Hz. İsa Laik miydi?
İSLÂM İLE HIRİSTİYANLIK arasında, çağlar boyu çok ciddi gerilimler yaşandığı bir vâkıadır. Bu durumun anlaşılması hiç de zor olmayan birçok sebebi mevcuttur. Bu sebeplerin en önemlisini ise, herhalde, Hıristiyanların İslâm’ı kendileri için yeni ve çok ciddi bir meydan okuma olarak algılaması oluşturur.
Oysa, İslâm’ın Hıristiyanlara yönelik hitabı, elbette bir tâdil, ama şefkat ve insaf yüklü bir tâdil barındırır. Kur’ân, Hıristiyanları ‘ehl-i kitab’ olarak tanımlar ve sair gayrimüslimlerden ayırır. Tüm gayrimüslimler arasında, Müslümanlara karşı kalbi en açık olanları Hıristiyanlar arasında bulacağımızı söyler. Hıristiyanlarla aramızdaki ‘ortak kelime’den söz eder ve onları bu ‘ortak kelime’ye çağırmamızı ister. Bu ortak kelime, saf tevhid hakikatidir: “Allah’tan gayrı, bazımız bazımızı rab edinmesin. Sizin de ilahınız, bizim de ilahımız birdir. Ve biz O’na teslim olmuşuz.” Kur’ân, ayrıca, mabedlerinde geceleri namaz kılan ve Allah’ı anan inanmışlardan da söz eder.
Diğer taraftan, Hz. İsa’nın çok mucizelere mazhar bir resul olarak, havarilerinin Rablerine hakkıyla râm olan insanlar olarak, Hz. Meryem’in bir iffet ve ubudiyet timsali olarak Kur’ân’da ne denli sena edildiği açıkça ortadadır. Öyle ki, Hz. İsa’ya (a.s.) bir resul olarak inanmak, İslâm’a göre, imanın ayrılmaz bir parçasıdır. Hz. Yahya ve Zekeriya (a.s.) için de durum budur. Sair Benî İsrail peygamberleri de, Hz. İsa gibi, bir ‘İslâm peygamberi’dir.
Gerçi Hıristiyanlar, yine Kur’ân’ın beyanıyla, determinist bir zihniyetin tezahürü olarak, Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişini anlayamayıp onu ‘Tanrı’nın oğlu’ olarak görme; tevhidden teslise düşme; hakikat yolunda Allah’ın helâl kıldıklarını da kendilerine haram ederek ruhbanlık gibi bir usul edinme; Hz. İsa’ya gelen vahyi saf haliyle muhafaza edememe gibi hallere duçar olmuşlardır. Ama bu din, böylesi tahriflere rağmen, yine de Hz. İsa’dan miras kalan birçok hakikatı barındırmaktadır. Allah’ın varlığı, nübüvvet, ilahî emir ve yasaklar, ubudiyet, Allah sevgisi, Allah’ı tanıma, adalet, merhamet.. gibi bir dizi hakikat, gerçek İsevîlik gibi, muharref Hıristiyanlıkta dahi mündemiçtir.
Bu bakımdan, Kur’ân, Hıristiyanlara “Dininizi tamamen bırakın” demez. Bir Kur’ân talebesinin belirttiği üzere, Kur’ân’ın Hıristiyanlara—ve de Yahudilere—yaklaşımı, şu şekilde özetlenebilir: “Ey ehl-i kitab! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor.” Nitekim, Kur’ân meselâ Hz. İsa’yı bir resul olarak birçok sûrede sena etmekte; ama ona duydukları sevgide ifrata düşüp onu tanrılaştıranları tevhide davet etmektedir. Keza, ruhbanlığı yorumlarken, bu yolun belki bir kulluk endişesiyle seçildiğini; ama deyim yerindeyse ‘yürümediği’ni, zira Allah’ın helâl kıldığını kendine haram kılma gibi fıtrata ters düşen bir ‘tefrit’i barındırdığını belirtmektedir. Ki, insan fıtratını dinlese, ruhbanlığa mecbur kalmadan, pekâlâ Rabbini tanıyıp yalnız O’na kul olabilir.
Kur’ân’ın Hıristiyanlığa yönelik yaklaşımı ‘meydan okuyucu’ olmaktan ziyade böylesine ‘tadil edici ve tamamlayıcı’ bir mahiyet arzeder. Hıristiyanlara yaklaşımı da, şefkat ve terbiye yüklüdür.
Buna mukabil, Hıristiyanlar açısından İslâm, onlara göre son ve gerçek din olan Hıristiyanlığa karşı bir sapkınlığı temsil eder. Kur’ân Hıristiyanlarca bir ilahî vahy olarak kabul edilmediği gibi; ilahî kelâmın elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) çağlar boyu ‘anti-Christ,’ yani ‘Deccal’ olarak görülmüştür. Bir ‘sevgi dini’ olduğu ısrarla belirtilen Hıristiyanlığın azizleri içinde, en yoğun sevgi örneklerini sergilemiş olan Assisi’li Aziz Francis’in Haçlı Seferlerindeki Müslüman kıyımı esnasında sergilediği çelişkili tavır, bu ‘sapkınlık’ saplantısının en dramatik örneklerinden birini oluşturur. Çağlar boyu, Hıristiyan dünya, ‘son din’ olan Hıristiyanlığa meydan okuyan bir ‘sapkınlık’ olarak gördüğü İslâm’ı boğmak için elinden geleni esirgememiştir.
Durum bu olunca, iki dinin mensupları arasında bir çatışmanın varlığı herhalde beklenen bir durumdur. Bir kez daha belirtelim, daha Resul-i Ekrem (a.s.m.) zamanında, Müslümanlar, meselâ ateşperest Sâsânîler karşısında kitab ehli Bizans’ın galibiyetini arzulama gibi incelikli tavırlar göstermiş; Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) Bizans’a gönderdiği Dıhye (r.a.), “İsa Mesih’in namaz kıldığını biliyor musun?” sorusu ve “Evet” cevabıyla başlayan bir diyalog içinde, onu ‘Mesih’in kendisine namaz kıldığı Zâta, yerin ve göklerin, annesinin karnında Mesih’in yaratılışını düzenleyene çağırıyorum. Musa’nın ve ondan sonra da Meryem oğlu İsa’nın müjdelediği ümmî nebîye çağırıyorum” diyerek, ‘ortak kelime’ye davetin en sıcak ve en beliğ örneklerinden birini sergilemiştir. Ne var ki, İslâm davetinin tebliğine izin vermeyen beldeler, ‘dârü’l-harb’ olarak maddî cihadı gerektiren beldeler olacak; bu arada Hıristiyanların hâkimiyetindeki Asya, Afrika ve Avrupa topraklarında da sıcak savaşlar yaşanacaktır. Öte yandan, Hıristiyan dünya da, ona göre ‘sapkınlar’ın eline düşen beldeleri kurtarmak üzere kılıca sarılacak; ikiyüz yıl süren Haçlı seferleri, Endülüs’te yaşanan Reconquista, ve Batı sömürgeciliğinin ilk adresinin İslâm toprakları oluşu.. bu çerçevede dikkate değer olaylar olarak tarih sahnesine yazılacaktır.
Hıristiyanlar ile böyle bir ‘mazisi’ olan Müslümanların, Hz. İsa’ya, Hz. Meryem’e, havarilere, Yâsîn’de meseli zikredilen ‘şehrin öte yakasından koşup gelen adam’a, ashâb-ı Kehf’e, Hz. Zekeriya ve Yahya’ya ve sair Benî İsrail peygamberlerine bakışlarının rotasını ise, Kur’ân netlikle çizer. Onların her biri, ‘müslim’dirler ve tüm insanlık için iman ve ubudiyet timsalidirler. Hz. Musa’ya gelen de, Hz. İsa’ya gelen de haktır. Dolayısıyla, gerçek Musevîler de, gerçek İsevîler de müslimdirler. Ne var ki, Hz. Musa’ya gelen vahiy, sonraki dönemlerde nefis-eksenli bir tahrife uğratılmış; bu arada hem bir ‘kavim dini’ne dönüşmüş, hem de ilahî şeriat cemâl ve sevgiden mahrum bir kanunlar manzumesine dönüştürülmüştür. İlk elde Yahudiler içinde nübüvvet görevini yüklenen Hz. İsa’nın, bu ‘içi boşaltılmış şeriat’ı asıl sâfiyetine çevirmek üzere, bu ‘sevgi’ ve ‘cemâl’ boyutunu takviye ediyor olduğu görülür. Hiçbir ilahî hüküm, ruhsuz beşerî kanunlara benzemez; madem ki Allah Celîl-i Zülcemâl’dir, celâl içinde bir cemâl barındırır. Dolayısıyla, ilahî hükümlerin içerdiği cemâl ve sevgiden, ve elbette marifet ve muhabbet-i ilahî boyutundan mahrum bırakıldığı bir ortamın peygamberi olarak, Hz. İsa (a.s.) ‘sevgi’ üzerinde duracaktır. Bu, gerçek İsevîliğin ‘şeriatsız’lığına delâlet etmez; zira, Hz. İsa’nın nübüvveti hengâmında Hz. Musa’ya gelen şeriat—bazı tahrifatla birlikte—yine hükümfermaydı, nitekim Hz. İsa da bu şeriatla hükmetti. Ama, ‘içi boşaltılmış,’ ‘sevgiden arındırılmış,’ ‘ruhsuz ve rahmetsiz kanun hükümleri’ne döndürülmüş bu şeriatın içini doldurarak, sevgi boyutunu iade ederek, ruhunu ona yeniden tevdi ederek.
Ne ki, Hz. İsa’nın bu taliminin zamanla bir ‘tefrit’e konu edildiği gözlenecektir. Nasıl Pontius Pilatus’un ellerindeki Yahudilik bir peygamberin katledilmesi teşebbüsüne dahi imkân vermişse, Aziz Pavlus’un elindeki Hıristiyanlık da dünyevî Roma imparatorluğuyla uzlaşan ‘ruhanî bir iktidar’a imkân vermektedir artık. Kur’ân’ın öğrettiğine göre, Hz. İsa’ya gelen vahiy haktır, ona iman etmek her mü’minin boynuna borçtur; ama saf İsevîlik, zamanla ‘cismanî’yi Roma’ya, ‘ruhanî’yi Kilise’ye tevdi eden bir ‘ruhbanlık’a inkılab edecektir. İncil’i ‘İnciller’e dönüştüren ‘tahrifat’ın özü, birçok araştırmacıya göre, bu noktada düğümlenir. Yahudilerin zamanla düştüğü ‘cemâlsiz bir celâl’ ifratına karşı, bu kez de ‘celâlsiz bir cemâl’ tefritine düşülmüş; ‘ruhsuz şeriat’ aşırılığının yerini, ‘şeriatsız ruh’ aşırılığı almıştır. Öte yandan, ‘çocuk’ sonucunu ‘ana ve baba’ sebebine vererek Hz. Meryem gibi bir iffet timsalini iffetsizlikle suçlayan Yahudiler de; Hz. İsa’ya ‘baba’ olarak Allah’ı takdir buyuran Hıristiyanlar da aslında aynı yanılgının, ‘esbâb şirki’nin kurbanıdırlar.
Kur’ân, bu yanılgıları aşma davetinde bulunur ve ehl-i kitabı ‘bazımızın bazımızı rab edinmediği’ bir ‘ortak kelime’ye çağırırken, gerek Hz. Musa’nın, gerek Hz. İsa’nın, gerek tüm Benî İsrail peygamberlerinin bir ‘peygamber’ olarak hakkını kesinlikle teslim eder. Bu arada ‘ehl-i kitab’ olarak Hıristiyanları, herşeye rağmen, dinsiz ve putperest gayrimüslimlerden ayırır. ‘Bir arada yaşama’ ve evlilikten yeme-içmeye, alım-satıma kadar uzanan birçok konuda Hıristiyanlar için sair gayrimüslimlerden farklı ve daha müsaadekâr hükümlerin nazil oluşu bunun bariz bir örneğidir.
Bir müslüman, Hıristiyan akidesine bakışını, beklendiği üzere, Kur’ân ve hadis ekseninde belirler. Hz. İsa’ya vahyolunan saf İncil’e iman etmekle yükümlüdür; mevcut İncil’lere ise Kur’ân ve hadisin adesesiyle bakar. Meselâ, şanlı bir nebî olarak İsa aleyhisselâma iman etme ve sevgi ve hürmet duyma yükümlülüğü duyar; ama onu ‘Tanrı’nın oğlu’ olduğuna iman etmeme yükümlülüğü de vardır. Hıristiyan akidesine, kendi inanç temelleri itibarıyla yaklaşmaya elbette hakkı da vardır.
Fakat, bu hengâmda, kaş yapayım derken göz çıkarma olayları da vâki olmaktadır. Kur’ân’ın Hıristiyanlık karşısındaki duruşunu hakkıyla anlamamış; ama bir ‘Haçlı’ birikimi hâfızasının baş köşesinde yer tutmuş birçok kişi, bu noktada istikamet çizgisini aşan ve muhtemelen birçok Hıristiyanın kalbinin İslâm’a açılmasına da mani olan bir ‘gayriislâmî’ tutum sergileyebilmektedir.
Düşülen ilk hata, İncil’lerin tahrife uğramış olmasını, İncil’lerin içinde hiçbir hakikat bulunmadığı şeklinde anlamaktır. Oysa, ‘tahrif’e uğramış bir kitab, hâlâ daha içinde hakikatler barındırıyor olabilir. Nitekim, Kur’ânî bir süzgeçten geçirildiğinde, pekâlâ hakikatlı olan birçok İncil âyeti görmek de olasıdır. Resul-i Ekrem’in hayatı öncesinde, onun zamanında ve sonrasında, İncil’den Hz. Peygamber’e dair işaretler çıkaran âlimler ve rahipler, İncil tamamen tahrif olmuş ise, bunu nasıl çıkarabiliyorlar? Bahîra gibi bir rahip, Varaka gibi bir Hıristiyan, nasıl Muhammed-i Arabî’de risaletin mührünü okuyabiliyor? Hem, bin küsur yıl insanların hakikatten tamamen mahrum bir kitabın izinde yürümesi nasıl mümkün olabilir?
Kısacası, İncil’lerin tahrife uğraması ayrı şey, onda hâlâ daha hakikat bulunması ayrı şeydir. Meselâ, ‘Siz hakikatı bilin. Ve hakikat sizi hür kılacaktır’ âyeti (Yuhanna, 8:32) hürriyetin harika bir tarifi değil midir?
Oysa, Kur’ân’ın ehl-i kitabı ‘dinlerini terk’e değil, ‘tâdil’e çağıran haklı ve şefkatli tavrıni hazmedememiş kimi müslümanların nezdinde, İncil, âdeta, hiçbir âyeti hakikat taşımayan bir kitaptır. Velev ki hakikatlı olsun, Schopenhauer gibi dinsiz bir filozoftan yapılan bir iktibasa hiç kimse sesini çıkarmazken, İncil’den yapılan bir iktibas hemen ‘Hıristiyanlık propagandası’ gibi yaftalara konu edilmektedir. Dinsizlik veya en azından dünyevîlik kokan nice film ve diğer TV programları sakin sakin seyredilmekte, zihinler malayaniyatla uyuşmakta iken, insanların müslümanların ettiği tarzda olmasa bile Allah’a ibadet ettiği Hıristiyan-temalı bir film büyük infial uyandırabilmektedir. Hiçbir uhrevî ve dinî boyut taşımayan laik kutlamalara—meselâ maç sonraları yaşanan zincirinden boşanmışlıklara—yalnızca gülünüp geçilir, çoğu zaman da kıyıdan köşeden dahil olunurken, insanları ‘ibadet’e çağıran Kilise çanına karşı açık bir tahammülsüzlük sözkonusudur.
İşin en kötüsü, Hıristiyanlara muhalefet derken, zaman zaman bir peygamber olarak Hz. İsa’ya da haksızlık ve saygısızlık yapılmasıdır.
Yılbaşı kutlamaları esnasında, bunun en açık örneklerinden biri sergilenir. Hz. İsa’nın doğum günü olarak 26 Aralık’ta Hıristiyanların bayram etmesine karşılık, 31 Ocak akşamı yapılan yılbaşı kutlamasının hiçbir dinî boyutu yoktur. Bilakis dinî ölçülerin her açıdan çiğnendiği kutlamalardır bunlar. İslâm’ın ölçülerine ters düştüğü gibi, Hıristiyan inancına da terstir. Batıda birçok kilisenin yılbaşı kutlamalarına karşı mücadele ettiği bir vâkıadır. Hatta Christian Holy Day or Pagan Holiday? gibi broşürler bile dağıtanları vardır. Daha başlıkta belirtildiği üzere, yılbaşı, Hıristiyanların ‘mübarek gün’ü değil, puta tapıcıların ‘tatil günü’dür bu broşüre göre. (Patrikhane’nin de yılbaşının Hıristiyanlıkla ilgisi olmadığına dair bir açıklama yaptığını bu vesileyle hatırlatalım). Tüm bu gerçeklere rağmen, ehl-i dinin hatırı sayılır bir kısmı, yılbaşını Hıristiyan-Müslüman karşıtlığı içinde yorumlamaktadır. İşin en kötü tarafı, bu minvalde İsa aleyhisselâma saygısızlığa kadar uzanan garip yorumların ortalıkta kol gezmesidir.
Bu tutarsız, ölçüsüz ve haksız tavrın manidar bir göstergesi, birçok ehl-i dinin diline yerleşen ‘bizim peygamberimiz’ sözüdür. Hz. Muhammed, elbette bizim peygamberimizdir; söz, bu içeriğiyle doğrudur. Ama, bu söz, zımnında, ‘onların peygamberi’ni de taşır; ki, birçok müslümanın zihnine yerleşen imge Hz. İsa’nın Hıristiyanların, Hz. Musa’nın ise Yahudilerin peygamberi olduğudur! ‘Bizim peygamberimiz’ ve ‘onların peygamberi’ tabirleriyle yüklü o kadar çok konuşmaya şahit olmuşumdur ki...
Oysa, Yahudiler Hz. İsa ve Hz. Muhammed’i, Hıristiyanlar Hz. Muhammed’i peygamber kabul etmeseler bile, bütün peygamberler bizim peygamberimizdir. Bir müslüman, Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar gelen tüm peygamberlere iman etmek ve tüm semavî kitaplara inanmak ile yükümlüdür. Hz. İsa’nın adı anıldığında onu Hıristiyanların peygamberi olarak düşünmek ve uzağımızda hissetmek, müthiş bir yanılsamadır. Hayır, İsa aleyhisselâmın adı anıldığında, yüreğinin derinliklerinde bir sevgi ve hürmet titreşimi hissetme durumundadır mü’min. Tüm peygamberler gibi, ‘bizim peygamberimiz’dir İsa (a.s.); İslâm peygamberidir. Kur’ân, mü’minlerin ‘peygamberler arasında ayrım yapmaması’nı emretmektedir ve Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) beyanıyla, tüm peygamberler kardeştir. Hz. İsa ve Hz. Musa (a.s.), tam bir hürmetle yükümlü olduğumuz peygamberlerdir ve de Hâtem-i Enbiyanın (a.s.m.) kardeşleridir!
Ki, bir ‘İslâm peygamberi’ olarak Hz. İsa, tüm peygamberlerin haiz olduğu vasıfları bihakkın üzerinde taşıyan ulu’-azm bir peygamberdir. Daha beşikte iken konuşan ve ilk sözü ‘İnnî abdullah’ olan; kulluğunu vurgulayıp risaletini haber verdiği bu mucizeyle iffet timsali Hz. Meryem’e iftira edenleri susturan bu mübarek peygamberin ağzından, hiçbir zaman imana mugayir bir söz sâdır olmamıştır. Peygamberler, tanım gereği, ‘masum’durlar. Hepsi tevhid ehlidir, hepsi müslimdir, hiçbiri hiçbir zaman Allah’tan gayrı ilahlar edinmemiş; hiçbiri dünyevîlik batağına düşmemiştir.
Bu bakımdan, Batıdaki bazı ‘laikliğin doğuşu’ yorumlarının ‘kes-kopyala-yapıştır’ formülüyle İslâm beldesine intikali sonucu zihinlere yerleşen, laikliğin zuhuru ‘günah’ını Hz. İsa’ya yakıştıran, Hz. İsa’nın hakkını ketmemize sâdır olan dikkatsizliğimiz sonucu hiç sorgulamadan aldığımız bir yaklaşımın cidi bir elekten geçirilmesi mecburiyeti vardır. Laikliği Hz. İsa’ya dayandırmak, Kur’ân’ın tarif ettiği ‘nebî,’ ‘resûl’ ve ‘İsa’ gerçeğine göre, sakız gibi ağızda çiğnenip duracak bir ‘çözümleme’ değil, iftiradır.
Bilindiği üzere, laikliğe dair birçok bahiste, Hz. İsa’ya atfedilen “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a” sözü, cismanî iktidar-ruhanî iktidar ayrımının özeti ve de laikliğin önsözü olarak yorumlanır. Bu ise, aslında, ‘Laikliği Hz. İsa başlattı’ demeye gelir. Batılı düşünürlerin böylece dinî bir temele dayandırdığı bu laiklik tahlilini olduğu gibi alan İslâmcılarımız ise, ardından ‘bizim peygamberimiz’den örneklerle İslâm ve laikliğin birarada olamayacağını söylerler.
Hıristiyanî bir iklimde gelişen laik zihniyetin, kendine toplum nezdinde bir yer edinmek üzere Hıristiyanî söz ve kavramları laik bir yorumlamaya tâbi kılması elbette mümkündür ve bu çerçevede “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a” sözü de pekâlâ bir suiistimal konusu edilmiş olabilir. Ama, İslâmî bir ortam içinde laikliği yerleştirmek isteyenlerin sergilediği fikir cambazlıklarına aşina olan Müslümanların, hemen bu sözü ve Hz. İsa’yı ‘laiklik’le lekelemesi kesinlikle yakışıksızdır. Eğer bu söze dayanarak İsa aleyhisselâmı ‘laikliğin başlatıcısı’ gibi görmek doğruysa, hâşâ, Hz. Peygamberin (a.s.m.) ‘Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın’ hadisini dünyevîleşme ve laikliğin meşruiyet kaynağı olarak kullananlara da ses çıkarmamak gerekir. Hatta, Kur’ân’ın “Bize dünyada da hasene, âhirette de hasene ver” misali âyetlerinden laiklik üretenlere de ses çıkarmamak gerekir.
Gerek Kur’ân’dan, gerek hadisten ‘laiklik’ yorumları üretmeye çalışanlara karşı haklı olarak mücadele ederken, kendi kültürel ortamlarında aynı işi Hz. İsa’yı ‘kullanarak’ becermek isteyenler olabileceği ihtimali niye düşünülmez?
Maamafih, bize göre muteber kaynaklarda geçmediği için, Hz. İsa gerçekten böyle bir söz söyledi mi, bilmiyoruz. Ama, Hıristiyanî kaynaklarda geçmesi, yukarıda değindiğimiz gibi, bir sözün muhakkak yanlış olduğu anlamına gelmiyor.
Burada, bir sözün makamını anlamak için ortaya konulan kıstaslar, sanırım açıklayıcı ve bir peygambere yönelik iftirayı kaldırıcı olacaktır. ‘Unsuru’l-Belâgat’ müellifi, bu kıstaslara şöyle değinmektedir:
“‘Söylenene bak, söyleyene bakma,’ söylenilmiştir... Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi [bunlara da] dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.”
Belâgat açısından elzem olan bu tavrın belki en çarpıcı misalini ise, kendisinin ‘Sıddîk’ ünvanıyla anılmasına vesile olan olayda, Hz. Ebubekir verir. Bir grup müşrik, Ebubekir’e (r.a.) gelir ve ‘Şimdi bakalım arkadaşın hakkında ne düşüneceksin? O bize dün gece Kudüs’e gittiğini, orada namaz kılıp geri döndüğünü söylüyor’ derler. Hz. Ebubekir, buna karşılık, şu soruyu yöneltir: “Bunu siz mi söylüyorsunuz, o mu söylüyor?” Bunu o söylüyor, cevabı karşısında, Ebubekir (r.a.) şu karşılığı verir: “O söylüyorsa doğrudur.”
Zira, söylenen söz kadar, söyleyen de önemlidir. Düşmanları nezdinde bile ‘el-Emîn’ olarak anılan, Rabbinin vahyine elçi olan, hayatında ve sözlerinde asla yalan bulunmayan ve birçok ilahî mucizenin mazharı olan bir nebînin söylemesi ile başka birinin söylemesi elbette aynı şeyler değildir.
Keza, dünya ve âhireti birbirine bitişik iki ayrı alan olarak gören, âhireti âdeta Türkiye sınırının bittiği yerde Bulgaristan sınırının başlaması gibi yatay bir düzlemde gören bir insanın “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın” sözüne yüklediği anlam ile, “Dünya âhiretin mezraasıdır” buyuran ve Mi’racı ile âhiret âlemleri kendisine gösterilen bir zâtın bu sözü söylerken ifade ettiği anlam aynı olmayacaktır. O şanlı nebî, bu söz ile mü’minlere dünyanın âhirete ve esmâ-i hüsnâya bakan yüzünde fena ve zeval olmadığını, dünyanın o yüzüne muhatabiyetin ebedî bir cennete mazhariyetin önsözü olduğunu öğretmekte; dünyanın fani yüzüne takılıp kalmaktan kurtulma çaresi olarak da ‘ölümü hatırlama’mızı önermektedir. Fani dünyanın fani lezzetlerini tahrip edip acılaştıran ölüm, bize haşri, Mahkeme-i Kübra’yı, âhiret âlemlerini, cennet ve cehennemi hatırlatmakta; böylece dünya hayatını ‘âhirete ve esmâ-i hüsnâya karşı’ değil, ‘âhiret ve esmâ–i hüsnâ için’ yaşama haline tekrar kavuşmanın önsözü olmaktadır. Dünya ve âhireti iki ayrı alan olarak gören; ve ‘iki tarafı da idare ettiğini düşünen’ laik kafalar bu sözü kendi anlayışlarınca yorumluyor ise, yanlış olan bu yorumdur—sözün kendisi değil.
Zaten, Kur’ân, ‘kalblerindeki eğrilik’ yüzünden Kur’ân âyetlerini bile yanlış yorumlayıp sapanlardan söz etmekte değil midir? Âyetin hakikati, onların yanlış yorumundan elbette münezzehtir. Yanlış da, sorumluluk da kalbinde eğrilik olanındır.
Aynı şekilde, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın sözü Allah’a” sözü, bir tevhid peygamberi olarak İsa aleyhisselâm söylüyorsa başka; cismanî iktidar-ruhanî iktidar ayrımını formüle eden bir Hıristiyan bilgini veya rahibi söylüyorsa başka türlü yorumlanmalıdır. Diğer bir deyişle, bu sözü Hz. İsa söylüyorsa doğrudur ve ‘nebevî ölçüler dahilinde’ anlaşılmalıdır. Ama gerçek İsevîliği cismanî iktidar-ruhanî iktidar ayrımı ile laikleştiren ve ‘şeriatsız bir din’e dönüştürerek dünyevî iktidarlarla barıştıran biri söylüyorsa yanlıştır. Söz Hz. İsa’nın sözü olarak doğru da olsa, sözkonusu kişilerin yaptığı yorum yanlıştır.
Bir kez daha belirtelim: Hz. İsa, bir peygamberdir. Ve bütün peygamberler, müslimdirler. İslâm, bütün peygamberlerin tebliğ ettiği saf dini içerir. Nitekim, tüm peygamberlerin ‘kardeşi’ olduğunu beyan eden Hz. Peygamber, “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri ‘lâilâhe illallah’tır” hadisiyle de aynı nebevî asla dikkat çekmektedir.
Ve bütün peygamberler, bize bir ‘denge’ halini öğretmiş; bizi, dikkat edilmediği takdirde gayrikasdî bir nazarla rahatlıkla düşülebilen ifrat ve tefrit çukurlarından kurtarmış, bu çukura düşenleri de kurtarma cehdinde olmuşlardır. Irk ayrımının galeyanda olduğu bir asırda “Başınızdaki kişi Habeşî bir siyah köle olsa bile ona itaat ediniz” diyerek ululemre itaatin altını çizen Peygamberin (a.s.m.), aynı zamanda “Yaratıcıya isyan konusunda yaratılana itaat yoktur” da buyuran peygamber olması, bunun en net örneklerinden biridir. “Korkma, Allah bizimledir” buyuran Nebi (a.s.m.), aynı zamanda, savaşa zırh giyerek çıkan; Medine etrafına hendek kazdıran nebîdir. “Mülk O’nundur” dersini durmaksızın veren Resûl (a.s.m.), aynı zamanda, “Bende bir hakkı olan varsa işte sırtım, gelsin alsın” buyuran resûldur. Hiçbir zaman, ondan, “Zaten mülk Allah’ın değil mi? Sen hâlâ hangi haktan söz ediyorsun?” gibi bir söz sâdır olmamıştır.
O nebîlerin ve elbette Hâtemü’l-Enbiya’nın (a.s.m.) talimiyle, mü’minler kimi kritik ayrımların şuuruna ermişlerdir. Esbab dairesi-itikad dairesi, mülk âlemi-melekût âlemi, şehadet âlemi-gayb âlemi, hukuk-u ibad-hukukullah, dünya-âhiret gibi ayrımlar bunun örneğidir. Fakat, zahirperestlerin zannettiği gibi, bu ayrımlar, aynı cinsten şeylerin ayrımı değildir. Ayrımın iki ucunda yer alan iki âlem, iki daire veya iki hukuk aynı düzlemde değildir. Biri asıl, diğeri ise nisbî ve itibarîdir; itibarî olan, asıl olan itibarıyla ve ona nisbetle bir varlık ve anlam taşımaktadır.
Buna göre, aslolan melekût âlemidir, âlem-i gaybdır, daire-i itikaddır ve âhirettir. Dünyanın âhirete nisbetle bir değeri vardır. Şehadet âlemi, adı üstünde, ‘âlem-i gayb’ın şahidi olmak üzere vardır. Mülk âlemi, âlem–i melekûtun önünde tenteneli bir perdedir. Daire-i itikad asıldır, yani sebepleri ve sonuçları yaratan O’dur; ama sebepleri, şu dünyanın imtihan meydanı oluşu gibi çok hikmetlere binaen kudretinin önünde bir perde kılmıştır—şeytana ve nefsine râm olanların hakikati görmemesine yeten, ama hakkı arayan ve fıtratını bozmayan insanların hakikati bulmasına engel olmayacak kadar da ince bir perde...
Keza, hukukullah, hukuk-u ibadı da içermektedir. Allah’ın kulu üzerindeki haklarından biri, o kulun, Allah’ın hayat ve vücud verdiği sair kulların hukukunu çiğnememesidir. Dünya diye bir yer ve dünya hayatı diye bir hayat vardır; ama bu dünya ‘esmâ-i hüsnânın cilvelerinin sergi yeri ve âhiretin tarlası’dır; dünya hayatı da bu şuurla yaşanmalıdır. Sebepler yalnızca bir perdedir; herşey O’ndandır. Şu âlem, ‘şiddet-i zuhurundan gizlenen’ Zât-ı Kibriya’nın varlığına şahit olmak üzere vardır.
Kısacası, bütün bu ayrımlar, laiklerin dini vicdanlara hapseden veya din ile devletin arasına duvar ören ayrımları türünden ‘yatay düzleme ait’ ayrımlar değildir; bilakis, herşeyi bir dengeye oturtan ‘dikey düzleme ait’ ayrımlardır. Bu ayrımlar, insanı meselâ ateizmden de, panteizmden de kurtarır. İfratı reddederken, tefrite düşmekten alıkoyar. Mu’tezilî olmayayım derken Cebriye olmaktan, Cebriye olmayayım derken Mu’tezilî olmaktan azade kılar.
Mü’min, esbaba tevessül eder; ama sonucu esbabdan bilerek değil. Mü’min, ulu’lemre itaat eder; ama hâşâ ulu’lemri ve/veya devleti putlaştırarak değil. Mü’min dünya hayatını yaşar; ama dünyayı âhirete bitişik, yani ondan ayrık bir âlem gibi düşünerek değil. Mü’min âlem-i mülkte yaşar; ama melekûta perde ederek değil. Ve yine mü’min, kulların hukukuna riayet eder; ama hukukullah gereği yapar bunu.
İşte, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a” sözü, eğer İsa nebînin sözü ise, Resul-i Ekrem’in ders verdiği bu hakikatler ışığında anlaşılmalıdır. Bu çerçevede yorumlandığı sürece, bu söz son derece doğru, son derece anlamlıdır. Nitekim, her mü’min bu sözün sunduğu nebevî denge halinde yaşama durumundadır.
Ehl-i dünya için, yalnızca ‘Sezar’ın hakkı’ vardır. Onun dünyası ‘sebepler dünyası’ndan ibarettir. O, aynayı merci, gölgeyi asıl sanır. Sonucu sebeplerden bilir. Öyle olduğu için de, iş ‘sebep Sezarları’nda biter. Esbab şirkine dûçar olmuş bir kişi, herşeye sebeplere ve vasıtalara taksim eder, sonuçta Allah’a tevdi edilecek hiçbir ‘hak’ kalmaz. Mü’min ise, sebebi ve sonucu Rabbinden bilir, ama sebebi inkâr etmez. Meselâ, meyveyi alırken bilir ki, o meyve ne ağacın yaratmasıdır, ne de bahçıvanın; ağacı yaratan da O’dur, bahçıvanı yaratan da, meyveyi yaratan da. Mü’min, bu hakikati bilir, meyveyi sebeplere havale etmez; asıl olan ‘daire-i itikad’ açısından, durum budur. Ama, Allah’ın bir kulu olan, O’nun verdiği kol ve beyin gücü ile işgören, O’nun yarattığı toprakta O’nun fıtrî şeriatına uyan bahçıvanın, ‘daire-i esbab’ açısından, bir ‘kesb’i vardır; mü’min ona bu emeğinin karşılığını verme durumundadır. Mü’min ‘daire-i esbab’da bahçıvana ücretini öder; ama ‘daire-i itikad’ açısından, hamd ve şükrünü meyve sonucunu ve bahçıvan, ağaç, toprak vs. sebeplerini yaratan Allah’a tevdi eder. Keza, bir ikrama muhatap olduğunda, ikram edene teşekkür eder; ama onu yalnızca ‘icad’den eli kısa bir ‘vesile’ olarak bilir; bu ‘teşekkür’ü Rabbine yönelik ‘şükr’ün engeli değil, önsözü kılar. Ki, bir hadisin ihbarıyla, ‘İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükredemez.’ Yani, ancak muhatap olunan kulun ‘teşekkür’ hakkını ödeyen kişi, Allah’ın ‘şükür’ hakkını ödemeye müyesser olur.
Kısacası, ayna muhafaza edilmelidir; çünkü mazhardır. Cenab-ı Hak’tan gelen feyze ma’kes olur. Fakat ona, feyiz noktasında, vesilelikten öte bir makam verilmemesi de lâzımdır. Onun kaynak değil mazhar, asıl değil ayna olduğu kesinlikle unutulmamalıdır.
Kaldı ki, bu sözü, Hz. İsa’ya ait ise de laikliğin ifadesi olarak görenler, bu kafayla herhalde fukahayı da ‘laik’ ilan ederler! Zira, yukarıda sözü edilen İslâmî ölçülerin rehberliğinde düşünen; Kur’ân ve Sünnete dayanarak hükmeden fakihlerin ekserisi, gayrimüslim bir beldede yaşayan bir müslümanın ‘vergi kaçırması’nı caiz görmemişlerdir. Verilen zekâtı vergi yerine saymak mümkün olmadığı gibi, kaçırdığı vergiyi zekât olarak istimal etmek de caiz görülmemiştir. Bu hükümlerin gerisindeki hikmet ile, Hz. İsa’nın sözünün gerisindeki hikmet, birbirine muvafık düşmektedir.
Nebîlerin varisi olan, zira nebevî esaslara göre hükmeden fakihlerin hiçbiri laik olmadığı gibi, onların kendilerine varis oldukları nebîler de laik değildir. Her nebî ya bizatihî bir şeriatın elçisi olmuş veya kendinden önceki bir peygamberin şeriatını takip etmiştir. Bir nebî olarak Hz. İsa’nın din ile dünyayı, dünya ile âhireti ayıran ve laikliği işmam eden bir söz söylemesi mümkün değildir. Ama kalblerinde laiklik illeti taşıyanların Hz. İsa’ya atfedilen bir sözü laikliğin aleti kılmaları pekâlâ mümkündür. Bu, o laiklerin günahıdır. Hz. İsa dahil, tüm peygamberler, adı üstünde ‘peygamber’dirler. Hiçbiri laikliğin ve dünyevîliğin adresi kılınamazlar. Tevhidin, saf dinin ve sırat-ı müstakîmin adresidir onlar.
***
Kur’ân’ın Hıristiyanlığa yönelik yaklaşımı ‘meydan okuyucu’ olmaktan ziyade, ‘tadil edici ve tamamlayıcı’ bir mahiyet arzeder. Hıristiyanlara yaklaşımı da, şefkat ve terbiye yüklüdür.
Bir müslüman, Hıristiyan akidesine bakışını, beklendiği üzere, Kur’ân ve hadis ekseninde belirler. Hz. İsa’ya vahyolunan saf İncil’e iman etmekle yükümlüdür; mevcut İncil’lere ise Kur’ân ve hadisin adesesiyle bakar.
İlahî hükümlerin içerdiği cemâl ve sevgiden, ve elbette marifet ve muhabbet-i ilahî boyutundan mahrum bırakıldığı bir ortamın peygamberi olarak, Hz. İsa (a.s.) ‘sevgi’ üzerinde duracaktır. Bu, gerçek İsevîliğin ‘şeriatsız’lığına delâlet etmez; zira, Hz. İsa Hz. Musa’ya gelen şeriatla hükmetti. Ama, zamanla ‘içi boşaltılmış,’ ‘sevgiden arındırılmış,’ bu şeriatın içini yeniden doldurarak, sevgi boyutunu iade ederek.
Ne ki, Hz. İsa’nın bu taliminin zamanla bir ‘tefrit’e konu edildiği gözlenecektir. Yahudilerin zamanla düştüğü ‘cemâlsiz bir celâl’ ifratına karşı, bu kez de ‘celâlsiz bir cemâl’ tefritine düşülmüş; ‘ruhsuz şeriat’ aşırılığının yerini, ‘şeriatsız ruh’ aşırılığı almıştır.
Öte yandan, ‘çocuk’ sonucunu ‘ana ve baba’ sebebine vererek Hz. Meryem gibi bir iffet timsalini iffetsizlikle suçlayan Yahudiler de; Hz. İsa’ya ‘baba’ olarak Allah’ı takdir buyuran Hıristiyanlar da aslında aynı yanılgının, ‘esbâb şirki’nin kurbanıdırlar.
Kur’ân, bu yanılgıları aşma davetinde bulunur ve ehl-i kitabı ‘bazımızın bazımızı rab edinmediği’ bir ‘ortak kelime’ye çağırır. Bunu yaparken, gerek Hz. Musa’nın, gerek Hz. İsa’nın, gerek tüm Benî İsrail peygamberlerinin bir ‘peygamber’ olarak hakkını kesinlikle teslim eder. Bu arada ‘ehl-i kitab’ olarak Hıristiyanları, herşeye rağmen, dinsiz ve putperest gayrimüslimlerden ayırır.
Ehl-i dinin hatırı sayılır bir kısmı, Hıristiyan inancıyla ilgisi bulunmayan yılbaşını Hıristiyan-Müslüman karşıtlığı içinde yorumlamaktadır. İşin en kötü tarafı, bu minvalde İsa aleyhisselâma saygısızlığa kadar uzanan garip yorumların ortalıkta kol gezmesidir.
Bu tutarsız, ölçüsüz ve haksız tavrın manidar bir göstergesi, birçok ehl-i dinin diline yerleşen ‘bizim peygamberimiz’ sözüdür. Hz. Muhammed, elbette bizim peygamberimizdir; söz, bu içeriğiyle doğrudur. Ama, bu söz, zımnında, ‘onların peygamberi’ni de taşır; ki, birçok müslümanın zihnine yerleşen imge Hz. İsa’nın Hıristiyanların, Hz. Musa’nın ise Yahudilerin peygamberi olduğudur!
Oysa, bütün peygamberler bizim peygamberimizdir. Bir müslüman, Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar gelen tüm peygamberlere iman etmekle yükümlüdür. Hz. İsa’nın adı anıldığında onu ‘Hıristiyanların peygamberi’ olarak düşünmek ve uzağımızda hissetmek, müthiş bir yanılsamadır. Hayır, İsa aleyhisselâmın adı anıldığında, yüreğinin derinliklerinde bir sevgi ve hürmet titreşimi hissetme durumundadır mü’min.
“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın sözü Allah’a” sözü, bir tevhid peygamberi olarak İsa aleyhisselâm söylüyorsa başka; cismanî iktidar-ruhanî iktidar ayrımını formüle eden bir Hıristiyan bilgini veya rahibi söylüyorsa başka türlü yorumlanmalıdır.
“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a” sözü, eğer İsa nebînin sözü ise, Resul-i Ekrem’in ders verdiği hakikatler ışığında anlaşılmalıdır. O çerçevede yorumlandığı sürece, bu söz son derece anlamlıdır. Bu sözü laikliğe hamledenlerin günahı Hz. İsa’ya fatura edilemez.
Metin Karabaşoğlu
10.05.2004
Oysa, İslâm’ın Hıristiyanlara yönelik hitabı, elbette bir tâdil, ama şefkat ve insaf yüklü bir tâdil barındırır. Kur’ân, Hıristiyanları ‘ehl-i kitab’ olarak tanımlar ve sair gayrimüslimlerden ayırır. Tüm gayrimüslimler arasında, Müslümanlara karşı kalbi en açık olanları Hıristiyanlar arasında bulacağımızı söyler. Hıristiyanlarla aramızdaki ‘ortak kelime’den söz eder ve onları bu ‘ortak kelime’ye çağırmamızı ister. Bu ortak kelime, saf tevhid hakikatidir: “Allah’tan gayrı, bazımız bazımızı rab edinmesin. Sizin de ilahınız, bizim de ilahımız birdir. Ve biz O’na teslim olmuşuz.” Kur’ân, ayrıca, mabedlerinde geceleri namaz kılan ve Allah’ı anan inanmışlardan da söz eder.
Diğer taraftan, Hz. İsa’nın çok mucizelere mazhar bir resul olarak, havarilerinin Rablerine hakkıyla râm olan insanlar olarak, Hz. Meryem’in bir iffet ve ubudiyet timsali olarak Kur’ân’da ne denli sena edildiği açıkça ortadadır. Öyle ki, Hz. İsa’ya (a.s.) bir resul olarak inanmak, İslâm’a göre, imanın ayrılmaz bir parçasıdır. Hz. Yahya ve Zekeriya (a.s.) için de durum budur. Sair Benî İsrail peygamberleri de, Hz. İsa gibi, bir ‘İslâm peygamberi’dir.
Gerçi Hıristiyanlar, yine Kur’ân’ın beyanıyla, determinist bir zihniyetin tezahürü olarak, Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişini anlayamayıp onu ‘Tanrı’nın oğlu’ olarak görme; tevhidden teslise düşme; hakikat yolunda Allah’ın helâl kıldıklarını da kendilerine haram ederek ruhbanlık gibi bir usul edinme; Hz. İsa’ya gelen vahyi saf haliyle muhafaza edememe gibi hallere duçar olmuşlardır. Ama bu din, böylesi tahriflere rağmen, yine de Hz. İsa’dan miras kalan birçok hakikatı barındırmaktadır. Allah’ın varlığı, nübüvvet, ilahî emir ve yasaklar, ubudiyet, Allah sevgisi, Allah’ı tanıma, adalet, merhamet.. gibi bir dizi hakikat, gerçek İsevîlik gibi, muharref Hıristiyanlıkta dahi mündemiçtir.
Bu bakımdan, Kur’ân, Hıristiyanlara “Dininizi tamamen bırakın” demez. Bir Kur’ân talebesinin belirttiği üzere, Kur’ân’ın Hıristiyanlara—ve de Yahudilere—yaklaşımı, şu şekilde özetlenebilir: “Ey ehl-i kitab! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor.” Nitekim, Kur’ân meselâ Hz. İsa’yı bir resul olarak birçok sûrede sena etmekte; ama ona duydukları sevgide ifrata düşüp onu tanrılaştıranları tevhide davet etmektedir. Keza, ruhbanlığı yorumlarken, bu yolun belki bir kulluk endişesiyle seçildiğini; ama deyim yerindeyse ‘yürümediği’ni, zira Allah’ın helâl kıldığını kendine haram kılma gibi fıtrata ters düşen bir ‘tefrit’i barındırdığını belirtmektedir. Ki, insan fıtratını dinlese, ruhbanlığa mecbur kalmadan, pekâlâ Rabbini tanıyıp yalnız O’na kul olabilir.
Kur’ân’ın Hıristiyanlığa yönelik yaklaşımı ‘meydan okuyucu’ olmaktan ziyade böylesine ‘tadil edici ve tamamlayıcı’ bir mahiyet arzeder. Hıristiyanlara yaklaşımı da, şefkat ve terbiye yüklüdür.
Buna mukabil, Hıristiyanlar açısından İslâm, onlara göre son ve gerçek din olan Hıristiyanlığa karşı bir sapkınlığı temsil eder. Kur’ân Hıristiyanlarca bir ilahî vahy olarak kabul edilmediği gibi; ilahî kelâmın elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) çağlar boyu ‘anti-Christ,’ yani ‘Deccal’ olarak görülmüştür. Bir ‘sevgi dini’ olduğu ısrarla belirtilen Hıristiyanlığın azizleri içinde, en yoğun sevgi örneklerini sergilemiş olan Assisi’li Aziz Francis’in Haçlı Seferlerindeki Müslüman kıyımı esnasında sergilediği çelişkili tavır, bu ‘sapkınlık’ saplantısının en dramatik örneklerinden birini oluşturur. Çağlar boyu, Hıristiyan dünya, ‘son din’ olan Hıristiyanlığa meydan okuyan bir ‘sapkınlık’ olarak gördüğü İslâm’ı boğmak için elinden geleni esirgememiştir.
Durum bu olunca, iki dinin mensupları arasında bir çatışmanın varlığı herhalde beklenen bir durumdur. Bir kez daha belirtelim, daha Resul-i Ekrem (a.s.m.) zamanında, Müslümanlar, meselâ ateşperest Sâsânîler karşısında kitab ehli Bizans’ın galibiyetini arzulama gibi incelikli tavırlar göstermiş; Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) Bizans’a gönderdiği Dıhye (r.a.), “İsa Mesih’in namaz kıldığını biliyor musun?” sorusu ve “Evet” cevabıyla başlayan bir diyalog içinde, onu ‘Mesih’in kendisine namaz kıldığı Zâta, yerin ve göklerin, annesinin karnında Mesih’in yaratılışını düzenleyene çağırıyorum. Musa’nın ve ondan sonra da Meryem oğlu İsa’nın müjdelediği ümmî nebîye çağırıyorum” diyerek, ‘ortak kelime’ye davetin en sıcak ve en beliğ örneklerinden birini sergilemiştir. Ne var ki, İslâm davetinin tebliğine izin vermeyen beldeler, ‘dârü’l-harb’ olarak maddî cihadı gerektiren beldeler olacak; bu arada Hıristiyanların hâkimiyetindeki Asya, Afrika ve Avrupa topraklarında da sıcak savaşlar yaşanacaktır. Öte yandan, Hıristiyan dünya da, ona göre ‘sapkınlar’ın eline düşen beldeleri kurtarmak üzere kılıca sarılacak; ikiyüz yıl süren Haçlı seferleri, Endülüs’te yaşanan Reconquista, ve Batı sömürgeciliğinin ilk adresinin İslâm toprakları oluşu.. bu çerçevede dikkate değer olaylar olarak tarih sahnesine yazılacaktır.
Hıristiyanlar ile böyle bir ‘mazisi’ olan Müslümanların, Hz. İsa’ya, Hz. Meryem’e, havarilere, Yâsîn’de meseli zikredilen ‘şehrin öte yakasından koşup gelen adam’a, ashâb-ı Kehf’e, Hz. Zekeriya ve Yahya’ya ve sair Benî İsrail peygamberlerine bakışlarının rotasını ise, Kur’ân netlikle çizer. Onların her biri, ‘müslim’dirler ve tüm insanlık için iman ve ubudiyet timsalidirler. Hz. Musa’ya gelen de, Hz. İsa’ya gelen de haktır. Dolayısıyla, gerçek Musevîler de, gerçek İsevîler de müslimdirler. Ne var ki, Hz. Musa’ya gelen vahiy, sonraki dönemlerde nefis-eksenli bir tahrife uğratılmış; bu arada hem bir ‘kavim dini’ne dönüşmüş, hem de ilahî şeriat cemâl ve sevgiden mahrum bir kanunlar manzumesine dönüştürülmüştür. İlk elde Yahudiler içinde nübüvvet görevini yüklenen Hz. İsa’nın, bu ‘içi boşaltılmış şeriat’ı asıl sâfiyetine çevirmek üzere, bu ‘sevgi’ ve ‘cemâl’ boyutunu takviye ediyor olduğu görülür. Hiçbir ilahî hüküm, ruhsuz beşerî kanunlara benzemez; madem ki Allah Celîl-i Zülcemâl’dir, celâl içinde bir cemâl barındırır. Dolayısıyla, ilahî hükümlerin içerdiği cemâl ve sevgiden, ve elbette marifet ve muhabbet-i ilahî boyutundan mahrum bırakıldığı bir ortamın peygamberi olarak, Hz. İsa (a.s.) ‘sevgi’ üzerinde duracaktır. Bu, gerçek İsevîliğin ‘şeriatsız’lığına delâlet etmez; zira, Hz. İsa’nın nübüvveti hengâmında Hz. Musa’ya gelen şeriat—bazı tahrifatla birlikte—yine hükümfermaydı, nitekim Hz. İsa da bu şeriatla hükmetti. Ama, ‘içi boşaltılmış,’ ‘sevgiden arındırılmış,’ ‘ruhsuz ve rahmetsiz kanun hükümleri’ne döndürülmüş bu şeriatın içini doldurarak, sevgi boyutunu iade ederek, ruhunu ona yeniden tevdi ederek.
Ne ki, Hz. İsa’nın bu taliminin zamanla bir ‘tefrit’e konu edildiği gözlenecektir. Nasıl Pontius Pilatus’un ellerindeki Yahudilik bir peygamberin katledilmesi teşebbüsüne dahi imkân vermişse, Aziz Pavlus’un elindeki Hıristiyanlık da dünyevî Roma imparatorluğuyla uzlaşan ‘ruhanî bir iktidar’a imkân vermektedir artık. Kur’ân’ın öğrettiğine göre, Hz. İsa’ya gelen vahiy haktır, ona iman etmek her mü’minin boynuna borçtur; ama saf İsevîlik, zamanla ‘cismanî’yi Roma’ya, ‘ruhanî’yi Kilise’ye tevdi eden bir ‘ruhbanlık’a inkılab edecektir. İncil’i ‘İnciller’e dönüştüren ‘tahrifat’ın özü, birçok araştırmacıya göre, bu noktada düğümlenir. Yahudilerin zamanla düştüğü ‘cemâlsiz bir celâl’ ifratına karşı, bu kez de ‘celâlsiz bir cemâl’ tefritine düşülmüş; ‘ruhsuz şeriat’ aşırılığının yerini, ‘şeriatsız ruh’ aşırılığı almıştır. Öte yandan, ‘çocuk’ sonucunu ‘ana ve baba’ sebebine vererek Hz. Meryem gibi bir iffet timsalini iffetsizlikle suçlayan Yahudiler de; Hz. İsa’ya ‘baba’ olarak Allah’ı takdir buyuran Hıristiyanlar da aslında aynı yanılgının, ‘esbâb şirki’nin kurbanıdırlar.
Kur’ân, bu yanılgıları aşma davetinde bulunur ve ehl-i kitabı ‘bazımızın bazımızı rab edinmediği’ bir ‘ortak kelime’ye çağırırken, gerek Hz. Musa’nın, gerek Hz. İsa’nın, gerek tüm Benî İsrail peygamberlerinin bir ‘peygamber’ olarak hakkını kesinlikle teslim eder. Bu arada ‘ehl-i kitab’ olarak Hıristiyanları, herşeye rağmen, dinsiz ve putperest gayrimüslimlerden ayırır. ‘Bir arada yaşama’ ve evlilikten yeme-içmeye, alım-satıma kadar uzanan birçok konuda Hıristiyanlar için sair gayrimüslimlerden farklı ve daha müsaadekâr hükümlerin nazil oluşu bunun bariz bir örneğidir.
Bir müslüman, Hıristiyan akidesine bakışını, beklendiği üzere, Kur’ân ve hadis ekseninde belirler. Hz. İsa’ya vahyolunan saf İncil’e iman etmekle yükümlüdür; mevcut İncil’lere ise Kur’ân ve hadisin adesesiyle bakar. Meselâ, şanlı bir nebî olarak İsa aleyhisselâma iman etme ve sevgi ve hürmet duyma yükümlülüğü duyar; ama onu ‘Tanrı’nın oğlu’ olduğuna iman etmeme yükümlülüğü de vardır. Hıristiyan akidesine, kendi inanç temelleri itibarıyla yaklaşmaya elbette hakkı da vardır.
Fakat, bu hengâmda, kaş yapayım derken göz çıkarma olayları da vâki olmaktadır. Kur’ân’ın Hıristiyanlık karşısındaki duruşunu hakkıyla anlamamış; ama bir ‘Haçlı’ birikimi hâfızasının baş köşesinde yer tutmuş birçok kişi, bu noktada istikamet çizgisini aşan ve muhtemelen birçok Hıristiyanın kalbinin İslâm’a açılmasına da mani olan bir ‘gayriislâmî’ tutum sergileyebilmektedir.
Düşülen ilk hata, İncil’lerin tahrife uğramış olmasını, İncil’lerin içinde hiçbir hakikat bulunmadığı şeklinde anlamaktır. Oysa, ‘tahrif’e uğramış bir kitab, hâlâ daha içinde hakikatler barındırıyor olabilir. Nitekim, Kur’ânî bir süzgeçten geçirildiğinde, pekâlâ hakikatlı olan birçok İncil âyeti görmek de olasıdır. Resul-i Ekrem’in hayatı öncesinde, onun zamanında ve sonrasında, İncil’den Hz. Peygamber’e dair işaretler çıkaran âlimler ve rahipler, İncil tamamen tahrif olmuş ise, bunu nasıl çıkarabiliyorlar? Bahîra gibi bir rahip, Varaka gibi bir Hıristiyan, nasıl Muhammed-i Arabî’de risaletin mührünü okuyabiliyor? Hem, bin küsur yıl insanların hakikatten tamamen mahrum bir kitabın izinde yürümesi nasıl mümkün olabilir?
Kısacası, İncil’lerin tahrife uğraması ayrı şey, onda hâlâ daha hakikat bulunması ayrı şeydir. Meselâ, ‘Siz hakikatı bilin. Ve hakikat sizi hür kılacaktır’ âyeti (Yuhanna, 8:32) hürriyetin harika bir tarifi değil midir?
Oysa, Kur’ân’ın ehl-i kitabı ‘dinlerini terk’e değil, ‘tâdil’e çağıran haklı ve şefkatli tavrıni hazmedememiş kimi müslümanların nezdinde, İncil, âdeta, hiçbir âyeti hakikat taşımayan bir kitaptır. Velev ki hakikatlı olsun, Schopenhauer gibi dinsiz bir filozoftan yapılan bir iktibasa hiç kimse sesini çıkarmazken, İncil’den yapılan bir iktibas hemen ‘Hıristiyanlık propagandası’ gibi yaftalara konu edilmektedir. Dinsizlik veya en azından dünyevîlik kokan nice film ve diğer TV programları sakin sakin seyredilmekte, zihinler malayaniyatla uyuşmakta iken, insanların müslümanların ettiği tarzda olmasa bile Allah’a ibadet ettiği Hıristiyan-temalı bir film büyük infial uyandırabilmektedir. Hiçbir uhrevî ve dinî boyut taşımayan laik kutlamalara—meselâ maç sonraları yaşanan zincirinden boşanmışlıklara—yalnızca gülünüp geçilir, çoğu zaman da kıyıdan köşeden dahil olunurken, insanları ‘ibadet’e çağıran Kilise çanına karşı açık bir tahammülsüzlük sözkonusudur.
İşin en kötüsü, Hıristiyanlara muhalefet derken, zaman zaman bir peygamber olarak Hz. İsa’ya da haksızlık ve saygısızlık yapılmasıdır.
Yılbaşı kutlamaları esnasında, bunun en açık örneklerinden biri sergilenir. Hz. İsa’nın doğum günü olarak 26 Aralık’ta Hıristiyanların bayram etmesine karşılık, 31 Ocak akşamı yapılan yılbaşı kutlamasının hiçbir dinî boyutu yoktur. Bilakis dinî ölçülerin her açıdan çiğnendiği kutlamalardır bunlar. İslâm’ın ölçülerine ters düştüğü gibi, Hıristiyan inancına da terstir. Batıda birçok kilisenin yılbaşı kutlamalarına karşı mücadele ettiği bir vâkıadır. Hatta Christian Holy Day or Pagan Holiday? gibi broşürler bile dağıtanları vardır. Daha başlıkta belirtildiği üzere, yılbaşı, Hıristiyanların ‘mübarek gün’ü değil, puta tapıcıların ‘tatil günü’dür bu broşüre göre. (Patrikhane’nin de yılbaşının Hıristiyanlıkla ilgisi olmadığına dair bir açıklama yaptığını bu vesileyle hatırlatalım). Tüm bu gerçeklere rağmen, ehl-i dinin hatırı sayılır bir kısmı, yılbaşını Hıristiyan-Müslüman karşıtlığı içinde yorumlamaktadır. İşin en kötü tarafı, bu minvalde İsa aleyhisselâma saygısızlığa kadar uzanan garip yorumların ortalıkta kol gezmesidir.
Bu tutarsız, ölçüsüz ve haksız tavrın manidar bir göstergesi, birçok ehl-i dinin diline yerleşen ‘bizim peygamberimiz’ sözüdür. Hz. Muhammed, elbette bizim peygamberimizdir; söz, bu içeriğiyle doğrudur. Ama, bu söz, zımnında, ‘onların peygamberi’ni de taşır; ki, birçok müslümanın zihnine yerleşen imge Hz. İsa’nın Hıristiyanların, Hz. Musa’nın ise Yahudilerin peygamberi olduğudur! ‘Bizim peygamberimiz’ ve ‘onların peygamberi’ tabirleriyle yüklü o kadar çok konuşmaya şahit olmuşumdur ki...
Oysa, Yahudiler Hz. İsa ve Hz. Muhammed’i, Hıristiyanlar Hz. Muhammed’i peygamber kabul etmeseler bile, bütün peygamberler bizim peygamberimizdir. Bir müslüman, Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar gelen tüm peygamberlere iman etmek ve tüm semavî kitaplara inanmak ile yükümlüdür. Hz. İsa’nın adı anıldığında onu Hıristiyanların peygamberi olarak düşünmek ve uzağımızda hissetmek, müthiş bir yanılsamadır. Hayır, İsa aleyhisselâmın adı anıldığında, yüreğinin derinliklerinde bir sevgi ve hürmet titreşimi hissetme durumundadır mü’min. Tüm peygamberler gibi, ‘bizim peygamberimiz’dir İsa (a.s.); İslâm peygamberidir. Kur’ân, mü’minlerin ‘peygamberler arasında ayrım yapmaması’nı emretmektedir ve Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) beyanıyla, tüm peygamberler kardeştir. Hz. İsa ve Hz. Musa (a.s.), tam bir hürmetle yükümlü olduğumuz peygamberlerdir ve de Hâtem-i Enbiyanın (a.s.m.) kardeşleridir!
Ki, bir ‘İslâm peygamberi’ olarak Hz. İsa, tüm peygamberlerin haiz olduğu vasıfları bihakkın üzerinde taşıyan ulu’-azm bir peygamberdir. Daha beşikte iken konuşan ve ilk sözü ‘İnnî abdullah’ olan; kulluğunu vurgulayıp risaletini haber verdiği bu mucizeyle iffet timsali Hz. Meryem’e iftira edenleri susturan bu mübarek peygamberin ağzından, hiçbir zaman imana mugayir bir söz sâdır olmamıştır. Peygamberler, tanım gereği, ‘masum’durlar. Hepsi tevhid ehlidir, hepsi müslimdir, hiçbiri hiçbir zaman Allah’tan gayrı ilahlar edinmemiş; hiçbiri dünyevîlik batağına düşmemiştir.
Bu bakımdan, Batıdaki bazı ‘laikliğin doğuşu’ yorumlarının ‘kes-kopyala-yapıştır’ formülüyle İslâm beldesine intikali sonucu zihinlere yerleşen, laikliğin zuhuru ‘günah’ını Hz. İsa’ya yakıştıran, Hz. İsa’nın hakkını ketmemize sâdır olan dikkatsizliğimiz sonucu hiç sorgulamadan aldığımız bir yaklaşımın cidi bir elekten geçirilmesi mecburiyeti vardır. Laikliği Hz. İsa’ya dayandırmak, Kur’ân’ın tarif ettiği ‘nebî,’ ‘resûl’ ve ‘İsa’ gerçeğine göre, sakız gibi ağızda çiğnenip duracak bir ‘çözümleme’ değil, iftiradır.
Bilindiği üzere, laikliğe dair birçok bahiste, Hz. İsa’ya atfedilen “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a” sözü, cismanî iktidar-ruhanî iktidar ayrımının özeti ve de laikliğin önsözü olarak yorumlanır. Bu ise, aslında, ‘Laikliği Hz. İsa başlattı’ demeye gelir. Batılı düşünürlerin böylece dinî bir temele dayandırdığı bu laiklik tahlilini olduğu gibi alan İslâmcılarımız ise, ardından ‘bizim peygamberimiz’den örneklerle İslâm ve laikliğin birarada olamayacağını söylerler.
Hıristiyanî bir iklimde gelişen laik zihniyetin, kendine toplum nezdinde bir yer edinmek üzere Hıristiyanî söz ve kavramları laik bir yorumlamaya tâbi kılması elbette mümkündür ve bu çerçevede “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a” sözü de pekâlâ bir suiistimal konusu edilmiş olabilir. Ama, İslâmî bir ortam içinde laikliği yerleştirmek isteyenlerin sergilediği fikir cambazlıklarına aşina olan Müslümanların, hemen bu sözü ve Hz. İsa’yı ‘laiklik’le lekelemesi kesinlikle yakışıksızdır. Eğer bu söze dayanarak İsa aleyhisselâmı ‘laikliğin başlatıcısı’ gibi görmek doğruysa, hâşâ, Hz. Peygamberin (a.s.m.) ‘Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın’ hadisini dünyevîleşme ve laikliğin meşruiyet kaynağı olarak kullananlara da ses çıkarmamak gerekir. Hatta, Kur’ân’ın “Bize dünyada da hasene, âhirette de hasene ver” misali âyetlerinden laiklik üretenlere de ses çıkarmamak gerekir.
Gerek Kur’ân’dan, gerek hadisten ‘laiklik’ yorumları üretmeye çalışanlara karşı haklı olarak mücadele ederken, kendi kültürel ortamlarında aynı işi Hz. İsa’yı ‘kullanarak’ becermek isteyenler olabileceği ihtimali niye düşünülmez?
Maamafih, bize göre muteber kaynaklarda geçmediği için, Hz. İsa gerçekten böyle bir söz söyledi mi, bilmiyoruz. Ama, Hıristiyanî kaynaklarda geçmesi, yukarıda değindiğimiz gibi, bir sözün muhakkak yanlış olduğu anlamına gelmiyor.
Burada, bir sözün makamını anlamak için ortaya konulan kıstaslar, sanırım açıklayıcı ve bir peygambere yönelik iftirayı kaldırıcı olacaktır. ‘Unsuru’l-Belâgat’ müellifi, bu kıstaslara şöyle değinmektedir:
“‘Söylenene bak, söyleyene bakma,’ söylenilmiştir... Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi [bunlara da] dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.”
Belâgat açısından elzem olan bu tavrın belki en çarpıcı misalini ise, kendisinin ‘Sıddîk’ ünvanıyla anılmasına vesile olan olayda, Hz. Ebubekir verir. Bir grup müşrik, Ebubekir’e (r.a.) gelir ve ‘Şimdi bakalım arkadaşın hakkında ne düşüneceksin? O bize dün gece Kudüs’e gittiğini, orada namaz kılıp geri döndüğünü söylüyor’ derler. Hz. Ebubekir, buna karşılık, şu soruyu yöneltir: “Bunu siz mi söylüyorsunuz, o mu söylüyor?” Bunu o söylüyor, cevabı karşısında, Ebubekir (r.a.) şu karşılığı verir: “O söylüyorsa doğrudur.”
Zira, söylenen söz kadar, söyleyen de önemlidir. Düşmanları nezdinde bile ‘el-Emîn’ olarak anılan, Rabbinin vahyine elçi olan, hayatında ve sözlerinde asla yalan bulunmayan ve birçok ilahî mucizenin mazharı olan bir nebînin söylemesi ile başka birinin söylemesi elbette aynı şeyler değildir.
Keza, dünya ve âhireti birbirine bitişik iki ayrı alan olarak gören, âhireti âdeta Türkiye sınırının bittiği yerde Bulgaristan sınırının başlaması gibi yatay bir düzlemde gören bir insanın “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın” sözüne yüklediği anlam ile, “Dünya âhiretin mezraasıdır” buyuran ve Mi’racı ile âhiret âlemleri kendisine gösterilen bir zâtın bu sözü söylerken ifade ettiği anlam aynı olmayacaktır. O şanlı nebî, bu söz ile mü’minlere dünyanın âhirete ve esmâ-i hüsnâya bakan yüzünde fena ve zeval olmadığını, dünyanın o yüzüne muhatabiyetin ebedî bir cennete mazhariyetin önsözü olduğunu öğretmekte; dünyanın fani yüzüne takılıp kalmaktan kurtulma çaresi olarak da ‘ölümü hatırlama’mızı önermektedir. Fani dünyanın fani lezzetlerini tahrip edip acılaştıran ölüm, bize haşri, Mahkeme-i Kübra’yı, âhiret âlemlerini, cennet ve cehennemi hatırlatmakta; böylece dünya hayatını ‘âhirete ve esmâ-i hüsnâya karşı’ değil, ‘âhiret ve esmâ–i hüsnâ için’ yaşama haline tekrar kavuşmanın önsözü olmaktadır. Dünya ve âhireti iki ayrı alan olarak gören; ve ‘iki tarafı da idare ettiğini düşünen’ laik kafalar bu sözü kendi anlayışlarınca yorumluyor ise, yanlış olan bu yorumdur—sözün kendisi değil.
Zaten, Kur’ân, ‘kalblerindeki eğrilik’ yüzünden Kur’ân âyetlerini bile yanlış yorumlayıp sapanlardan söz etmekte değil midir? Âyetin hakikati, onların yanlış yorumundan elbette münezzehtir. Yanlış da, sorumluluk da kalbinde eğrilik olanındır.
Aynı şekilde, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın sözü Allah’a” sözü, bir tevhid peygamberi olarak İsa aleyhisselâm söylüyorsa başka; cismanî iktidar-ruhanî iktidar ayrımını formüle eden bir Hıristiyan bilgini veya rahibi söylüyorsa başka türlü yorumlanmalıdır. Diğer bir deyişle, bu sözü Hz. İsa söylüyorsa doğrudur ve ‘nebevî ölçüler dahilinde’ anlaşılmalıdır. Ama gerçek İsevîliği cismanî iktidar-ruhanî iktidar ayrımı ile laikleştiren ve ‘şeriatsız bir din’e dönüştürerek dünyevî iktidarlarla barıştıran biri söylüyorsa yanlıştır. Söz Hz. İsa’nın sözü olarak doğru da olsa, sözkonusu kişilerin yaptığı yorum yanlıştır.
Bir kez daha belirtelim: Hz. İsa, bir peygamberdir. Ve bütün peygamberler, müslimdirler. İslâm, bütün peygamberlerin tebliğ ettiği saf dini içerir. Nitekim, tüm peygamberlerin ‘kardeşi’ olduğunu beyan eden Hz. Peygamber, “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri ‘lâilâhe illallah’tır” hadisiyle de aynı nebevî asla dikkat çekmektedir.
Ve bütün peygamberler, bize bir ‘denge’ halini öğretmiş; bizi, dikkat edilmediği takdirde gayrikasdî bir nazarla rahatlıkla düşülebilen ifrat ve tefrit çukurlarından kurtarmış, bu çukura düşenleri de kurtarma cehdinde olmuşlardır. Irk ayrımının galeyanda olduğu bir asırda “Başınızdaki kişi Habeşî bir siyah köle olsa bile ona itaat ediniz” diyerek ululemre itaatin altını çizen Peygamberin (a.s.m.), aynı zamanda “Yaratıcıya isyan konusunda yaratılana itaat yoktur” da buyuran peygamber olması, bunun en net örneklerinden biridir. “Korkma, Allah bizimledir” buyuran Nebi (a.s.m.), aynı zamanda, savaşa zırh giyerek çıkan; Medine etrafına hendek kazdıran nebîdir. “Mülk O’nundur” dersini durmaksızın veren Resûl (a.s.m.), aynı zamanda, “Bende bir hakkı olan varsa işte sırtım, gelsin alsın” buyuran resûldur. Hiçbir zaman, ondan, “Zaten mülk Allah’ın değil mi? Sen hâlâ hangi haktan söz ediyorsun?” gibi bir söz sâdır olmamıştır.
O nebîlerin ve elbette Hâtemü’l-Enbiya’nın (a.s.m.) talimiyle, mü’minler kimi kritik ayrımların şuuruna ermişlerdir. Esbab dairesi-itikad dairesi, mülk âlemi-melekût âlemi, şehadet âlemi-gayb âlemi, hukuk-u ibad-hukukullah, dünya-âhiret gibi ayrımlar bunun örneğidir. Fakat, zahirperestlerin zannettiği gibi, bu ayrımlar, aynı cinsten şeylerin ayrımı değildir. Ayrımın iki ucunda yer alan iki âlem, iki daire veya iki hukuk aynı düzlemde değildir. Biri asıl, diğeri ise nisbî ve itibarîdir; itibarî olan, asıl olan itibarıyla ve ona nisbetle bir varlık ve anlam taşımaktadır.
Buna göre, aslolan melekût âlemidir, âlem-i gaybdır, daire-i itikaddır ve âhirettir. Dünyanın âhirete nisbetle bir değeri vardır. Şehadet âlemi, adı üstünde, ‘âlem-i gayb’ın şahidi olmak üzere vardır. Mülk âlemi, âlem–i melekûtun önünde tenteneli bir perdedir. Daire-i itikad asıldır, yani sebepleri ve sonuçları yaratan O’dur; ama sebepleri, şu dünyanın imtihan meydanı oluşu gibi çok hikmetlere binaen kudretinin önünde bir perde kılmıştır—şeytana ve nefsine râm olanların hakikati görmemesine yeten, ama hakkı arayan ve fıtratını bozmayan insanların hakikati bulmasına engel olmayacak kadar da ince bir perde...
Keza, hukukullah, hukuk-u ibadı da içermektedir. Allah’ın kulu üzerindeki haklarından biri, o kulun, Allah’ın hayat ve vücud verdiği sair kulların hukukunu çiğnememesidir. Dünya diye bir yer ve dünya hayatı diye bir hayat vardır; ama bu dünya ‘esmâ-i hüsnânın cilvelerinin sergi yeri ve âhiretin tarlası’dır; dünya hayatı da bu şuurla yaşanmalıdır. Sebepler yalnızca bir perdedir; herşey O’ndandır. Şu âlem, ‘şiddet-i zuhurundan gizlenen’ Zât-ı Kibriya’nın varlığına şahit olmak üzere vardır.
Kısacası, bütün bu ayrımlar, laiklerin dini vicdanlara hapseden veya din ile devletin arasına duvar ören ayrımları türünden ‘yatay düzleme ait’ ayrımlar değildir; bilakis, herşeyi bir dengeye oturtan ‘dikey düzleme ait’ ayrımlardır. Bu ayrımlar, insanı meselâ ateizmden de, panteizmden de kurtarır. İfratı reddederken, tefrite düşmekten alıkoyar. Mu’tezilî olmayayım derken Cebriye olmaktan, Cebriye olmayayım derken Mu’tezilî olmaktan azade kılar.
Mü’min, esbaba tevessül eder; ama sonucu esbabdan bilerek değil. Mü’min, ulu’lemre itaat eder; ama hâşâ ulu’lemri ve/veya devleti putlaştırarak değil. Mü’min dünya hayatını yaşar; ama dünyayı âhirete bitişik, yani ondan ayrık bir âlem gibi düşünerek değil. Mü’min âlem-i mülkte yaşar; ama melekûta perde ederek değil. Ve yine mü’min, kulların hukukuna riayet eder; ama hukukullah gereği yapar bunu.
İşte, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a” sözü, eğer İsa nebînin sözü ise, Resul-i Ekrem’in ders verdiği bu hakikatler ışığında anlaşılmalıdır. Bu çerçevede yorumlandığı sürece, bu söz son derece doğru, son derece anlamlıdır. Nitekim, her mü’min bu sözün sunduğu nebevî denge halinde yaşama durumundadır.
Ehl-i dünya için, yalnızca ‘Sezar’ın hakkı’ vardır. Onun dünyası ‘sebepler dünyası’ndan ibarettir. O, aynayı merci, gölgeyi asıl sanır. Sonucu sebeplerden bilir. Öyle olduğu için de, iş ‘sebep Sezarları’nda biter. Esbab şirkine dûçar olmuş bir kişi, herşeye sebeplere ve vasıtalara taksim eder, sonuçta Allah’a tevdi edilecek hiçbir ‘hak’ kalmaz. Mü’min ise, sebebi ve sonucu Rabbinden bilir, ama sebebi inkâr etmez. Meselâ, meyveyi alırken bilir ki, o meyve ne ağacın yaratmasıdır, ne de bahçıvanın; ağacı yaratan da O’dur, bahçıvanı yaratan da, meyveyi yaratan da. Mü’min, bu hakikati bilir, meyveyi sebeplere havale etmez; asıl olan ‘daire-i itikad’ açısından, durum budur. Ama, Allah’ın bir kulu olan, O’nun verdiği kol ve beyin gücü ile işgören, O’nun yarattığı toprakta O’nun fıtrî şeriatına uyan bahçıvanın, ‘daire-i esbab’ açısından, bir ‘kesb’i vardır; mü’min ona bu emeğinin karşılığını verme durumundadır. Mü’min ‘daire-i esbab’da bahçıvana ücretini öder; ama ‘daire-i itikad’ açısından, hamd ve şükrünü meyve sonucunu ve bahçıvan, ağaç, toprak vs. sebeplerini yaratan Allah’a tevdi eder. Keza, bir ikrama muhatap olduğunda, ikram edene teşekkür eder; ama onu yalnızca ‘icad’den eli kısa bir ‘vesile’ olarak bilir; bu ‘teşekkür’ü Rabbine yönelik ‘şükr’ün engeli değil, önsözü kılar. Ki, bir hadisin ihbarıyla, ‘İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükredemez.’ Yani, ancak muhatap olunan kulun ‘teşekkür’ hakkını ödeyen kişi, Allah’ın ‘şükür’ hakkını ödemeye müyesser olur.
Kısacası, ayna muhafaza edilmelidir; çünkü mazhardır. Cenab-ı Hak’tan gelen feyze ma’kes olur. Fakat ona, feyiz noktasında, vesilelikten öte bir makam verilmemesi de lâzımdır. Onun kaynak değil mazhar, asıl değil ayna olduğu kesinlikle unutulmamalıdır.
Kaldı ki, bu sözü, Hz. İsa’ya ait ise de laikliğin ifadesi olarak görenler, bu kafayla herhalde fukahayı da ‘laik’ ilan ederler! Zira, yukarıda sözü edilen İslâmî ölçülerin rehberliğinde düşünen; Kur’ân ve Sünnete dayanarak hükmeden fakihlerin ekserisi, gayrimüslim bir beldede yaşayan bir müslümanın ‘vergi kaçırması’nı caiz görmemişlerdir. Verilen zekâtı vergi yerine saymak mümkün olmadığı gibi, kaçırdığı vergiyi zekât olarak istimal etmek de caiz görülmemiştir. Bu hükümlerin gerisindeki hikmet ile, Hz. İsa’nın sözünün gerisindeki hikmet, birbirine muvafık düşmektedir.
Nebîlerin varisi olan, zira nebevî esaslara göre hükmeden fakihlerin hiçbiri laik olmadığı gibi, onların kendilerine varis oldukları nebîler de laik değildir. Her nebî ya bizatihî bir şeriatın elçisi olmuş veya kendinden önceki bir peygamberin şeriatını takip etmiştir. Bir nebî olarak Hz. İsa’nın din ile dünyayı, dünya ile âhireti ayıran ve laikliği işmam eden bir söz söylemesi mümkün değildir. Ama kalblerinde laiklik illeti taşıyanların Hz. İsa’ya atfedilen bir sözü laikliğin aleti kılmaları pekâlâ mümkündür. Bu, o laiklerin günahıdır. Hz. İsa dahil, tüm peygamberler, adı üstünde ‘peygamber’dirler. Hiçbiri laikliğin ve dünyevîliğin adresi kılınamazlar. Tevhidin, saf dinin ve sırat-ı müstakîmin adresidir onlar.
***
Kur’ân’ın Hıristiyanlığa yönelik yaklaşımı ‘meydan okuyucu’ olmaktan ziyade, ‘tadil edici ve tamamlayıcı’ bir mahiyet arzeder. Hıristiyanlara yaklaşımı da, şefkat ve terbiye yüklüdür.
Bir müslüman, Hıristiyan akidesine bakışını, beklendiği üzere, Kur’ân ve hadis ekseninde belirler. Hz. İsa’ya vahyolunan saf İncil’e iman etmekle yükümlüdür; mevcut İncil’lere ise Kur’ân ve hadisin adesesiyle bakar.
İlahî hükümlerin içerdiği cemâl ve sevgiden, ve elbette marifet ve muhabbet-i ilahî boyutundan mahrum bırakıldığı bir ortamın peygamberi olarak, Hz. İsa (a.s.) ‘sevgi’ üzerinde duracaktır. Bu, gerçek İsevîliğin ‘şeriatsız’lığına delâlet etmez; zira, Hz. İsa Hz. Musa’ya gelen şeriatla hükmetti. Ama, zamanla ‘içi boşaltılmış,’ ‘sevgiden arındırılmış,’ bu şeriatın içini yeniden doldurarak, sevgi boyutunu iade ederek.
Ne ki, Hz. İsa’nın bu taliminin zamanla bir ‘tefrit’e konu edildiği gözlenecektir. Yahudilerin zamanla düştüğü ‘cemâlsiz bir celâl’ ifratına karşı, bu kez de ‘celâlsiz bir cemâl’ tefritine düşülmüş; ‘ruhsuz şeriat’ aşırılığının yerini, ‘şeriatsız ruh’ aşırılığı almıştır.
Öte yandan, ‘çocuk’ sonucunu ‘ana ve baba’ sebebine vererek Hz. Meryem gibi bir iffet timsalini iffetsizlikle suçlayan Yahudiler de; Hz. İsa’ya ‘baba’ olarak Allah’ı takdir buyuran Hıristiyanlar da aslında aynı yanılgının, ‘esbâb şirki’nin kurbanıdırlar.
Kur’ân, bu yanılgıları aşma davetinde bulunur ve ehl-i kitabı ‘bazımızın bazımızı rab edinmediği’ bir ‘ortak kelime’ye çağırır. Bunu yaparken, gerek Hz. Musa’nın, gerek Hz. İsa’nın, gerek tüm Benî İsrail peygamberlerinin bir ‘peygamber’ olarak hakkını kesinlikle teslim eder. Bu arada ‘ehl-i kitab’ olarak Hıristiyanları, herşeye rağmen, dinsiz ve putperest gayrimüslimlerden ayırır.
Ehl-i dinin hatırı sayılır bir kısmı, Hıristiyan inancıyla ilgisi bulunmayan yılbaşını Hıristiyan-Müslüman karşıtlığı içinde yorumlamaktadır. İşin en kötü tarafı, bu minvalde İsa aleyhisselâma saygısızlığa kadar uzanan garip yorumların ortalıkta kol gezmesidir.
Bu tutarsız, ölçüsüz ve haksız tavrın manidar bir göstergesi, birçok ehl-i dinin diline yerleşen ‘bizim peygamberimiz’ sözüdür. Hz. Muhammed, elbette bizim peygamberimizdir; söz, bu içeriğiyle doğrudur. Ama, bu söz, zımnında, ‘onların peygamberi’ni de taşır; ki, birçok müslümanın zihnine yerleşen imge Hz. İsa’nın Hıristiyanların, Hz. Musa’nın ise Yahudilerin peygamberi olduğudur!
Oysa, bütün peygamberler bizim peygamberimizdir. Bir müslüman, Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar gelen tüm peygamberlere iman etmekle yükümlüdür. Hz. İsa’nın adı anıldığında onu ‘Hıristiyanların peygamberi’ olarak düşünmek ve uzağımızda hissetmek, müthiş bir yanılsamadır. Hayır, İsa aleyhisselâmın adı anıldığında, yüreğinin derinliklerinde bir sevgi ve hürmet titreşimi hissetme durumundadır mü’min.
“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın sözü Allah’a” sözü, bir tevhid peygamberi olarak İsa aleyhisselâm söylüyorsa başka; cismanî iktidar-ruhanî iktidar ayrımını formüle eden bir Hıristiyan bilgini veya rahibi söylüyorsa başka türlü yorumlanmalıdır.
“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a” sözü, eğer İsa nebînin sözü ise, Resul-i Ekrem’in ders verdiği hakikatler ışığında anlaşılmalıdır. O çerçevede yorumlandığı sürece, bu söz son derece anlamlıdır. Bu sözü laikliğe hamledenlerin günahı Hz. İsa’ya fatura edilemez.
Metin Karabaşoğlu
10.05.2004
Hz. İsa (a.s.) - Mesih
- “Hz. İsa’nın Tutkusu”
- “Tutku” filmine dair...
- H.Kırbaşoğlu’nun "Hz.İsa'yı Gökten İndiren Hadislerin Tenkidi" Başlıklı Makalesine Reddiye
- Hazret-i İsa ölmedi; göğe kaldırıldı!
- Hazret-i İsa ruh ve beden olarak gelecek!
- Hz. İsa (a.s.) ve Yahudiler
- Hz. İsa (A.S.)'nın Nüzulü
- Hz. İsa ahir zamanda inecek mi?
- Hz. İsa Laik miydi?
- Hz. İsa mı Pavlos mu?
- Hz. İsa ve İslâm'ın hakimiyeti
- HZ. İSA YERYÜZÜNE İKİNCİ KEZ GELECEK
- Hz. İsa'nın (a.s.) Yeryüzüne İnişi
- Hz. İsa'nın (a.s.) Zaferi
- Hz. İsa'yı Her Gören Tanıyacaktır
- İncil-i Şerif ve Havariler'in Öyküsü
- İSA "aleyhisselam" İNSAN İDİ, ONA TAPILMAZ
- İSA "aleyhisselam" PEYGAMBERDİR, ONA TAPILMAZ
- İsa (a.s.) peygamberliği icabı mucizeler gösterdi
- İsa aleyhisselamın dini; İsevilik
- İslam’a göre İsa-Mesih yeniden dünyaya dönecek mi?
- Kur'an-ı Kerim ve Hz. İsa (a.s)
- Mel Gibson, Kumran'ın intikamını çok güzel aldı
- Mesih Nerede, Mehdi Kim?
- Ölü Deniz’in diri şahitleri
- Tutku İslam'la örtüşmüyor
- Tutku Tutukluk yaptı
- Yahudiler Tutku'yu Korsan İzliyor
- Yine Nüzul-i İsa (a.s.)
- Hz. İsa (as) Çarmıha Gerildi mi?