EBUBEKİR SİFİL İLE SÖYLEŞİ

Ebubekir Sifil Bey, İslami Camia’da nazarını “Ehl-i Sünnet” ölçülerinden ayırmadan dik durabilen bir yazarımız. Hak bahis olunca ve deliller ortaya konunca fikrinden dönme faziletini gösteren insanlardan..

Bize sıkça gelen sorulardan bir derleme hazırlayarak röportaj teklifimizi iletince kırmadılar, kendilerine teşekkür borçluyuz..Sorulara dokunmadık, Sorular ziyaretçilerimizin ifadesi ile soruldu, bu da bizim için bir ilk oldu.

Ebubekir beyin bazı fikirlerinden rahatsız olanlara da tavsiyemiz, hakikatleri şahıslarla tanımaya kalkmayınız ve adaletli düşünmeyi öğreniniz. Bâkisi hayal ve hüsran..

Soru: Miraç’ta Allah Resulünün(SAV) Hz.Musa ile konuşması ve namazları elli vakitten beş vakte indirmesi hadisesinin aslı var mıdır?

Hz. Peygamber (s.a.v)'in Miraç'ta birçok peygamberle (hepsine selam olsun) ve bu arada Hz. Musa (a.s) ile konuşması ve onun önerisi doğrultusunda namazların 50 vakitten 5 vakte kadar indirilmesi için Rabbü'l-alemin'e (c.c) niyazda bulunması rivayeti sahihtir. Başta el-Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadis imamı Miraç rivayeti meyanında bu hadiseyi de aktarmıştır.



Soru: Bilindiği üzere, kandil gecelerinde fazla ibadet yapmaktayız. Bu gecelerde fazladan ibadet yapmamızı gerektiren bir işaret, hadis veya ayet var mıdır? Eğer böyle bir işaret yoksa bu günleri özelleştirmek bidat olur mu?

Üç ayların ve kandil gecelerinin faziletleri hakkında birçok hadis varit olmuştur. Dolayısıyla bu ayları ve geceleri ihya etmek, daha doğrusu bu zaman dilimlerinde "ihya olmak" mü'minler için son derece önemlidir.

Bu aylarda ve gecelerde Efendimiz (s.a.v) tarafından belirlenmiş, bu zaman dilimlerine mahsus ibadetler yoktur. Bazı kitaplarda bu konuda nakledilmiş olan rivayetlerin hadis imamları tarafından sahih bulunmadığına dikkat edilmelidir. Ancak bu durum, bu zaman dilimlerinde herhangi bir şekilde ibadet yapmanın bid'at olduğu anlamına gelmez. Namaz kılmak, Kur'an okumak, iyilikte, ihsanda, tasaddukta bulunmak bu zaman dilimlerinde yapılabilecek ibadetler cümlesindendir. Burada dikkat edilecek husus şudur: Bütün bu ibadetleri yaparken bunların Hz. Peygamber (s.a.v)'den sahih yollarla nakledilmiş, sabit olmuş hususlar olduğu düşünülmemelidir. Allame el-Leknevî'nin de İkâmetu'l-Hücce alâ enne'l-İksâr fi'Ta'abbüd Leyse bi Bid'a isimli eserinde tahkik ettiği gibi, "çok ibadet yapmak" bid'at değildir. Tam aksine belli zaman dilimlerini fırsat bilerek ibadeti çoğaltmak, merğub ve mendub bir davranıştır.

Soru: Dinimize göre Tevrat ve İncil’in tahrif edildiği kesin midir? “Zikri biz indiriyoruz, Onu koruyacak olan da biziz” ayeti bu kitapları da kapsamıyor mu? Onların tahrifine nasıl izin verilmiş? Tirmizi de "bu kitaplarda ilim vardır, fakat Yahudiler ve Hıristiyanlar onlardan faydalanamıyor" ifadesi nasıl anlaşılmalı?Tahrif iddiası Allah’ın kendi indirdiği kitaplarda bir ayırım’a gittiği anlamına gelmez mi?

Bu soruya verilecek cevabı maddeler halinde şöyle tadad edebiliriz:

A. Dinimizde Tevrat ve İncil'in tahrif edildiği konusunda bir ifade bulunmadığını düşünmek doğru değildir. Kur'an ve Sünnet'te Tevrat ve İncil'in tahrif edildiğine dair pek çok nass bulunması (mesela bkz. 2/el-Bakara, 75, 79, 211; 3/Âl-i İmrân, 78; 4/en-Nisâ, 46; 5/el-Mâide, 13, 41…) bir yana, bu iki kitabın tahrif edilmediği düşüncesinin doğru kabul edilmesi, Kur'an'ın ya "gereksizliği"ni ya "bağlayıcılığının sınırlılığını" intaç eder. Yani eğer Tevrat ve İncil orijinal halleriyle mevcut iken Kur'an gönderilmişse, bunun makul izahı ancak Kur'an'ın sadece Araplar'a gönderildiği, Yahudi ve Hristiyanlar'ın Kur'an'a ve Efendimiz (s.a.v)'e iman etme yükümlülüğünün bulunmadığı düşüncesiyle yapılabilir. Oysa Kur'an kendisinin ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in "bütün insanlığa" gönderildiğini açık bir şekilde beyan etmekte (34/es-Sebe', 28; 2/el-Bakara, 185…) ve pek çok ayetinde Ehl-i Kitab'ı Kur'an'a ve Efendimiz (s.a.v)'e iman etmeye çağırmaktadır.

Belki bunlardan önce, "Tevrat tahrif edilmediyse, İncil niçin gönderildi?" sorusuna cevap vermek gerekir. Hz. İsa (a.s) da bir İsrailoğulları peygamberi olduğu halde onları İncil'e iman etmeye niçin çağırmış olabilir?..

Öte yandan İncil'in, Tevrat'taki bazı hükümleri nesh ettiği bizzat Kur'an tarafından bildirildiğine göre (3/Âl-i İmrân, 50), Tevrat'ın o mensuh hükümleriyle amel etmek İncil inzal buyurulduktan sonra mümkün olmamak gerekir.

Aynı durum Kur'an için de söz konusudur. Yani Kur'an, daha önceki kitaplarla getirilmiş bazı yasakları nesh etmiştir (mesela bkz. 7/el-A'râf, 1157). Dolayısıyla Kur'an inzal buyurulduktan sonra artık o kitaplardaki hükümlerle amel edilmesi söz konusu olamaz.

Hz. İsa (a.s)'ın, kendisinden sonra gelecek, adı Ahmed olan bir peygamberi, yani Efendimiz (s.a.v)'i müjdelediği Kur'an'da zikredildiği halde mevcut İnciller'de bu noktaya rastlamıyor oluşumuz, İnciller'in kendi aralarındaki farklılık ve çelişkileri, keza mevcut Tevrat metinlerinin Hz. Musa (a.s)'a nazil olan metnin (birinci sürgün sırasında, yani M.Ö. 7-5. yüzyıllar arası) kayboluşundan yüzyıllar sonra oluşturulduğu gerçeği, Yahudi Tevratı ile Samirî Tevratı arasındaki 6 bin fark… gibi hususlar Tevrat ve İncil üzerinde inkâr edilemeyecek bir tahrif faaliyetinin gerçekleştirildiğinin en açık tarihsel belgeleridir. Bütün bu hususlar ilmî çalışmalarla, müstakil araştırmalarla belgelenmiştir. Şaban Kuzgun'un Dört İncil Farklılıkları Çelişkileri isimli çalışması ile Baki Adam'ın Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat adlı kitabı sadece birer örnektir… Esasen bu kitaplara insan eli ve sözü karıştığını fark edebilmek için yüzeysel bir bakış ile okunmaları dahi yeterli olacaktır.

Tevrat ve İncil üzerindeki tahrif faaliyetinin, metinde eksiltme-artırma, kelimelerin ve cümlelerin yerlerini değiştirme, yorum yoluyla maksadın çarpıtılması… gibi yöntemlerle yapıldığı vakıası ayrı bir başlık altında müstakil olarak ele alınması gereken bir husustur ki, burada buna sadece işaret etmekle yetinmek durumundayız…

B. et-Tirmizî'nin Sünen'inde yer aldığı söylenen "Bu kitaplarda ilim vardır; fakat Yahudiler ve Hristiyanlar onlardan faydalanmıyor" rivayetine gelince, bildiğim kadarıyla mezkûr kaynakta bu anlama gelebilecek bir rivayet vardır ve muhtevası kısaca şöyledir:

Bir keresinde Efendimiz (s.a.v) ilmin insanlardan alınacağını haber vermiş, yanında bulunan bir sahabî, Kur'an aramızda iken bunun nasıl olacağını sorduğunda, "Tevrat ve İncil Yahudi ve Hristiyanlar'ın yanında olduğu halde onlara ne fayda sağlıyor?" buyurmuştur (et-Tirmizî, "İlim", 5). Bu rivayet birbirine yakın lafızlarla İbn Mâce ("Fiten", 26), Ahmed b. Hanbel (IV, 160, 218; VI, 26), ed-Dârimî ("Mukaddime", 29), el-Hâkim (I, 180; III, 281) ve daha başkaları tarafından da aktarılmıştır.

Efendimiz (s.a.v)'in buradaki kastı –Allahu a'lem– şudur: Tevrat ve İncil'in tamamı tahrif edilmiş değildir. "Tevrat" ve "İncil" adıyla bugün elde bulunan kitaplarda vahiy mahsulü yerler de vardır. (Biz de zaten bu iki kitabın tamamının tahrif edildiğini söylemiyoruz.) Böyleyken Yahudiler ve Hristiyanlar mezkûr kitapların tahrif edilmemiş bu kısımlarından bile istifade etmiyor.

C. "Muhakkak ki Zikr'i biz indirdik ve onun koruyucuları da elbette biziz" (15/el-Hicr, 9) ayetinde geçen "Zikr"in Tevrat ve İncil'i kapsamadığının en önemli delillerinden birisi "vakıa"dır. "Tevrat" ve "İncil" adıyla bugün elimizde bulunan kitapların kimler tarafından hangi şartlarda kaleme alındığı tarihsel olarak sabit olduğu gibi, muhtevaları da ortadadır.

Allah'ın peygamberlerinden birine içki içerek kızlarıyla zina ettiği (!!) iftirasını atan, Hz., Yakub (a.s)'ı Allah Teala ile güreştirip galip getiren ve Hz. Musa (a.s)'a indirildiği halde O'nun ölümünden sonrasını da anlatan bir kitabın tahriften korunduğunu söyleyebilmek için ya taassupla kaskatı kesilmiş bir önyargının ya da cehaletin esiri olmak gerekir!

Aynı durum İnciller için de fazlasıyla geçerlidir. "İncil" dendiği zaman niçin bugün Kilise'nin "kanonik" olarak kabul ettiği 4 İncil'i anlıyoruz? 325 İznik Konsili'ne gelene kadar ortada yüzlerce İncil metni vardı. Bunların küçük de olsa bir kısmı bugün neşredilmiş durumdadır. Niçin diğer İnciller değil de 4 İncil?

Kaldı ki bu 4 İncil arasında da "korunan" bir kitapta bulunmaması gereken çelişki ve ihtilaflar vardır. En azından "sinoptik" denen 3 İncil ile Yuhanna İncili arasındaki farklılığı bizzat Hristiyanlar bile itiraf edip dururken bizler bunu ne adına görmezden geleceğiz? İncillerde Hz. İsa (a.s)'dan "Rabb" olarak bahsedilmesi, "korunmuş" kitap telakkisiyle ne kadar bağdaştırılabilir?

Dolayısıyla yukarıda da söylediğim gibi, bu kitapların tahrif edilmediğini söyleyebilmek için kapağını kaldırıp içine bakmamış olmak gerekir. Kur'an'ın ise bu türlü tahriflerden mutlak surette korunmuş olarak, 1400 küsür yıldır bir tek harfinde bile değişiklik olmadan bugüne kadar geldiği, yine "vakıa"nın şahitlik ettiği bir diğer gerçektir. Aksini iddia eden varsa buyursun.

Dolayısıyla mezkûr ayetin Kur'an'ın korunmuşluğunu anlattığını söylemek kesinlikle gerçeğin ifadesidir.

D. Bu durum, Allah Teala'nın kendi kitapları arasında bir ayrım yaptığını niye anlatsın ki? Eğer murad-ı ilahi, daha önceki kitapların tahriften korunması doğrultusunda tecelli etmiş olsaydı, bu elbette gerçekleşirdi. Ancak ilahî irade, Kur'an'ın en son Kitap ve İslam'ın en son Din olmasını istemiştir ve vakıa da bu doğrultuda cereyan etmiştir. Bu durumu "ayrım" kelimesiyle ifade etmek ne kadar isabetlidir?

Kaldı ki "Eğer ayette geçen "Zikr" kelimesini diğer kitaplara da teşmil etmek doğruysa, bunu niçin Hz. Adem (a.s)'a indirilen "suhuf"tan başlatmayalım? Sorusu son derece anlamlıdır. Eğer Hz. Adem'e ve diğer peygamberlere (hepsine selam olsun) indirilen "sayfalar"ın bugün elde mevcut olmadığı realitesini inkâr edecek kadar akıl fukarası değilsek, yukarıdaki mantığa göre şunu itiraf etmek zorundayız demektir: Allah Teala, bu "suhuf"un korunmasını murad etmemekle, onlarla diğer kitaplar arasında ayrım yapmıştır!!



Bu, "Hz. Muhammed (s.a.v)'in "son peygamber" olmasını dilediği için Allah Teala O'nunla diğer peygamberleri arasında ayrım yapmıştır" demeye benzer. Bu ne kadar saçma ise, öteki de o kadar anlamsızdır.



Allah Teala'nın bizden, peygamberleri ve melekleri arasında ayrım yapmamamızı istemesi ile bu durumun ne ilgisi bulunduğunu doğrusu anlayamadım. Önceki kitapların, yollarını şaşırarak Hak'tan sapmış insanlar tarafından tahrif edilmiş olması, özellikle itikadî sahada içerdikleri mesajların orijinal halinin birbirini teyit etmesine niye engel teşkil etsin ki? Allah Teala indirdiği bütün kitaplarda peygamberleri vasıtasıyla insanlığa aynı inanç ilkelerini iletmiştir. Zaman içinde bunların dejenere edilmiş, çarpıtılmış ve unutulmuş olması mesajların özüyle alakalı değildir. Mesele bundan ibarettir!



Soru; Kur’an’da Hz. İbrahim ile Nemrut arasında geçen bir hadiseden bahsediliyor. Tarih kitapları ise Nemrut’un Hz. İbrahim’den 400 sene evvel yaşadığını söylüyorlar. Bu mesele nasıl izah edilebilir?



Kur'an'da ilahlık taslayarak Hz. İbrahim (a.s) ile çekişen ve O'nu ateşe atmak suretiyle ortadan kaldırmak isteyen kimsenin "Nemrut" olduğuna dair en küçük bir tasrihat yoktur. Dolayısıyla acemice ve aceleyle kurgulanmış bu sorunun muhatabı Kur'an değildir.



Bu kişinin Nemrut olduğu, Tabiun kuşağından gelen rivayetlerde yer alan bir husustur. Bildiğim kadarıyla bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v)'den gelen bir şey olmadığı gibi, Sahabe'den gelen bir şey de yoktur.



Öte yandan söz konusu kişinin Nemrut olmadığı ve Nemrut'un Hz. İbrahim (a.s)'dan 400 yıl sonra yaşadığı iddiası, en fazla bir "tez" kıymeti taşıyabilir. Zira o döneme ilişkin yazılı tarihin bu tarz bir "nokta tesbiti" yapması çok da inandırıcı değildir. Sözgelimi gerek Yahudi, gerekse Roma kaynakları, Dinler Tarihi'nin önemli kırılma noktalarından ve Kur'an'da adı en sık zikredilen peygamberlerden (hem de "ulu'l-azm" peygamberlerden) birisi olan Hz. İsa (a.s)'ın hayat hikâyesi, hatta yaşayıp yaşamadığı konusunda dahi suskundur. Bu sebeple kimi araştırmacılar "İsa" adlı tarihsel bir şahsiyetin hiçbir zaman var olmadığını, bunun Pavlus Hristiyanlığı'nın bir kurgulamasından ibaret bulunduğunu söylerler.



Şu hususa dikkat edilmelidir: Hz. İsa ile Hz. Musa arasında 800 ila 1200 yıllık bir zaman dilimi bulunduğu sanılmaktadır. Hz. Musa ile Hz. İbrahim (hepsine selam olsun) arasında ise en az 6 kuşak vardır. Hz. İbrahim'den en az 1000 yıl (ki bu rakam değişik itibarlara göre 1500'e de çıkabilir) sonra yaşadığı kesin olan Hz. İsa hakkında bu derece güvenilmez bir durumda bulunan yazılı tarih kaynaklarının, ondan daha eski zaman dilimleri hakkında verdiği malumat elbette daha fazla kuşku ve ihtiyat ile karşılanmak durumundadır.



Soru; Efendimizin(ASM) anne babasının azapta olduğuna dair rivayetler nasıl anlaşılmalıdır?



Bu, ulemanın üzerinde hayli ihtilaf ettiği bir meseledir. Abdülhayy el-Leknevî'nin 7 adet olduğunu söylediği ("Zaferu'l-Emânî", 424), ancak benim 6'sından haberdar olduğum risalelerinde es-Süyûtî, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ebeveyninin cennetlik olduğunu izah sadedinde gerçekten büyük bir çaba sarf etmiştir. Bu görüşte o yalnız değildir. es-Süyûtî'nin "er-Resâilu't-Tis'"i içinde basılmış bulunan mezkûr 6 risalenin (bunlardan sadece birisi "el-Hâvî" içinde (II, 353 vd.) yer almıştır) incelenmesiyle de anlaşılacağı gibi, kendisinden önce ve sonra yaşamış pek çok alim aynı kanaattedir. Çağdaşı el-Kastallânî de bu meselede es-Süyûtî'nin çizgisindedir. (Bkz. "el-Mevâhibu'l-Ledünniyye", I, 171-83.)



Ebeveyn-i Resul (s.a.v)'in kurtuluşa erenler zümresinden olduğunu söyleyenler çeşitli noktalardan hareket etmişlerdir. Kimi, Hz. Peygamber (s.a.v)'in duası üzerine ebeveyninin geçici bir süre için diriltilip kendisine iman ettikten sonra tekrar öldüğünü anlatan rivayetlere –ki bunların uydurma olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi, zayıf olduğunu söyleyen Hadis alimleri de vardır–, kimi de fetret ehlinden olmaları hasebiyle Hz. Peygamber (s.a.v)'in davetinden haberdar olamadıkları, dolayısıyla ahirette sorumlu tutulmayacakları görüşünden hareketle bu neticeye varmıştır.



Ebeveyn-i Resul (s.a.v)'in, davetten haberdar olamadıkları için tafsilî iman üzere olmasalar bile "muvahhit" olduklarını gösteren rivayetlerin mevcudiyeti de burada anılmalıdır. (Konuyla ilgili rivayetler yukarıda işaret ettiğim eserlerde zikredildiği için burada onların ayrıntısına girmeyeceğim.)



"el-Fıkhu'l-Ekber"inin bazı nüshalarında İmam Ebû Hanîfe'nin bu konuda "Onlar küfür üzere ölmüştür" (mâtâ ale'l-küfr) dediği kayıtlıdır. Ali el-Karî şerhinde de (310) bu şekilde yer almıştır. Ancak el-Kevserî merhum, bu eserin çoğunluğu teşkil eden yazma nüshalarında bu ifadenin "Onlar küfür üzere ölmemiştir" (mâ mâtâ ale'l-küfr) veya "Onlar fıtrat üzere ölmüştür" (mâtâ ale'l-fıtra) tarzında olduğunu belirtmekte ve şöyle demektedir: "Allah'a hamd olsun, ben bu "mâ mâtâ ale'l-küfr" ifadesini "el-Fıkhu'l-Ekber"in Dâru'l-Kütübi'l-Mısriyye'deki iki eski yazma nüshasında bizzat gördüm..."



Muhtemeldir ki "el-Fıkhu'l-Ekber"i istinsah eden bazı müstensihler, "mâ mâtâ..." ifadesinde peş peşe gelen "mâ" harflerinden birini fazla zannederek iskat etmiş, böylece anlam tam tersi istikamette bozulmuştur. Yahut "mâtâ ale'l-fıtra" cümlesindeki "fıtra" kelimesi, kûfî hatta kullanılan harf karakterlerinin yapısı sebebiyle "küfr" kelimesini andırdığı için "küfr" kelimesine çevrilmiş olabilir...



Hz. Peygamber (s.a.v)'in anne-babasının cehennemlik olduğunu ifade eden rivayetler içinde en sağlamı, Müslim tarafından rivayet edilmiştir. Orada da sadece "babasının" ateşte olduğu zikredilmektedir.



Bu rivayete –ve benzer doğrultudaki diğerlerine– çeşitli açılardan cevaplar verilmiştir. Burada ayrıntısına giremeyeceğim bu cevaplar için de yukarıda adını verdiğim eserlere bakılmalıdır.



Ali el-Karî bu meselede müstakil bir risale kaleme alarak ebeveyn-i Resul (s.a.v)'in cehennemlik olduğunu savunmuş, kendisine yine bir başka Hanefî alim tarafından reddiye yazılmıştır. Yukarıda da işaret ettiğim gibi bu mesele ulema arasında hayli tartışmalara sebep olmuştur.



Son söz olarak Abdülhayy el-Leknevî merhumun, "Bu meselede en sağlam yol, tevakkuf etmek ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in ruhunu incitecek tavırlardan kesinlikle sakınmaktır" şeklindeki tavsiyesini hatırlatmak yerinde olacaktır. es-Sehâvî de el-Ecvibetu'l-Mardıyye'sinde bu mesele hakkındaki bir soruya verdiği 15 sayfalık detaylı cevabın sonunda (III, 969 vd.) aynı noktaya parmak basar.



Zira Hz. Peygamber (s.a.v)'in ebeveyninin ateşte olduğunu ifade eden rivayetler neticede birer "haber-i vahid"dir ve ancak "zan" ifade ederler. Dolayısıyla zannî bir delilden hareket ederek Hz. Peygamber (s.a.v)'i incitecek tutum ve sözlerden uzak durmak gerekir.



Soru: İmam-ı Gazali’nin ifadesine göre hesap gününde 1000 kişiden 999’u cehenneme gider diyor. Bu Allahu Teala’nın rahmetiyle çelişen bir ifade değil midir?



İmam el-Gazzâlî'nin böyle bir ifadesinin mevcut olup olmadığını, mevcutsa nerede geçtiğini bilmiyorum. Bu sebeple bu hususta bir yorum yapmanın doğru olmayacağını düşünüyorum.



Soru: Burçların insan üzerinde etkisi var mıdır?



Burçların insan üzerinde herhangi bir etkisinin bulunduğuna inanmanın doğru olmadığı kanaatindeyim. Bu hususta ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Semerkand Dergisi'nin Mart 2006 sayısında kaleme aldığım yazıya bakabilirler. (bkz.http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=dergi&no=90)



Soru: Bir insanın ölen kişiye “meded” diye yalvarması şirk değil midir?



Ölüden medet isteme meselesi genellikle "tevessül", istiğase" gibi başlıklar altında ele alınır. Üzerinde hayli söz söylenmiş olan bu meselede detaya girmeden şu kadarını söyleyebiliriz:



Ölüp gitmiş bir kimsenin, kendi irade ve kudretiyle dirilere cevap vereceğini ve dirilerin isteğini, kendisinde bulunan tasarruf gücüyle mutlak olarak yerine getireceğini düşünmek son derece yanlıştır. Ölünün, bizatihi kendisiyle kaim, kendisinden kaynaklanan bir kudrete sahip olduğunu ve bu kudretle dilediği işi yapabileceğini düşünmek İslam inancıyla bağdaşmaz. Bu cümleden olarak, sık sık örnek verildiği gibi, "Ya Şeyh Abdülkadir Geylânî! Benim şu hacetimi gider" diye nida etmek, eğer böyle bir düşüncenin ürünü ise, son derece tehlikelidir.



Ancak ölüye böyle bir kudreti Allah Teala'nın bahşetmesi durumu hakkında ne demeliyiz? Doğrusu, ölülerin de dirilerin de tasarrufta bulunmasını sağlayan Allah Teala'dır. Ölüler kendiliklerinden herhangi bir tasarrufta bulunamaz da diriler bulunabilir mi? Şüphesiz hayır! Şu halde hastalandığında doktora gidip "beni iyileştir" diyen bir kimse, eğer kendisini iyileştirme kudretinin doktorda veya "ilaç içtim, beni iyileştirdi" diyen kimse, kendisini iyileştirme kudretinin doktorda veya ilaçta "kendiliğinden" bulunduğunu düşünüyorsa şirk tehlikesi onun için de söz konusudur.



Bununla birlikte günlük konuşmalarımızda "doktora gittim; beni iyileştirdi" yahut "ilaç içtim; hastalığımı geçirdi" tarzı ifadeleri "mecaz" anlamda kullanmakta bir beis görmediğimiz de bir gerçektir. Öyleyse şifanın gerçek kaynağı ve "iyileştirme" fiilinin gerçek faili olan Allah Teala'yı unutmadan bu türlü ifadeleri mecaz olarak kullanmakta bir sakınca olmamak gerekir.



Bu demektir ki, Şeyh Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin bizzat kendisinde, kendisiyle kaim olarak bulunan ve kendisinden kaynaklanan bir kudret bulunduğu düşüncesine kaymadan, onun Allah Teala indindeki mevki ve makamı hatırına Allah Teala'dan bir şey istemekte bir sakınca olmamalıdır. Zira salih ve muttaki insanların Allah Teala indindeki mevkii, ruhunun bedeninden ayrılmasıyla sona ermez; o kimse ölmekle salih, muttaki, veli sıfatlarını kaybetmez. Dolayısıyla onun bu makam ve mevkii hatırına Allah Teala'dan dua ve niyazda bulunmakta bir sakınca yoktur.



Soru: Şehidler öldüklerini bilirler mi?



Şehitler öldüklerini elbette bilirler. Zira bu dünyadan ayrılmakla, başka bir aleme intikal etmekle ölüm hadisesi fiilen gerçekleşir ve onlar da bunu yaşamışlardır. Bahsi geçen hadiste anlatılan ise –bildiğim kadarıyla– şudur: Allah Teala şehitlere bir arzularının olup olmadığını sorar; onlar da tekrar dünyaya gönderilmek ve savaşıp tekrar şehit olmak, şehitliği tekrar tatmak istediklerini söylerler. Buradan, şehitlerin bu dünyaya tekrar gönderilip burada savaştıkları sonucunu çıkarmak doğru değildir.



Soru: Sahabiler arasında üstünlük sıralaması hangi ölçüye dayanmaktadır?



Sahabîler arasındaki üstünlük sıralaması, bizzat Efendimiz (s.a.v)'den sahih senedlerle nakledilmiş hadislere dayanır. Hadis kitaplarının "Fedâil" bölümlerinde bu rivayetlere muttali olmak mümkündür. Bu rivayetlerin kimisinde sarih ve doğrudan ifadeler, kimisinde ise dolaylı ifadeler kullanılmıştır. Bahsi geçen üstünlük sıralaması, bu rivayetlerden istinbat edilmiştir.



Soru: Peygamberimiz(s.a.v.) Hz.Aişe ile evlendiğinde Hz.Aişe söylenildiği gibi 9 yaşında mıydı?



Doğrudur. Bu hususta daha önce sorulmuş bir soruya verdiğim cevap aşağıdadır:



A. (…) Herşeyden önce farklı bir kültür hakkında konuştuğumuzu bilmek durumundayız. Kültürden kültüre ve toplumdan topluma değişkenlik gösteren son derece şaşırtıcı hususlar vardır. Aileye ve insana bakış da bu değişkenler arasındadır. Asr-ı saadette, şimdi bize "sabi" gibi gelen nice genç insan savaşlarda Efendimiz (s.a.v)'in müsaadesi ile savaşmış, gazi veya şehid olmuştur! Hatta Milli Mücadele'de de bunun örneklerini görürüz. Geçenlerde televizyonlara da yansıdı. Bir okuldaki talebelerin tamamı Milli Mücadele'ye iştirak ettiği için okul öğrencisiz kalmış. Şimdi o okula "Gazi" ünvanı verilmesi için çalışıyorlar!!



Dolayısıyla 1400 sene öncesinin Arap toplumu hakkında konuşurken bugün "modernleşmiş" (yani değer erozyonuna uğrayarak Batılı gibi düşünmeye/algılamaya başlamış) bir toplumun bireyleri olduğumuzu akıldan çıkarmamalı. Dünya bizim yaşadığımız coğrafya ve tarihten ibaret değil.



B. Bilindiği gibi sıcak ülkelerde kız çocuklarının büluğa erme ve gelişme yaşı soğuk memleketlere göre daha erkendir. Bugün bile Afrika ülkelerinde kız çocukları bize göre "erken/küçük" sayılabilecek yaşlarda gelişimini tamamlamakta ve evlenmektedir. Bu, yaşı ifade eden rakamdan ziyade gelişme durumuyla ilgili bir olaydır. Muhatabınız et-Tehânevî (Tanvî)'nin "Keşşâfu Istılâhâti'l-Funûn"una bakacak kadar Arapça bilen birisiyse gerçekten, orada İmam Muhammed'in, "Dokuz yaşındaki kız iri yapılı ise müştehat sayılır" dediğini de görmüş olması gerekir ki, bu ayrıntı son derece önemlidir. Demek ki önemli olan yaş değil, bedensel gelişim durumudur. Fıkıh kitaplarında müştehat ile ilgili olarak zikredilen rakamlar tamamen yöresel özellikler dikkate alınarak verilmiştir.



Öte yandan eğer Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde ve o toplumda böyle bir evlilik "anormal" olsaydı, Efendimiz (s.a.v)'in düşmanlarının bu durumu mutlaka "malzeme" olarak kullanmış olmaları gerekirdi. Ancak böyle bir şey göremiyoruz. Şayet araştırılırsa, o dönemde ve benzeri iklim özelliklerine sahip coğrafyalarda Efendimiz (s.a.v) ile Hz. Aişe (r.anha) validemizin evliliğine benzer birçok evlilik vakasıyla karşılaşılacağını söylemek yanlış olmaz.



Söz gelimi kaynaklar, (Hayber Yahudilerinden iken, Hayber'in fethi akabinde Müslüman olup Efendimiz (s.a.v) ile evlenerek "mü'minlerin annesi" ünvanını alan) Hz. Safiyye (r.anha)'nin, Efendimiz (s.a.v) ile evlendiğinde 17 yaşında olduğunu kaydeder. İlginç olan şudur ki, o, Efendimiz (s.a.v) ile evlenmeden (yani İslam'a girmeden) önce ikinci evliliğini yapmıştı. Demek ki o dönemde ve o coğrafyada kız çocuklarının bugün bize hayli "erken" gibi gelen çağlarda evlenmesinde garipsenecek bir durum yoktu.

Vallahu a'lem
Ebubekir Sifil