Zehirli.Org köşesi

Zehirli Fikirlere panzehir başlığı ile 2006 yılında zehirli.org sitemiz yayına başladı. Yüzbinlerce kişinin ziyaret ettiği sitemiz kritik noktalarda bilgilendirici içerikler sunmaya devam ediyor.

Güzel ahlâkı bilmek iyidir, ama kötü ahlâkı bilmek daha iyidir.
Çünkü insan kötülüğü bilmezse o kötülükten uzak duramaz.

Gayemiz ithal ve zararlı ideolojik fikirlere dair toplumda farkındalığı oluşturmaktır.


Felsefe Nedir


Felsefe = Philosophie, Yunanca “philos” [sevgi] ve “sofia” [hikmet] kelimelerinden meydana gelmiş, “hikmet sevgisi” demektir. Felsefe, bir konu üzerinde insanların akıl ve mantık yolu ile inceleme ve araştırmalarla elde ettikleri sonuçlardır. Her şeyin aslını arama ve ne için var olduğunun sebebini bulmak için çalışma demektir. Felsefe ile meşgul olanların, hem ruh, hem de fen bilgilerinde çok derin bilgi sahibi olması gerekir. Fakat bir insanın ne kadar ilmi olursa olsun, yanlış düşünebilir veya yaptığı araştırmalardan yanlış sonuçlar çıkarabilir. İşte bunun içindir ki, felsefe, hiçbir zaman kesin sonuçlar vermez. Bir kere de, bunu işiten insanın kendi akıl ve mantık süzgecinden geçirmesi gerekir.

Her felsefenin bir de zıddı vardır. Her iki düşünceyi karşılaştırmak gerekir. Birçok felsefi düşünceler zamanla değişebildiği için hiçbir zaman kesinlik taşımaz. Dinimizdeki nasslar ise kesindir, tartışılmaz.

DOĞRU, HİÇ BİR ŞEY YENİ DEĞİLMİŞ !...

Pakistan’ın Karaçi şehrinde bulunan , El Mektebetu’l- Fârûkıyye namında bir yayın evinin neşrettiği, “Vakfe Me’a l – Lâ Mezhebiyye” isimli, Muhammed Ebû Bekir Ğâzî Fûrî tarafından, Arapça olarak yazılan bir kitap aldım. Yenilerde yayınlanmış. Hindistan ve Pakistan coğrafyasındaki, herhangi bir Mezhebin usûlünü benimseyip o çizgiden gitmeyi reddeden, Mezhebe uymayı, sapıklık ve bid’atçılık sayan, kendilerine, Ehl-i Hadîs, Ehl-i Sünnet, Ehl-i Eser ve Selefiyyûn isimlerini takan, başkalarının ise, onları, Mezhebsizler veya Vehhâbîler diye isimlendirdiği, Mezheb tanımayanlar Mezhebi, yani, Kur’an ve Sünneti belli bir usul ile değil de, usulsüzlük usulü ile anlayanlar ve anlatanlar taifesine karşı yazılan, onları, Suud’daki Vehhâbîlere veya kendilerine “Selefiler “diyenlere ihbar eden bir kitap. Aynı çoğrafyadaki, “Duyûbendîler” isimli, “Mutedil Hanefîliğ”i sürdüren ilim medresesine karşı yazılan, ama, anlaşıldığına göre, bir hayli de iftira ve karalamayı bulunduran kitaba karşı, tamamen değilse de, büyük ölçüde benzer bir üslup ile yazılan bu “Vakfe Mea’l-Lâ-Mezhebiyye” yani, mezhepsizlerle bir otur(up hesaplaş)ma namındaki kitabın yazarı, belli ki bir çok doğrularla bir çok yanlışları harmanlamış. Hınçla ve hışımla, bir hayli de intikam hissiyle kaleme alındığı görülen kitabın yazarının muhakkık bir âlim olmaktan çok, ateşli bir taraftarlık vasfı öne çıkmakta. Haklı olduğu hususları müdafaa edeyim ve bir takım yanlışları göstereyim derken, bir çok doğruları da yerle bir etmekte...

AKLI KARIŞIKLAR İÇİN TASAVVUF MÜDÂFÂSI -III-



Kur’an zikri emrediyor

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve ‘Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru’ derler.” (Âli İmran, 190-191)

Bu ayet, tek başına mutasavvıflara yöneltilen çok zikirle ilgili tenkitleri çürütmeye yeter. Çünkü zikrin özel bir tarifi bu ayette yapılmıştır. Mutasavvıflar buna “Murâkabe” ismini verirler ki, ileride daha detaylı değineceğiz. Bu ayette, zikredenlerin her durumda zikrettikleri ve tefekkürde bulundukları belirtilerek, zikir ehli övülmektedir.

‘Zikir’ lügatte; anmak, hatırlamak, zihinde tutmak, unutmamak manalarına karşılık gelmektedir. Kur’an’da ise; Allah’ı anmak ve hiç unutmamak manalarında kullanıldığı gibi namaz (1) ve Kur’an (2) manalarında da kullanılmıştır. Bu itibarla namaz kılmak da bir zikirdir, Kur’an okumak da. Ancak sufîlerin ‘zikr-i daimi’ veya ‘zikr-i sultani’ olarak isimlendirdikleri, her an Allah’ı hatırda tutma, yani her an O’nu anmak ise işte bu ayetin övdüğü zikirdir.

MODERN İSLÂM ANLAYIŞI

İslâm değişmedi ve asla değişmeyecek. Çünkü dinin sahibi Cenab-ı Allah ve dinini koruyacağını vaad ediyor.

Fakat din ve dindarlık anlayışımız bize ait ve hayli zamandır tuhaf bir değişimin girdabında.

Kısaca “Modern Anlayış” diye adlandırdığımız bu yeni anlayışın “kitaplarımızda yeri yok.” Yok, çünkü kendi kitaplarımızın irfanından doğmadı. Kendi aklımızın, kendi kalbimizin teknesinde yoğrulmadı.

Bu durumu anlamamız lazım. Anlayalım ki saf ve arı duru olanı bilelim, ona yönelelim. Kurtuluşumuz orada.

Uzun uzun açıklanabilir ama “modernleşme” kelimesiyle kastedilen şeyi, kısaca, “Batılı insan gibi düşünme, onun gibi davranma, onun değerlerini benimseme tavrı” olarak özetleyebiliriz.

Müslümanın modernleşmesinin temelinde ise kendi değerlerine yabancılaşma ve Batılı insan karşısında aşağılık kompleksi duyma hissi oldukça baskın bir şekilde mevcuttur.

EFENDİMİZİN (SAV) 24 SAATİ

Hiç merak ettik mi acaba, canımızdan çok sevmemiz gereken ve -inşallah- sevdiğimiz Hz. Peygamber (sav) Efendimiz bir gününü nasıl geçiriyordu? Ne zaman yatıyor, nasıl kalkıyor ve bütün gün boyunca neler yapıyordu?

Peki O’nu niçin sevmemiz gerektiğini de biliyor muyuz? Güçlü bir iman ve derin duygularla bağlı olduğumuz peygamberimizi, ilim ve şuur yönüyle de tanımak ve bilmek, bizi gerçek kulluğa götürecek en büyük vesile olacaktır.

Sevmek Benzemeyi Gerektirir

Hz. Peygamber (sav)'i sevmek, herkese farzdır. Zaten, Cenab-ı Hakkı sevmek de buna bağlıdır. Allah-u Teâla’nın sevgili Peygamberini sevmedikçe, ona uymadıkça, Allah-u Teâla’yı sevmek saadeti ele geçmez.

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olunuz ki Allah da sizi sevsin." (Al-i İmran; 31) Allah-u Teâla, Habib’ine böyle demesini emir buyurmaktadır. .

MODERN İSLAMCI KADINSI SÖYLEM

Batılılaşma serüveninde geldiğimiz son aşama, İslam'ın, bizzat onu talep edenler eliyle dönüştürülmesi vakıasının yaşandığı bir garip süreç. İslam'ın Müslümanlar'dan esirgediğini (!) Batı'dan ithal düşünce kodları sayesinde keşf ettik. Bu "tartışma dışı" zeminde ayağımız yer tuttuktan sonra sıra "özgürlük", "eşitlik"… gibi kavramlarla çatışma teşkil eden Kur'an ve Sünnet nasslarına geldi.

Bu paragrafı okuyan "İslamcı kadınsı söylem" sahiplerinin, "İslam'ın Müslümalar'dan esirgediği" ifadesi üzerinde odaklanacağında kuşku yok. "Eğer kadınıyla erkeğiyle Müslüman bireylerden esirgenen bir şeyler varsa, onu esirgeyen İslam değil, onun kaynaklarını "geleneksel" bakış açısıyla yorumlayan Ulema/Fukaha'dır" diyecekler. Bunu da "Din'in tarihsel ve evrensel okunuşu" başlığı altında dile getirilen "Batı kaynaklı" tesbitlere yaslanarak yapacaklar çaktırmadan. Bu yolun kıvrımları "İslam başka, Şeriat başkadır" ya da "Sabit Din, Dinamik Şeriat"dan geçerek "Çağdaş İslam"a kadar uzanacak tabii olarak.

PEYGAMBERİMİZ’İ TANIMA VE O’NA İTTİBA -IV-

Sevgi, iman, itaat…

İmanın hakikatine ermek için Rasûlullah (s.a.v.)’i tanıma ve anlama noktasında gerekli olan bilgi, sevgi, iman ve itaat hususlarını ve bunlardaki noksanlıklarımızı Kur’an, Sünnet ve Sahâbe anlayışı çerçevesinde işlemeye çalıştık. Makalemizin bu bölümünde, O’na iman ve itaatle kazanılan nimetler ile O’ndan uzaklaşılınca içine düşülen dalalet çıkmazına değinmeye çalışacağız.

Efendimiz (s.a.v.)’e iman ve itaatle kavuşulan nimetler…
Peygamberimiz’in risaletinden önce ‘Cahiliye’ diye isimlendirilen dönemde insanlar, zulüm ve azgınlıkta son derece ileri gitmiş idiler. O dönemde zina, hırsızlık, zulüm, çapulculuk vs. her nevi kötülük had safhaya ulaşmıştı. Rasûlullah (s.a.v.)’in Peygamber olarak gönderilmesiyle birlikte, kötülüğün her çeşidinin özgürce işlendiği, tevhid inancının kaybolduğu Cahiliye Devri çok kısa bir zamanda Asr-ı Saadet’e, o devrin insanları da hidâyet rehberi kişilere dönüşmüştür.

SÜNNETE TABİYET; VAHYE TABİYETTİR

Sünnetin kaynak değeri nedir? Sünnetin İslam’daki önemini açıklar mısınız?

(Hakan Çalışkan)

İslam hukukunda sünnet, ikinci kaynaktır ve teşride Kuran-ı Kerim’den sonra gelmektedir. Sünnet hükümleri açıklama bakımından Kuran’ın tamamlayıcısı ve yardımcısıdır. Aynı zamanda sünnet Kuran’da bulunmayan hükümleri de koyabilir. Sünnetin teşrideki yerini maddeler halinde özetleyebiliriz.

1- Sünnet; Kuran’ın mübhem ve mücmellerini açıklar. Umumi hükümlerini tahsih eder. Fakihlerin çoğunluğuna göre nasih ve mensuhu bildirir.

2- Sünnet; Kuran’da asılları sabit olan konuların hükümlerini tamamlayıcı mahiyette açıklamalarda bulunur.

3- Sünnet; Kuran’da olmayan bir kısım hükümleri açıklar.

Hadislerimi Yazın!


İlmi talep etmeye koşun. Sadık bir kimseden işitilecek bir hadis–i şerif, dünya ve dünya hazinelerinin hepsinden daha hayırlıdır. Kendine fayda veren iki hadis bile öğrenip, onları başkasına da öğreten ve onlardan faydalanan, altmış yıllık nafile ibadetten daha fazla sevap alır.

İlmi talep etmek, her Müslümana farz olduğu gibi, ilmi neşretmek de böyledir. Hadis–i şerifte de, hikmetin, mü'minin kaybolmuş malı olduğu, nerede bulursa, derhâl alması gerektiği bildirilmiştir.

Ayrıca, "Burada olanlarınız, burada olmayanlara tebliğ etsinler! Belki de kendilerinden daha anlayışlı birine tebliğ etmiş olabilirler. Sözlerimi işitip belledikten sonra, başkalarına aynen aktaranın Allah yüzünü ağartsın."(1) Bu hadis–i şerifleri baş tacı eden âlimler gereğini yerine getirmek için gerçekten büyük uğraşlar vermişlerdir.

Hz. Ebû Zerr el–Gıfârî Radıyallahu Anh şöyle demiştir:
"Kılıcı enseme dayasanız dahi Resûlullah'tan duyduğum bir sözü, başım kesilinceye kadar tebliğe vakit bulacağımı bilsem, o sözü muhakkak size yetiştiririm." Bu söz, hadis ilmine verilen önemi göstermektedir.

Sünnet İnkârcılarına CEVAP II


Resûlullah'a itaatin, Allah'a itaatle birlikte yan yana zikredilmesindeki incelik; Allah Resûlü'nün değerini ortaya koymak, 'Kur'an'da bulunmayan dinî emirleri yapmak gerekmez' zannını yıkmak ve Peygamber Efendimizin, Kur'an'dan ayrı ve müstakil olarak Hadislerinde ortaya koyduğu emirlerine itaat etmektir."

Sünnet; İslâm'ı anlamak, kavramak ve yaşamak hususunda en doğru ölçü ve yorumdur. Allah'tan gelen vahyi almak için peygamberlerin aracılığına insanların nasıl ihtiyacı varsa, Kur'an'ı anlamak için de Peygamber'in yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır.

Bütün peygamberler, Allah'tan gelen ilâhî vahyi insanlara harfiyen tebliğ eder, açıklanması gereken yerleri açıklar ve kendi hayatlarında yaşayarak uygulamasını gösterirler. Nitekim Hz. Aişe anamıza Peygamber Efendimizin ahlâkından sorulduğunda Hz. Aişe anamız cevaben "Onun ahlâkı Kur'an'dı." buyurmuştur. Kur'an'ın hangi emri nasıl yerine getirilecek, hangi nehiyden nasıl içtinap edilecekse, Efendimiz bunu bizzat yaşayarak göstermiştir. Hiç şüphesiz o, Kur'an'ı en iyi anlayan ve en mükemmel şekilde hayata geçirip tatbikat sahasına koyandır. Yani Efendimiz, Kur'an'ın canlı bir tefsiri ve yaşayan bir İslâm'dır.

Sünnet İnkârcılarına CEVAP III..


ALLAH'IN EMRETMEDIĞI BIR SÜNNET HÜKÜM OLARAK KONMAMIŞTIR

Yüce Kitabımız Kur'anı Kerîm'in eksiksiz ve açık, dinimizin de tamamlanmış olmasına rağmen onun Sünnet tarafından yorumlanmasına ve açıklanmasına gerçekten ihtiyaç var mı?" şeklinde bir soru aklımıza gelebilir.

Öncelikle şunu ifade edeyim ki, Allahu Teâlâ'nın, peygamberler aracılığı ile emir ve yasaklarını kullarına duyurması, nasıl ki bir acizlik ve eksiklik değilse, Sünnet'in varlığı da kesinlikle Kur'an'ın eksik ve yetersizliği anlamına gelmez. Elbette Kur'anı Kerîm'in gayet açık ve anlaşılabilir olduğu bir hakikattir. Ancak onun muhatapları olan insanların anlayış seviyeleri farklı farklı olduğundan onu herkesin aynı şekilde, doğru olarak anlayıp kavramaları imkânsızdır. Dolayısıyla kim, neyi anlamak ihtiyacında ise, ona bunu anlatmak ve iyice anlaşılması için de açıklamak lâzımdır.

NASIL HÜKMEDİYORSUNUZ

“De ki: Sizin ortak koştuklarınızdan gerçeğe götürecek var mı? De ki gerçeğe götüren Allah’tır. Gerçeğe götüren mi uyulmaya daha layıktır. Yoksa hidayet vermedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? O halde neyiniz var! Nasıl hükmediyorsunuz!” (Yunus 35)

Fetva ehliyetli kişilerin işidir. İslam hukukuna göre müftü kendisine sorulan sorunun hükmünü, kitap ve sünnet naslarından çıkarır veya nasların ışığı altında içtihat ederek çıkarır. Bu yönü ile fetva verme işi ilmî iktidar meselesidir ve içtihada dayanmaktadır. Usül âlimlerine göre bir kişinin fetva verebilmesi için o şahsın müçtehit olması gerekir. İçtihat iktidarına sahip olamayan bir kişiye hakikatte müftü denilemez. Bu şartları taşımayan kişilere mecazen müftü denilir. Âlimlerin ortak görüşü müçtehitlerin görüşünü ezberleyen ve müçtehit olmayan kimse müftü değildir. Böylesinin vazifesi kendisine sorulduğu zaman, İmam-ı Azam gibi bir müçtehidin görüşlerini nakletmektir. Zamanımızdaki âlimlerin fetvaları gerçek fetva olmayıp müçtehit müftülerin fetvalarını nakletmekten ibarettir.

İslam'da yorum tekeli

Müslümanlar arasında ihtilaf konusu olan meselelere nasıl bakılması gerektiği konusunda kafalar eni-konu karışık durumda. En küçük bir fıkhî meselede bile ehli tarafından tercihte bulunulmasına tahammül gösteremeyenlerden, ihtilafın alanının en temel itikadî meselelere bile uzanabileceğini düşünenlere kadar geniş bir yelpaze söz konusu.

Bu meseleyi tafsil etmeden, genellemeler yaparak ve kestirmeden giderek hüküm vermek isabetli olmaz. Zira kalkış ve varış noktamız, ele aldığımız meselenin mahiyetine/muhtevasına göre değişiklik arz edecektir. Benim burada yapmayı tercih edeceğim tafsil, "itikad"i", "fıkhî" ve "diğer" olmak üzere üç ana gövde üzerine ibtina edecek. Elbette bunların her biri de kendi aralarında maddelere ayrılacak.

1. İtikadî alan. İnanılması "zaruri" olan temel itikad esaslarında ihtilaf olmaz. Dolayısıyla bir kimse açık ve kesin nasslarla sabit olmuş hususlardan birini veya birkaçını -ne suretle ve gerekçeyle olursa olsun- inkâr ediyorsa, kendisini "Müslüman" olarak ifade etmesi hiçbir şeyi değiştirmez, o kimse dinden çıkmıştır. Allah Teala'nın varlığı ve birliği, peygamberlerin, meleklerin ve kitapların varlığı, ahiret günü ve kader meseleleri böyledir. Burada son madde üzerinde biraz durmak gerekir. Fazla yer işgal edeceği için bir başka yazıda müstakil olarak ele alınması gereken bu nokta üzerinde şimdilik şunu söyleyelim: Biz bir fiili işlemeden Allah Teala bizim o fiili ne zaman ve nasıl işleyeceğimizi ve fiilin sonuçlarını bilemez gibi bir anlayış açıkça küfürdür.

Muhtelif meseleler

Soru: 1. Günümüzde İslam devleti adı altında kurulmuş bulunan devletlerde mürtedlerin öldürülmesi hükmünün uygulanması mümkün müdür?

2. İslam'da neden mürted erkek öldürülüyor da, mürted kadın öldürülmüyor?

3. Prof. Dr. Hayreddin Karaman, bazı durumlarda abdestsiz namaz kılınabileceğine fetva verdi. Bu konudaki görüşünüz nedir?

Korunmuşluk açısından sünnet 2

Cumartesi günkü yazıyı "metnin/delilin" korunması, "mananın/medlulün" korunması anlamına gelmez diyerek bitirmiştik. Bu nokta üzerinden devam edelim: Cebrail (a.s), Efendimiz (s.a.v)'e bir tek din getirmiştir. Efendimiz (s.a.v) de bu dini Cebrail (a.s)'dan aldığı gibi ashabına aktarmıştır. Bir önceki yazıda altını çizdiğim gibi bu "aktarış"ın iki boyutu vardır: "Tebliğ" ve "beyan."

Bu din Sahabe'ye gereği gibi hem tebliğ hem de beyan edilmiş, onlar da Efendimiz (s.a.v)'den aldıklarını kendilerinden sonraki kuşağa aktarmışlardır. Sahabe kuşağı henüz hayattayken zuhur eden birtakım fırkalar, yeni ve farklı din telakkileri ile ortaya çıkmışlardır.