz. Peygamberimiz A.S.’ın peygamberliğini de bu çerçevede değerlendirerek Kur’an’ı bize ulaştırmasına ilave bir görev tanımıyorlar. Bu düşünce tarzında Hz. Peygamber’in Kur’an dışında söyleyip yaptıklarının çok önemi kalmamaktadır.

Bir de Sünnet kavramını Hz. Peygamber’in davranış, fiil ve sözlerinin çok azı için kullanıp, insanî yönünü ileri çıkararak O’nun birçok söz ve davranışlarını dinî saha ile ilgisiz sayma eğilimi var.

Elbette Hz. Peygamberimiz A.S.’ın her yaptığı ve söylediği din değildir. Mesela: “Ey Peygamber! Hanımlarının rızasını kazanmak için, niçin Allah’ın helal kıldığı şeyleri kendine haram kılıyorsun?” (Tahrim/1) ayetinde, hanımlarının hatırı için de olsa helallerden vazgeçerek inananların onları haram saymasına imkan vermemesi, yani dikkatli olması istenir. Ama bir peygamber olarak O’nun görevinin sadece vahyi insanlara ulaştırmaktan ibaret olduğunu söylemek yanlıştır. Yani sadece indirilen ayetleri insanlara bildirip, aradan çekilen bir peygamber tanımlaması yapılamaz. Böyle bir tanımlamanın hakikatle hiçbir ilgisi olamaz.

Evet, O bir insandı ama özel bir insandı. O bir peygamberdi, rehberdi ve peygamberlerin sonuncusu idi. O’nun büyük büyük dedeleri, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail, “Ey Rabbimiz! O insanlara içlerinden senin ayetlerini onlara okuyacak, onlara kitap ve hikmet öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder...” Bakara/129) diye dua ederek kavimlerinin geleceğini aydınlatmak için bir peygamber istemişlerdi. İşte Cenab-ı Allah, onlara nesiller sonra bu duanın bir cevabı olarak O’nu göndermişti. Ayette de görüldüğü gibi O insanlardan biri idi, ama vazifesi insanlığa örnek olmak idi.

Biz anlam daralması derken, “Sünnet” denince sadece namazın sünnetleri, abdestin sünnetleri gibi dar bir mana anlaşılıyor; bunu kastetmiştik. Fakat Sayın Cebeci siz, anlam daralmasından daha çok Sünnet’in yeni biçimde sorgulanışından yara aldığını dile getirerek dikkatlerimizi daha farklı bir boyuta çektiniz. Sanırım Peygamber’i saf dışı edici, O’nu insanlığa rehber olmaktan uzak tutmaya çalışan, sıradan bir beşer konumuna indirgeyen bu yeni sorgulanış biçiminden Sünnet’in yara aldığını söylediniz. Gerçekten bu konu bir an dikkatlerimizden kaçmıştı. Teşekkür ederiz.

Peki Sayın Cebeci, yaptığınız mütalaalardan sonra Sünnet kavramının mana hudutlarını nasıl çizersiniz? Yani Sünnet’in alanı ne kadar geniştir?

Burada sünnetin alanını ve genişliğini belirtme problemi var. İfrat ve tefrit burada da söz konusudur. Makul bir sınır çizmek gerek.

Kur’an’ın insana yönelik isteklerinin sınırları, daha doğrusu genişliği, Sünnet için de sahayı geniş tutmayı gerektirmiştir. Söz konusu olan şey bir din olunca ve o din insan hayatının her sahasına müdahale edip, emirler ve yasaklar, helaller ve haramlar koyunca, elbette o dini bir örnek olarak tebliğ eden, yaşayan, hayata uygulayan peygamberlerin de hayatın bütün o sahaları hakkında yaptıkları ve söyledikleri önem kazanır. O zaman Sünnetin sahasının buna göre geniş tutulması gerekiyor.

Gerçekten de Sünnet-Kur’an ilişkisine baktığımız zaman, birçok klasik ve güvenilir kaynaklarda, Sünnet’in Kur’an’ı açıklamak, Kur’an’ın herkesçe anlaşılamayan ayetlerini çözmek, Kur’an’da yer almayan bazı konularda hüküm koyuculuk gibi işlevlerini görüyoruz.

Peki, Sayın Cebeci, “Kur’an’daki İslâm” ifadesiyle, İslâm kavramı sizce daraltılmış oluyor mu? Yoksa Kur’an’daki İslâm, bu teorinin sahiplerince mi dar gibi gösterilmekte?

Kur’an’daki İslâm tabiri, kullananların zannettiği anlamdan daha geniştir ve kasten yanlış anlamda kullanılmaktadır. Bu kişilerin kasdı, sadece Kur’an’ı esas alıp, din adına başka hiçbir şeye değer vermemek ise, yine peygambere ve Sahih Sünnet’e başvurmak zorunluluğu vardır. Çünkü Kur’an’ın kendisi, inananları bir örnek, bir açıklayıcı ve belirleyici olarak Hz. Peygamber’e yönlendimekte; O’na Kur’an dışında bilgilerin verildiğini bildirmekte ve Peygamber’e itaati emretmektedir.

Kur’an’ın bu direktiflerini nazar-ı dikkate almadan, bir kişinin Kur’an’daki İslâm’a uyduğunu söylemesi bir demegoji olmaz mı?

Demek ki Kur’an Sünnet’e yönlendirirken, Sünnet de Kur’an’a yönlendiriyor. Allah ile Rasulü’nün arasını açmak imkansız. Buyurun hocam, devam ediniz.

Dolayısıyla Sünnet denince, Kur’an’ın, bir diğer ifadeyle Kur’an’daki İslâm’ın Hz. Peygamber’in hayatı çerçevesinde hayata yansıması anlaşılmalıdır. Bu noktada Kur’an, din, İslâm, Sünnet birbiriyle iç içedir; Kur’an dindir, fıtrattır, ahlâktır. Sünnet de dindir, fıtrattır, ahlâktır. Bu yüzden Kur’an’da Allah’a itaat ile Peygamber’e itaat hep yan yana ve tekrar tekrar zikredilmiştir.

Son cümleleriniz hakikaten, Kur’an ve Sünnet bütünlüğünü veciz bir biçimde vurgulamış oldu. Artık bu izahlardan sonra Sünnet’i kavradığımızı sanıyorum. O halde bu açıklamalardan hareketle bir de Ehl-i Sünnet ne demektir, bunu izah eder misiniz?

Ehl-i Sünnet tabiri, Hz. Peygamber’in sünnetini bağlayıcı kabul eden ve Kur’an’daki İslâm’ın hayata aktarılmış şekli sayan anlayışın genel adıdır. Ehl-i Sünnet içinde normal karşılanabilecek yorum farklılıklarından kaynaklanan nüanslar bulunmaktadır. Bir de kendini Ehl-i Sünnet sayan gerçekte bid’at ve hurafelerle dolu, temelsiz bir anlayışa sahip çeşitli mezhep ve inanışların varlığını göz ardı etmemeli; ayrıca cahilce bir tarzla Sünnîlik adına bir çok yanlışın müdafaa edildiği de unutulmamalıdır.

Sünnet konusunda bugün için önemli olan, doğru ve sağlıklı sünnet (hadis) ile, yalan, uydurma, zayıf sünnet ve İsrailî haberlerin birbirinden ayrıldığını dikkate almalı ve elimize ulaşan sünnet, hadis koleksiyonları üzerinde yapılan samimi, ciddi çalışmalar doğrultusunda insanlara Hz. Peygamber A.S.’ın gerçek sünnetini ve hayatını sunmalı, böylece Kur’an’ın gerçek tefsirini ortaya koymalıdır. Bunu yaparken sun’î gündemlerin ve gayri samimi yönlendirme ve niyetlerin etkisinde kalmadan gerçekten mümine yakışır bir titizlikle hareket etmeli; sadece ve sadece gerçeğin peşinde olmalıdır.

Sayın Cebeci’ye teşekkürlerimizi sunuyor ve sözü, onun “Kur’an’da Hz. Muhammed A.S.” adlı tebliğinden bir mütalaa ile bitirmek istiyoruz.

“Allahu Tealâ buyuruyor ki: ‘Allah’a ve ahiret gününe inanmayan; Allah ve Rasulü’nün haram kıldığını haram saymayanlarla mücadele edin.’ (Tevbe/291) Allahu Tealâ’nın Kur’an’da haram kıldığı şeyler için, ayrıca Peygamber’in de haram kıldığı şeyler demek abes olmaz mı? Bu sözden hiçbir yoruma gerek kalmaksızın anlaşılan, Rasulullah’ın Kur’an’daki haramların dışında haram olduğunu haber verebileceği şeyler olabileceği değil midir? Yine Cenab-ı Allah’ın ganimetlerin paylaşımı vesilesi ile Rasulullah için söylediği şu genel hüküm yeterince açık değil mi: ‘Peygamber size ne verirse onu alın, sizi de neden nehyederse ona son verin.’ (Haşr/17) Bu gibi ifadeler, Peygamber’in yetkisinin bazılarının ifade ettiği gibi sadece nakletmekten ibaret olmadığını; hiç kimsenin ‘Ey Peygamber! Bu söylediğin Kur’an’da yok. Dolayısıyla beni bağlamaz!’ deme hakkının olmadığını göstermektedir.”

Demek ki Kur’an’ı doğru anlayıp doğru yaşayınca Rasulullah’ın Sünneti’ni; Sünnet’i doğru anlayıp doğru yaşadıkça da Kur’an’ı bulacağız. Sayın Cebeci’nin mütalaalarından sonra İslâm, Sünnet ve Ehl-i Sünnet kavramları zihnimizde böylece mana kazanmış oldu. Ehl-i Sünnet’in dışında kalanlar ise ehl-i bid’at şeklinde ifadesini buldu. Bid’at ehli, Sünnet’i bozanlar, yani fıtratı bozanlar topluluğu...

Son söz de Abdulhakim Hüseynî K.S. Hazretleri’nin olsun:

“İşin esası, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadını öğrenip, ona göre imanı düzeltmek ve Ehl-i Sünnet alimlerinin bildirdikleriyle amel etmektir. İmanı Ehl-i Sünnet itikadına göre düzeltmeden tasavvuf yolunda ilerlemek mümkün değildir.”

Kaynak: Semerkand Dergisi