(MİSYON)ER KİŞİ NİYETİNE!

“HEPİMİZ insan olmaktan kaynaklanan özel bir potansiyele sahibiz ve ortak hedefler söz konusu olduğunda bu potansiyele müracaat ederek yollarımız, hedefe ulaşma zamanımız farklı da olsa bir şekilde amacımıza ulaşırız” der, bir psikoloji teoretisyeni. Bu aslında, “her insan dünyayı ve insanlığı kurtarmaya ya da batırmaya kuvvetli bir adaydır” öngörüsünün fikir altyapısını oluşturan bir düşüncedir. Bu anlamda ilgilendiğimiz, yetiştirmeye çalıştığımız her çocuk özel bir yaklaşım gerektirir zira o; dünyayı kurtarmaya ya da batırmaya kuvvetli bir namzettir. Ailenin ve eğitim sisteminin bu süreç içindeki rolü çocuğun yönelimleri açısından çok önemlidir. Bir ebeveyn nasıl ki hayırlı evlâdın amelinden oluşan hasılata ortak oluyor ise hayırsız olandan da nasibini alıyordur.

ABD'li sosyal bilimci Alvin Toffler 1970 yılında yazdığı Future Shock (Gelecek Şoku) adlı kitabında yeni milenyumun dünyasını oldukça başarılı bir şekilde tasvir etmeyi başarmıştı. On yıllık bir aradan sonra 1980 yılında, The Third Wave (Üçüncü Dalga) isimli kitabında yazar; tarım ve sanayi dalgalarından sonra üçüncü dalga olarak bilgi toplumunun geleceğini, bilgiye sahip toplumların diğer toplumlara karşı ciddi bir rekabet üstünlüğü elde edeceğini detaylı bir şekilde ortaya koymuştu. Hatta o ifade etmese de bilginin yöneten ve yönetilen arasındaki farkı oluşturacağını dikkatli okuyucular satır aralarından çıkartabilirler. Bu değişim üretim biçiminden aile yapısına, eğitim sisteminden bilinçaltımızdaki imajlara, diplomasiden savaşlara kadar hemen her alanda bütün toplumları derinden etkileyecek bir süreçtir. Bana göre şekilsel olarak bakıldığında toplumların geçirdiği evreler olarak ilginç bulunabilecek bir sınıflandırma olmakla birlikte; ilk emri “OKU” olan bir dinin, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ya da “İlim Çin’de de olsa alınız” şeklinde ifadelere sahip bir nebinin ve “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum diyen bir tâbînin devamı ve bağlısı olduğunu bildiren bir toplumun, saydığım bu kutlu rehberlerle aralarındaki düşünce, inanç ve davranış bağları bütünüyle kopmuş olmalı ki ancak bu durumda bilginin önemini Toffler onlara hatırlatmış olsun...!

Uluslararası rekabetin de bir zorlaması ve sonucu olarak ülkemizde son yıllarda hemen tüm işletmelerde, özel kurum ve kuruluşlarda hatta devlet dairelerinde bile iki kavram fazlasıyla konuşulur olmaya başladı: “MİSYON-VİZYON.”

Kısa bir tanım yapacak olursak, misyon varoluş amacınız, vizyon ise nereye varmak istiyorsunuz sorusunun cevabı olarak o organizasyonu oluşturan entelektüel sermayenin vereceği cevaplardır. Daha doğrusu o organizasyonun entelektüel sermayesinin vereceği cevaplar demek uygulamanın doğru olan şekline bir vurgu olarak ifade edilmiştir. Yoksa sözüm ona bir takım organizasyonların yaptığı gibi bir-iki kişinin bazen düşünüp çoğu zaman da başka organizasyonların misyon ve vizyonlarından beğendikleri kısımları alıntılayıp kendi çalışanlarına metazori kabul ettirmeye çalıştıkları görüntü vizyon–misyon! uygulamaları bahsimiz dışındadır. Bu organizasyon ne için var? diye sorulsa, elbette “Falan işi ya da hizmeti gerçekleştirmek” için diye bir cevap gelecektir. Ancak bu cevap özgün değildir. O işi ya da hizmeti neden sizden almalılar? Sizin iş ya da hizmet görme tarzınız benzerlerinizden nasıl farklı? Farklı mı? Bu işleri yaparak nereye varmak istiyorsunuz? Hedefiniz neresi? Bu işleri ya da hizmetleri görürken kendi kendinizi bağlayan kurallarınız var mı? Yani değerleriniz nelerdir? Sonuca giden her yol meşru mudur? Organizasyon kültürünüz nedir? (Burada işler nasıl yürüyor?). Bütün bu soruları kendisini oluşturan insanların ortak aklıyla cevaplandıran ciddî organizasyonlar aralarına gelecek yeni katılımcıların (çalışanların) bu sorulara yönelik kendi dünyalarında bir hassasiyetleri olup olmadığını insan kaynakları departmanları marifetiyle anlamaya çalışırlar. Yine bu işe alımlar esnasında en önemli kriterlerden biri, işe müracaat eden adayın kişisel hedeflerinin kurumsal hedeflere uygunluğudur. Kurumsal ve kişisel hedefler uygun olursa kişi daha özveri ile çalışır, çünkü; bir taraftan kurumsal hedeflere ulaşmaya çalışırken eş zamanlı olarak kişisel hedeflerini de yerine getirmektedir. Kendi hedeflerine ulaştıkça mutluluğu, iş tatmini, becerileri, bilgisi doğal olarak motivasyonu da artacaktır. Bütün bu değişkenler noktasında kendilerine uyum sağlayacağına inandıkları adayları işe kabul edip oryantasyon (yönlendirme) eğitimine alıp performansından tatmin olduklarıyla da sözleşme imzalayan kurumlar, işe alımlarla ilgili yanlışlıklara düşme, zaman, emek ve para kaybetme risklerini de asgariye indirmiş olurlar.

Şimdi yukarıdaki üç paragrafın ana fikirlerini biraraya getirip bir sentez yapalım. Her insan, insan olmaktan kaynaklanan özel bir potansiyele sahiptir ve terazinin pozitif tarafında melekleri bile imrendirecek bir makama çıkabilir, aksi tarafında ise şeytanları bile utandıracak, bu kadarı da pes doğrusu dedirtecek bir çukura inebilir. İnsanın davranışlarının sonuçlarıyla ilgilenmesi kendisine bahşedilen aklı ve vicdanı sayesinde olur. Akılsız insanlar yaptıklarından maddî dünyada da, manevî âlemde de sorumlu değildirler zira bunlar mükellef değildirler. Aklı ve vicdanı geliştirecek besin bilgidir. Bu yüzden “Ve Âdem’e esmayı (isimleri) öğretti” âyet-i kerîmesinin bir alt izahı onu yaptıklarının sonuçlarıyla başbaşa bırakmak için onu bilgilendirdi, bilinçlendirdi olabilir. İnsan önce okumalıdır. Okumak sadece gazete, dergi, kitap okumak değildir. Önce kendinden başlayarak, kendini tanıyarak sonra mikrodan makroya tüm kâinatı tanıma, bilme serüveninin tümüdür okumak. Anadilinizde yazılı bir kitabı okursunuz, belki anlar belki anlamazsınız çünkü teknik ifadeler olabilir, bilimsel olabilir ya da önbilgi gerektirebilir. Ancak, Kiril Alfabesi, okumanızı imkânsız kılar eğer alfabeyi bilmiyorsanız. Ya eşya? Yani şeyler. Bunları da okumak, anlamak gerektir. Onlardaki ilâhî kanunları, hikmetleri, Esma-i İlahi’nin yansımalarını okumak oldukça derin bir tefekkür sonucu elde edilebilecek bir meziyet ya da yetenektir. Bu anlamda okumayı, eşyanın hem zâhiri hem de bâtını ile ilişkilendirmek doğru bir yaklaşım olacaktır. Bütün bu çabanızı anlamlı kılacak, ona değer giydirecek olan ise yaptıklarınızı, okuduklarınızı, anladıklarınızı ne için yapacaksınız sorusuna vereceğiniz cevap olacaktır, yani Misyonunuz. Misyon, çıplak gözle bakıldığında birbirinin motamod aynısı gibi görünen davranışların maddî ve manevî kazanımlarını iki ters kutuba gönderebilir. Bu anlamda önemli olan davranış değil, davranışın arkasındaki motivasyondur, niyettir, kasıttır. Amaçlanan, elde edilmeye çalışılandır davranışa anlam yükleyen. Aslında kısaca “ameller niyetlere göredir.”

İşte son zamanların moda konusu, ülkemizdeki misyonerlik faaliyetleri gündeme geldikçe reaktif bir tavırla tepkiler gösteriliyor. Bunun doğruluğu ya da yanlışlığını tartışacak değilim. Ancak ben kendi adıma, adamlar misyonlarını belirlemişler ve bu misyona göre de yaşamlarını dizayn edip buralara kadar gelmişler deyip kendi kendime soruyorum. Pekâlâ senin misyonun nedir? Sen neyi gerçekleştirmeye çalışıyorsun yaşamında? Neyin peşinde sayılı ömür sermayeni harcıyorsun? Yeni günü bir öncekinden farklı kılacak bir çaban ve niyetin var mı? Yoksa boşa geçirmekte olduğun bir hayatın nefreti mi misyonerlere karşı hislerin? Sana misyon sahibi olman gereğini hatırlattıkları için mi adlarını bile duymaktan rahatsız oluyorsun? Sorular, sorular, sorular... İşte soğuk bir mart günü, bir ikindi vakti, bu düşünceler ve ruh hâliyle kafamdaki gelgitlerin her gelişi MİS, her gidişi YON olarak beynimin duvarlarına MİS-YON, MİS-YON, MİSYON, MİSYON diye çarptığı bir hengâmda, önünden geçtiğim bir caminin avlusunda yakınlarına son görevlerini yerine getirmek için toplanan bir cemaatin önündeki rehberin, “ER KİŞİ NİYETİNE,” “ALLAH-Ü EKBER” diye gürleyen sesi bir anda kafamdaki ritmi bozup yerine “MisyonER kişi niyetine” cümlesini yerleştiriverdi.

Yavuz Yıldırım