İsa'nın Çileli Oniki Saati

Hıristiyanların, ölümüyle en büyük mucizesini gösterdiğine inandıkları bir Peygamber’in son on iki saati; ihanetin, sadakatin, inancın ve itaatin sınandığı bir sahneye dönüşüyor.

Usta oyuncu ve yönetmen Mel Gibson’un, gündeme geldiği günden bu yana farklı boyutlarda tartışılan filmi Tutku/İsa’nın Çilesi, Türkiye’de de Avrupa ile aynı anda gösterime girdi. James Caviezel’in İsa rolünü canlandırdığı filmde Monica Bellucci (Magdalene), Claudia Gerini (Claudia Procles), Maia Morgenstern (Meryem) ve Sergio Rubini (Dismas) başlıca rolleri paylaşıyorlar. Önce kilisenin onayından geçen ardından Yahudi cemaatinin tepkisiyle karşılaşan ve antisemitist olduğu noktasında kaygıyla karşılanan film, Hz. İsa’nın Son Akşam Yemeği’nden sonraki on iki saatini Hıristiyan inancına göre beyaz perdeye yansıtıyor. Dört İncil’den esinlenerek hazırlanan senaryonun, şimdiye kadarki İsa filmlerinden farklı bir yerde durduğu söylenemez. Özellikle Cesur Yürek filminden sonra, sinemanın amacına ilişkin derin düşünceler geliştiren Gibson’un yönetmenliğini yaptığı üçüncü filminde (İlk filmi The Man Without a Face’in ardından yönetmenliğini yaptığı, başrolünü oynadığı ikinci film Braveheart on dalda Oscar’a aday gösterildi ve beş dalda Oscar aldı.) Hz. İsa’nın hayatını çekiyor olması, sonraki denemelerine ilişkin ciddi bir ipucu veriyor. Gibson, hayatını toplumun günahları uğruna feda eden bir peygamberin ümmetine Tutku ile seslenirken, sinema izleyicisine ve özellikle Hıristiyan dini mensuplarına İsa’nın çilesinden hareketle bir katarsis yaşatmak düşüncesinde olabilir. Bu düşüncesini de, filmini diğer İsa filmlerinden farklı olarak, görsel bir anlatımla bezeyerek başarıyor. Tutku’nun en gözde özelliği, yakın plan çekimleri olsa gerek. Seyirciyi içine alan ve “çile”nin öznesi konumuna getiren hatta yer yer işkence sahnelerinde fenalık krizlerine uğratan film, Hıristiyan kaynaklarına sadakati bir yana, açık ve seçik cinaî ipuçlarıyla da adres vermekten kaçınmıyor. İsa’nın çarmıha gerilmesi ve Golgota tepesinde çarmıh çivilerinden oluşan Yahudi üçgeni, bu adresin açık bir göstergesi olmalı.

Çileye ‘tutku’lu oluş

Ön yargının hınçla bilendiği, sözün vahşet ateşlerini körüklediği, korkunun öfkeye dönüştüğü ve her “hakikat”i talan ettiği vakidir. Göklerdeki bir krallıktan bahsederken, yeryüzündeki iktidar ‘erk’inden zulüm gören; her sözü sonradan ateşten bir gömlek olarak üzerinde prova edilen; en yakınından ihanet gören; son yolculuğuna hayatını kurtardığı bir fahişe (Magdalene) ve günahsız bir anne (Meryem) tarafından uğurlanan; yerleşik düzenin kokuşmuşluğuna yeni bir nefes sunarken, “garantili pozisyon bağımlıları”nın hışmına uğrayan Hz. İsa’nın tutkusu, inancıdır. Şeytan’ın baştan çıkarmak için her türlü imkanı kullandığı, insanların öfke dalgalarını kabarttıkça kabarttığı bir anda, “işkencecisi”ne bile dua etmek, kuşkusuz İsevî bir felsefenin gereğidir. Tutku, Cibran’ın tabiriyle “İnsanoğlu İsa”nın çilesi aynı zamanda. Yahudilerin öfkesi ve Romalı askerlerin işkencesi “İnsan İsa”nın bedeninde şekillenirken; çarmıha çivilenmiş bir bedenden “Peygamber İsa” doğuyor. Ve ölümüyle en büyük mucizesini gösteren bir Peygamber’in son on iki saati, ihanetin, sadakatin, inancın ve itaatin sınandığı bir ana sahne oluyor.

Hakikat nedir?

İktidar, para, saltanat, şan, şöhret… İnsan dünyevî aylayla sarmalanmış, sanal bir mutluluğun esiri iken, “söz”ün etkisinde bir saralı gibi ırgalanır. Bu sarsıntı, soğuk vurmuş bir ağacın yapraklarını dökmesi gibi, yalınlaştırır ruhunu. Bu yalınlık, bir yok oluşun da işaretçisidir. Bu yokluktan bir varlık ışığı göremeyenler için, “söz”ün sahibini yok etmek tek çare görünür. “İnsan, kendisini seveni sevmemeli sadece. Kendisinden nefret edeni de sevmeli. Sadece kendimizi seveni seversek, bu doğaldır. Peki bu sevginin ödülü nerede?” Söz, budur. Hakikat, yani gerçeklik, bu sözün ışığında şekillenir. Her türlü ayartmanın ayırdında, son ana kadar bu sözün sahibi olmak ise, “çile”nin davetçisidir. Tutku, “yalan dolan kenti”nde “hakikat”in sahibi olmanın, nasıl bir “kurban etme” ritüeline dönüştüğünü kare kare anlatıyor. Öyle ki, azılı bir katil olan Barrabas’ı bağrına basmayı yeğleyen bir toplumun gerçekliği ile İsa’nın “hakikat”i arasındaki fark, çatışmanın büyüklüğünü de ölçülebilecek bir değer haline getiriyor. Ritüelin sonu, aslında öfkesine yenik, çıkarlarının esiri, beklediği halde gerçeği bulmaktan aciz bir toplumun sonunun da habercisi adeta. Bu ayıkla(n)madan geriye “hakikat” kalıyor.

İkonlar ve gerçek!..

Tutku’nun çarmıh sahnesinde giderek bir ikona dönüşen “yüz”, ikon kavramına klasik bakışı kuvvetlendiriyor. Baudrillard’ın, “İkonlar göstergesi oldukları gerçekliğin ya da hakikatin bir süre sonra yerini alırlar” tezi düzleminde bakacak olursak Tutku, bu “yerini alış”ın doğallığını kuvvetlendiriyor ve “gerçeklik”ini sahih kılıyor. Son Akşam Yemeği’nden çarmıha gerilişine kadarki zaman diliminde, aranan, haksız bir şekilde itham edilen, adil olmayan bir biçimde yargılanan, insanüstü bir işkenceye maruz bırakılan bir peygambere kendi toplumunun verdiği eza ve cefanın somut ifadesinin “ikon”la özdeş kılınmasının amacı bu olsa gerek. Tutku’nun da nihayetinde bir simülasyona dönüşüp gerçekliğin yerini almaya aday olduğunu düşünürsek, film içinde “gösterge”nin gerçekliğini arama düşü, kuşkusuz farklı bir anlam kazanıyor. Bir başka söylemle, ikonların ait oldukları gerçeklik, Tutku’nun da öyküsünü oluşturuyor bir bakıma. İnsanî bir yüzden göstereni imleyen bir maska dönüşüm süreci, bugünden okunduğunda gösterge ile gerçeklik arasındaki köprüleri yeniden kurma amacından kaynaklanıyor.

İşkence sahneleri, anne Meryem ve oğul İsa

Tutku, Hz. İsa’nın sevgi mesajını terazinin bir kefesine koyarken, gönderildiği toplumun kendisine reva gördüğü ezayı ise diğer kefeye maharetle yerleştiriyor. Bu tartım, Tutku’nun film olarak başarısını getirecek bir dengeyi oluşturuyor. Filmin kare kare işlenen ve en çok akılda kalacak bölümü, Romalı askerlerin işkence sahneleri olsa gerek. Gibson, yakın plan çekimleriyle bir yandan bu “kurban etme” ritüelini, seyirciyi rahatsız edecek kadar görsel bir törene dönüştürürken, diğer yandan bir peygamber ve aynı zamanda insan olan Hz. İsa’nın her şeye rağmen “sevgi” rotasından vazgeçmemesini anlatıyor. Filmde sanırım herkesi etkileyen bir sahne daha var ki, Jerusalem sokaklarında sırtına yüklendiği çarmıhla bir yandan kırbaçlanıp ilerlerken, dar bir sokakta Meryem’in bir anne içgüdüsüyle oğluna koştuğu andır. Üst üste binen iki karede, anne şefkatinin değişmezliği vardır.

Aynı yerde üç çarmıh

Golgotha tepesinde üç kişi çarmıha gerilir: Bir günahkâr, bir hain, bir de peygamber. Her köşe başında şeytan, tereddüt boşluklarından şüphe üfürmekte fakat Hz. İsa, “söz”ün sahibi olmanın vakarıyla, ümidini diri tutmaktadır. Öyle bir an gelir ki, günahkar “Madem peygambersin, göster mucizeni de hem kendini hem de beni kurtar” diye seslenir. Bunun ardından, Golgotha tepesinde bir ses yankılanır: “Eloi Eloi!.. Lama Sabaktani” Bu uzun ve çileli bekleyişin ardından gelen mini bir serzenişin ifadesidir. Toparlanmak, “an” kadar kısadır aslında. Ve “Ma Veddeake Rabbüke Ve Ma Kale” lafzı ezel ve ebed kadar uzun.

Aslında Tutku etrafında kopan fırtınanın sebebi, filmin Hıristiyan ve Yahudiler arasında yeni bir husumete neden olup olmayacağıydı. Hani bir fıkra vardır. Bir Hıristiyan ile Yahudi karşılaşır. Hıristiyan, Yahudi’ye bir tokat aşk eder. Yahudi neye uğradığını şaşırır ve niye vurdun diye sorar. Hıristiyan der ki, “Siz bizim peygamberimizi öldürdünüz.” Yahudi “Ama o kaç asır önceydi” der. Hıristiyanın cevabı şöyle olur: “Olsun. Ben yeni duydum.” Gibson’un etkili işkence sahneleriyle bezediği filmi Tutku’nun duyurduğu hakikat, umalım ki Hz. İsa’nın “Sağ yanağına vurana sol yanağını çevir” düşüncesini pekiştirsin. Ve buradaki sevgi “evrensel” bir haleyle tüm dünyayı kucaklayacak bir barış şemsiyesine dönüşsün. Başka türlü bir yorum, “tutku”nun ya da çekilen onca insanüstü “çile”nin mesajını içermekten uzak görünüyor.

Tutku üzerine yapılan yorumların teolojik ya da evrensel barış gibi konjonktürel temalardan esinlenmesi gayet doğal. Ancak film olarak baktığımızda, istenen etki doğrultusunda görselliğin etkileyici kullanımını görüyoruz. Maia Morgenstern, Meryem rolünde oldukça duru bir oyunculuk sergiliyor. James Caviezel, her gün yedi saatlik bir makyajla rolüne devam ederken, sette başına gelenler de canlandırdığı karakterin yazgısından uzak değil. Aktöre yapılan makyajlar yüzünden sırtı su toplamış. Ağırlığı 70 kilo gelen bir çarmıhı çekimlerde taşımak zorunda kalmış. İtalya’da yapılan çekimleri soğuk hava şartları ağırlaştırınca, konuşabilmesi için dudaklarına sıcak su pansumanı yapılmış. Ve ciğerleri enfeksiyon kapan, omuzu çıkan aktörün çekimler sırasında bir de üzerine yıldırım düşmüş. Hasılı, filmin başarısı için gerekli bütün unsurlar titizlikle hazırlanmış. Filmde kullanılan kostümler, ışık ve renkler doğala yakın bir peyzaj sunuyor.

Bir de Arnold Schwarzenegger’li bilim kurgu filmlerinden ödünç alınmış hissi uyandıran final sahnesi olmasaydı…

Hüseyin Sorgun
Aksiyon