SÜNNET'SİZ DİN DÜŞÜNÜLEBİLİR Mİ?

Yüce dinimizin temeli, hiç şüphesiz, indirilişiyle birlikte ilahî koruma altına alınmış olan Kur’an ve onun gereği gibi hayata intikalinin yegane garantisi olan Sünnet’tir.



İlâhi kelâm olan Kur’an, insanlık alemine Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz vasıtasıyla intikal etmiştir. Üstelik Cenab-ı Hak, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’i, Kur’an’ı insanlara sadece tebliğ etmekle değil, aynı zamanda açıklamakla da görevli kılmıştır.



Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e uymayı, O’na muhalefet etmemeyi, O’nun getirdiklerini alıp, sakındırdıklarından uzak durmayı emreden, Allah’ın rızasını arayanlar için O’nda güzel örnek bulunduğunu haber veren, ancak O’na itaat etmekle gerçek anlamda Rabbimiz’i sevdiğimizi söyleyebileceğimizi ve bağışlanmamızın da buna bağlı olduğunu bildiren ayetler, Sünnet’in dindeki yerini ve fonksiyonunu tayin edici ilâhi beyanlar cümlesindendir.



Buradan hareketle şunu söylemek kaçınılmaz olmaktadır: Eğer Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in açıklaması olmadan Kur’an’ın Cenab-ı Hakk’ın muradına uygun olarak anlaşılması ve yine Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu bir hayatın yaşanması mümkün olsaydı, Efendimiz’e vurgu yapan onlarca ayete gerek olmazdı.



Kur’an’ı –mesela– bir dağın başına indirerek insanlara “falan dağa bir kitap indirildi; gidip onu alın ve içindekilerle amel edin” diye seslenen bir melek göndermek Cenab-ı Hakk’ın kudreti dahilinde olduğu halde ilâhi hikmet böyle tecelli etmemiş, ilâhi kitaplar insanlara her zaman peygamberler (hepsine salât ve selam olsun) vasıtasıyla gönderilmiştir.

Tek başına bu durum bile, dinin gereği gibi yaşanabilmesi için peygambere olan ihtiyacı açıklamaya yeterlidir. Aşağıda anlatacağımız olay dikkatlerimizi tam da bu noktaya çekmektedir:





SÜNNET OLMADAN KUR'AN ANLAŞILMAZ



Bilindiği gibi Hz. Ali r.a. döneminde ortaya çıkmış olan Haricîler, İslâm dünyasını yıllarca meşgul eden ve kendileri gibi düşünmeyen herkesi kâfirlikle suçlayan bir grup idi. Gittikleri yanlış yoldan döndürmek ve İslâm’a verdikleri zararları önlemek için Hz. Ali r.a., gerek bizzat, gerekse arkadaşları vasıtasıyla Haricîler’le pek çok mücadelelere girişmişti. Bu meyanda bir keresinde amcasının oğlu Abdullah b. Abbas r.a.’ı onlarla münazara yapmak üzere görevlendirmişti. Abdullah b. Abbas r.a.’ı yolcu ederken aralarında şöyle bir konuşma geçti:



- Onlarla tartışırken Kur’an ayetlerinden delil getirme.



- Niçin ey Müminlerin Emiri? Kur’an bizim evlerimizde nazil oldu. Onun ayetlerini ben onlardan daha iyi bilirim.



- Doğru söylüyorsun. Ama biz davamızı ispat için bir ayet ileri sürüyoruz, onlar da kendi davalarını ispat için başka bir ayet okuyor. Çünkü Kur’an, bünyesinde pek çok anlam barındıran ve ayetleri birçok manaya çekilebilecek bir yapıya sahiptir. Onun için onlarla tartışırken Sünnet’ten delil getir. Böyle yaparsan kaçıp kurtulacak bir yer bulamazlar. (Nehcu’l-Belâğa; Suyutî, Miftâhu’l-Cenne)



Nitekim rivayetin devamında Abdullah b. Abbas r.a.’ın, tartışırken Sünnet’ten deliller getirmek suretiyle Haricîler’i mağlup ettiği zikrediliyor.



Hz. Ali r.a.’ın bu tespiti bize şunu anlatıyor: Kur’an ayetlerinin hepsi aynı özellikte değildir. Kimi ayetlerin anlamı ilk okuyuşta kolayca anlaşılabilirken, kimileri dış anlamdan farklı bir maksadı ifade eder. Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de mecaz, kinaye, istiare gibi sanatlı anlatımlar bulunduğunu ve hatta Arapça’da –ve hele Kur’an Arapçasında– bu tür anlatımların daha fazla olduğunu düşündüğümüzde, Hz. Ali r.a.’ın tavrındaki hikmeti daha iyi kavrıyoruz.



Şüphesiz bu olay, inanç ağırlıklı bir sapmanın önüne geçmek için Sünnet’e duyulan ihtiyacı yansıtmakla sınırlıdır. Oysa Sünnet’in önem ve fonksiyonunun bu alanla sınırlı olmadığı açıktır. Sünnet, hayatın bütün alanlarını kuşatan, hatta Kur’an’ın hiçbir şekilde değinmediği hususlara dahi uzanarak müslümanca yaşamanın canlı örneğini teşkil eden bir ihata kabiliyetine sahiptir.



Kur’an’ın anlaşılması ve hayata aktarılması konusunda gerek eski ulemanın kaleme aldığı, gerekse günümüzde yazılan kitaplar yeterli ve doyurucu olduğu için biz burada meseleyi bütün boyutlarıyla ele alarak bu yazının çerçevesini aşmak istemiyoruz. Ancak şu kadarını söyleyelim ki, Kur’an’ın, Sünnet olmadan da anlaşılabileceğini söyleyenler, bu tavırlarıyla, farkında olarak veya olmayarak ortaya, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in tebliğ edip yaşadığı İslâm’dan şu veya bu biçimde/ölçüde farklı bir din çıkabileceğini iddia etmiş olmaktadır.



Oysa Efendimiz s.a.v., “Sizden (hiç) biriniz, hevasını (görüşünü, arzusunu, isteğini) benim getirdiklerime tabi kılmadıkça iman etmiş olamaz” (Hatib Bağdâdî, Tarihu Bağdâd; Bağavî, Şerhu’s-Sünne) buyurmak suretiyle iman iddiasının, kişisel arzu, istek ve görüş değil, Sünnet-i Seniyye’ye ittiba ile geçerli olabileceğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.



Aynı şekilde Kur’an’ı kendi şahsi görüşü doğrultusunda yorumlamaya kalkanların, sonuçta doğru yorum yapmış olsalar bile, izledikleri metot dolayısıyla hata etmiş olacaklarını şu hadis ifade etmektedir: “Kim Kur’an hakkında şahsi görüşü ile konuşursa, isabet etmiş olsa bile hata etmiştir.” (Beyhakî, el-Medhal)





RESUL-İ EKREM S.A.V İSLAM'DIR



Muhammed Esed’e ait olan bu söz, bizce gerçeği temelinden kavraması dolayısıyla son derece önemlidir. Zira Kur’an’ın, çoğu zaman ibadetlerin bile detaylarını vermediği gerçeği göz önüne alındığında, bir müslümana ibadet ve inançla ilgili hususlardan başlayarak dünya görüşünde, aile ve iş hayatında, toplumsal ilişkilerinde, davranışlarında, hatta giyim-kuşamında, yeme-içmesinde, temizliğinde... özgün bir kimlik kazandıran değerlerden Sünnet olmaksızın söz etmemiz imkansızdır.



Bir keresinde Sahabe’den İmran b. Husayn r.a.’ın hadis rivayet ettiği mecliste bulunanlardan (muhtemelen Mu’tezile mezhebine mensup) birisi “Bize Kur’an’ı anlat (hadis nakletmeyi bırak)” demişti. İmran b. Husayn r.a.’ın cevabı şu oldu:



“Sen ve arkadaşların Kur’an okuyorsunuz. Bana söyler misin, namaz ve namazla ilgili rükünler nelerdir? Keza altın, deve, sığır ve sair malların zekâtı ne kadar verilecektir? Namazın dört rekât olduğunu, Kâbe’nin yedi kere tavaf edileceğini, Safa ile Merve arasında sa’y yapılacağını sadece Kur’an’a dayanarak söyleyebilir misiniz?”



Bu açıklama karşısında adam, “Bana hayat verdin. Allah da sana hayat versin” diye mukabele etti (Hakim, el-Müstedrek; Hatib Bağdâdî, el-Kifâye). Bu olayı nakleden Hasan-ı Basrî k.s. Hazretleri diyor ki: “O zat ölmeden önce (Sünnet’in önemini kavrayarak) iyi bir İslâm fakihi oldu.”



Elbette Sünnet sadece bu rivayette örnek olarak zikredilen ve dinin temeli olan hususların yerine getirilmesi için vaz geçilmez değildir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi hayatın bütün alanları Sünnet’in ilgi ve kapsamındadır. Doğumdan, hatta çocuğun ana rahmine düşmesi sürecinden başlayıp, ölümle biten dünya serüveninin hiçbir aşaması yoktur ki, Sünnet’in taallukunun dışında kalmış olsun.





HAYAT SÜNNET'LE İBADETE DÖNÜŞÜR



Burada belirtmemiz gereken bir diğer önemli husus da şudur: Sünnet-i Seniyye’nin belirleyiciliğinde yaşanan bir hayatta, adet ibadete dönüşerek sevap konusu haline gelir. Bir başka deyişle Müslüman, sırf Sünnet’te tavsiye edildiği için herhangi bir davranışı benimser ve yaparsa, karşılığında sevap kazanır.



Çok basit bir örnek olarak şunu zikredelim: Yemeği sol elimizle yersek dinden çıkmayız; ama sağ elimizle yersek bir sünneti yerine getirmiş, dolayısıyla sevap almış oluruz. Tekrarlı yaptığımız işlerde 3, 5, 7 gibi tekli rakamlara riayet etmek, yatağa sağ tarafımız üzerine yatmak, tuvalete, banyoya sol ayakla girip sağ ayakla çıkmak, camiye, eve, işyerine sağ ayakla girip sol ayakla çıkmak gibi bireysel alanla sınırlı işlerden, toplumsal, hukuki, ekonomik, ticari konulara kadar aklımıza gelecek her faaliyet sahasıyla ilgili olarak Sünnet’in eşsiz rehberliği ve diriltici soluğu, bizlere iyiyi, doğruyu ve güzeli işaret ettiği kadar, sevap hanemizin dolmasını da sağlamaktadır.



Sünnet’in bu fonksiyonu, herhangi bir konunun dinî-dünyevî şeklinde bir ayrıma tabi tutulmasını da engellemiştir. İslâm alimleri, Müslüman’ın davranış ve fiillerini sevap-günah, helal-haram, mendup-mekruh gibi kategorilere ayırırken Kur’an kadar Sünnet’in de yönlendirmelerini temel almış, böylece İslâm, din-dünya ayrımı sebebiyle Hıristiyanlığın başına gelen tahriften korunmuştur.



“Her maruf (İslâm’ın benimseyip teşvik ettiği güzel şey) sadakadır. Kardeşini güler yüzle karşılaman, kendi kovandan kardeşinin kabına su vermen de birer maruftur” (Tirmizî). “İman yetmiş küsur bölümdür. En üstünü lâ ilâhe illallâh sözüdür. En aşağısı ise gelip-geçenlere eziyet veren şeyleri yoldan temizlemektir. Haya da imandan bir bölümdür” (Müslim, Ebû Davud, Nesaî, İbn Mâce) gibi hadisler, müslümanın bütün davranışlarının dinî bir veçhesi olduğunu vurgulamaktadır.



Bu hadisten hareketle, alimlerimiz tarafından “Şuabu’l-İman” adıyla kitaplar yazılmış ve imanın yetmiş küsur şubesine (bölümüne) delalet eden rivayetler bir araya toplanmıştır. Meşhur Buharî şarihi Bedruddîn el-Aynî de, bu hadisi esas alarak imanın 77 şubesini teşkil eden hususları tespit etmeye çalışmıştır (Umdetu’l-Kârî). Ona göre bu 77 bölümü teşkil eden hususlar özetle şöyledir:



Birinci kısım iman ve tasdik ile ilgili olup 30 maddedir. İkinci kısım dil ile ilgili ameller olup 7 maddedir. Üçüncü kısım bedenî amellerle ilgili olup 40 maddedir ve bu 40 maddeye kişinin kendisi ile ilgili hususlar yanında, toplumsal hayata ilişkin hususlar da girer.

Burada sadece başlıklarıyla zikrettiğimiz bu 77 bölümün, imanın şubeleri olarak insan hayatının bütün yönlerini kuşatan her türlü tutum ve davranışı içine aldığı dikkat çekmektedir. Böyle bir iman anlayışında din-dünya ayrımı yapmanın mümkün olmadığı açık biçimde ortaya çıkmaktadır.



Bütün bu hakikatleri göz önüne aldığımızda, son dönemde Sünnet’in dinimize kaynaklığı ve müslümanın hayatındaki belirleyiciliği üzerine yoğunlaşan tartışmaların maksadını anlamak kolaylaşacaktır.



Kaynak: Semerkand Dergisi


Ebubekir SİFİL