Zehirli.Org köşesi

Zehirli Fikirlere panzehir başlığı ile 2006 yılında zehirli.org sitemiz yayına başladı. Yüzbinlerce kişinin ziyaret ettiği sitemiz kritik noktalarda bilgilendirici içerikler sunmaya devam ediyor.

Güzel ahlâkı bilmek iyidir, ama kötü ahlâkı bilmek daha iyidir.
Çünkü insan kötülüğü bilmezse o kötülükten uzak duramaz.

Gayemiz ithal ve zararlı ideolojik fikirlere dair toplumda farkındalığı oluşturmaktır.


İSLAM MODERNİZMİ ÜZERİNE

M.G: Önce çalışmalarınızdan başlayalım isterseniz. Okuyucu sizi, “Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi” adlı bir seri kitap çalışmanız ile tanıdı. Neden “tenkit” ve neden “Modern İslam düşüncesi”nin tenkidi?

E.S: Bismillâhirrahmanânirrahîm.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, “tenkit” olgusu, bizim kültürümüzün ve ilim geleneğimizin yabancısı olduğu bir husus değil. Hatta diyebiliriz ki, geçmişten devraldığımız devasa ilim mirasının temelinde “tenkit” olgusu vardır. Meşru sınırlar içinde kalmak ve kabul edilebilir gerekçelere dayanmak kaydıyla insanların herhangi bir konu üzerinde görüş ayrılığına düşmesi normaldir, tabiidir.

“Müsademe-i efkârdan barika-i hakikat zuhur eder” sözünün anlattığı hikmeti, görüş ayrılığına düşülmesini yanlış bulma eğilimindeki bir anlayışın kavraması mümkün değildir. Görüşler farklı olacak ve belli bir zeminde, belli şartlar doğrultusunda çarpışacak ki, hakikat şimşeği de oradan zuhur etsin değil mi?..

Dini Hassasiyetin Zayıflaması Mezhep Hassasiyetinin Zayıflamasıyla Doğru Orantılıdır

Hocam mevzu hadislerin varlığı bir gerçek. Ancak bundan hareket ederek hadislerin sıhhatini sorgulayanlar bir müddet sonra sahih hadislerin varlığından da şüphe etmeye başlıyor. Bunun dengesini nasıl korumak lazım? Şimdi mevzu hadisler var diye hadis kurumunun zaafa uğratılması doğru mudur? Çünkü böyle örneklerle bazen karşılaşıyoruz.

Evet, eğer kastettiğiniz bir kurum olarak hadis ve sünnet karşısında zayıflayan hassasiyet ise bunu şöyle ifade edebilirim: Bu bir anlayışın ürünüdür, sonuçtur. O anlayışın arka planında başka kabuller vardır. Hadislerin sıhhatiyle ilgili tereddüt aslında bu kabullerin bir sonucu olarak yansır. Yok, bir araştırma meselesiyse, yani hadisler konusundaki sahih midir değil midir tarzındaki tartışmalı tavır, mütereddit tavır bir araştırmanın sonucunda ortaya çıkmışsa buna saygı duymak lazım. Demek ki kişi bilmiyor ama araştırıyor, bir sonuca varacak. Fakat günümüzde yaygın olan ilk söylediğimdir.

Yani hadiste bir kurum olarak gösterilmesi gereken hassasiyeti insanların kaybetmesi söz konusu. Bu da Kevserî merhumun, ‘mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür’ tarzındaki ifadesinde kristalize oluyor.

MODERN ÇAĞIN FETVACILARI

Şimdi artık fetva verilirken delilin kuvvetine bakılmıyor. Kimse söylediklerinin Kur’an’a, Sünnet’e, İcma’a ve Kıyas’a, dolayısıyla Allah Tealâ’nın rızasına uygun olup olmadığını dikkate almıyor, araştırmıyor. Dikkate alınan tek bir husus var: Çağdaş değer yargılarıyla çelişmemek…

Fetva vermek, fetva soran kişiye, sorduğu meselenin dinî hükmünü bildirmek demektir. Hüküm doğrudan doğruya dine mal edildiği için fetva verme işi son derece hassas ve risklidir.

Bu itibarla fetva ile hükme bağlanan, daha doğrusu hükmü karşı tarafa bildirilen mesele sağlam delillere dayalı olmalıdır. Zira fetva veren kişi, “Bu konuda Allah Tealâ’nın razı olduğu hüküm budur.” demiş olmaktadır.

Fetva verme işinin hassasiyeti, sadece ilgili kaynakların ittifakla naklettiği bu keyfiyetten kaynaklanmamaktadır. Yüce Rabbimiz’in şu ayetlerde beyan buyurduğu hükümleri “fetva vermek” olarak Yüce Zatı’na izafe ve isnad etmiş olması, fetva işinin ehemmiyetini ortaya koyan bir diğer önemli noktadır.

“Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: Onlar hakkında fetvayı Allah veriyor…” (Nisa, 127)

“Senden fetva istiyorlar. De ki: Allah kelâle (babası ve çocuğu olmayan) hakkında şöyle fetva veriyor…” (Nisa, 176)

NÜZUL-İ İSA (A.S) ÜZERİNE

Hocam memleketimizde son günlerde Hazret-i İsa’nın nüzulü konusu, Ehl-i sünnet itikat esaslarından önemli birini teşkil eden Hazret-i İsa’nın nüzulü konusu maalesef tartışma konusu yapıldı. Çok yakın bir tarihte de bir televizyon kanalında bu konuyla alakalı olarak seviyesiz ciddi bir tartışma sergilenmiş oldu. Bunun üzerine Ehl-i sünnet’in bu derece önem verdiği bir konu ile ilgili olarak konunun gerçek ve sahih olan tarafını insanlara aktarmak amacıyla, mesuliyetimizi ifa hususunda az da olsa bir katkı olsun diye bu konuda sizinle bir söyleşi yapmayı planladık.



Öncelikle hocam Hazret-i İsa’nın nüzulü diye bilinen Ehl-i sünnet inanç esaslarından biri olarak tarih boyu kabul edilmiş, ispatlanmış ve belgelenmiş bir konu etrafında konuşuyoruz. Genelde insanlarda bu tartışmalar neticesinde oluşan bir şey var… şöyle bir yanlış kanaat var, şöyle bir tereddüt var. Sanki Ehl-i sünnet alimleri Hazret-i İsa’nın nüzulü konusunu böyle çok zayıf bir takım emareler, deliller üzerine bina etmiş gibi; bu konuda eskiden beri kabul edilmiş bir fikir varmış da, işte geleneksel kabule aykırı davranmamak adına insanlar bunu kabul ediyormuş gibi, böyle bir tevehhüm var.

EBUBEKİR SİFİL İLE SÖYLEŞİ

Ebubekir Sifil Bey, İslami Camia’da nazarını “Ehl-i Sünnet” ölçülerinden ayırmadan dik durabilen bir yazarımız. Hak bahis olunca ve deliller ortaya konunca fikrinden dönme faziletini gösteren insanlardan..

Bize sıkça gelen sorulardan bir derleme hazırlayarak röportaj teklifimizi iletince kırmadılar, kendilerine teşekkür borçluyuz..Sorulara dokunmadık, Sorular ziyaretçilerimizin ifadesi ile soruldu, bu da bizim için bir ilk oldu.

Ebubekir beyin bazı fikirlerinden rahatsız olanlara da tavsiyemiz, hakikatleri şahıslarla tanımaya kalkmayınız ve adaletli düşünmeyi öğreniniz. Bâkisi hayal ve hüsran..

Soru: Miraç’ta Allah Resulünün(SAV) Hz.Musa ile konuşması ve namazları elli vakitten beş vakte indirmesi hadisesinin aslı var mıdır?

Hz. Peygamber (s.a.v)'in Miraç'ta birçok peygamberle (hepsine selam olsun) ve bu arada Hz. Musa (a.s) ile konuşması ve onun önerisi doğrultusunda namazların 50 vakitten 5 vakte kadar indirilmesi için Rabbü'l-alemin'e (c.c) niyazda bulunması rivayeti sahihtir. Başta el-Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadis imamı Miraç rivayeti meyanında bu hadiseyi de aktarmıştır.

MODERN İSLAM DÜŞÜNCESİ ÜZERİNE

Altınoluk: İslâm içerisinde Modernist çizgi deyince neyi anlamak lâzım, isterseniz buradan başlayalım.

E.S: İslam dünyasında tarihin muhtelif dönemlerinde fikrî ve toplumsal anlamda bir takım inkıta dönemleri var. (Felsefe ve tercüme hareketleri ve) Moğol istilası vb. gibi. Bu inkıta dönemlerinin her birinden sonra İslam Ümmeti sahip olduğu dinamikler sayesinde yeniden toparlandı; yeniden selefî anlamda İslamî öze dönüşü hedefleyerek, bunu kısmen tarihî süreç içerisinde gerçekleştirdi. Fakat İslam dünyası tüm bu fetret dönemlerinin sonunda ve belki de son ve en önemli ayağı olarak modern zamanların getirdiği bir retorikle karşılaştı. Bu, aynı zamana İslam dünyasının fikrî, siyasî, ekonomik, askerî anlamda ve hayatın her alanında Batı karşısında zayıfladığı bir döneme tekabül ediyordu. Fakat, çok enteresandır; İslam dünyasının tarihte gerçekleştirdiği "Selef'e dönüş, "öze dönüş, "Sadr-ı İslam'a dönüş" hareketi modern zamanlarda bir türlü kendini gösteremedi. Bunda Batı'da geliştirdiler, modern zamanların teknikleri, ilmî faaliyetleri, bilinç süreçleri çok etkin bir rol oynadı. Çünkü artık Müslümanlar, "Neden Sadr-ı İslam'a dönmeliyiz?" sorusunu da sormaya başladılar. O zaman (tarihte) bu soru sorulmuyordu. "İdeal İslam orasıdır, oraya dönmeliyiz" deniyordu. Ama bugün, daha doğrusu bizim, Modernite'yle başlayan serüvenimiz, bu anlayışı da sorgulayarak başladı. "Neden Sadr-ı İslam?" "Neden Asr-ı Saadet?"

İSLÂM VE KÖLELİK

Müslüman olmayanlar tarafından İslâm’a eleştiri yöneltenler olabilir. Kimilerinin eleştirisi cehaletten kaynaklanır. Kimilerininki ise gayz halidir. Hazmedemeyişten, hınçtan kaynaklanır. Fakat daha ilginç olanı ise müslümanım diyen bazılarının onlara destek vermeleridir. Bu ise, izahında zorlandığımız, bir müslümana asla yakıştıramadığımız bir tavırdır. Bu tavra konu olan hususlardan biri de kölelik meselesidir.

Batı kaynaklı “insan hakları” kavramının evrensel ölçekte hukukun temeline yerleştirildiği günümüzde İslâm’a yöneltilen belli başlı eleştirilerden birini de kölelik meselesi oluşturuyor. Gerçi işbu “insan hakları” kavramına bizatihi Batılılar’ın ne kadar riayet ettiği, özellikle 11 Eylül sonrasında hayli tartışılır hale gelmiş bulunuyor; bu bir vakıa. Ancak başlangıçta Batılılar tarafından dillendirilen, akabinde Batıcılar (Modernist Müslümanlar) tarafından sürdürülen iddiaların, gerçeği ne ölçüde yansıttığını da bilmek durumundayız.

Esas meseleye geçmeden önce “usül” hakkında temel bir tesbit yapmamız gerekiyor. Batılılar tarafından (çok eşlilik, kadının konumu, faiz yasağı, bazı cezaî müeyyideler... vb. konularda) İslâm’a yöneltilen eleştiriler hakkında bazı müslümanların şu iki tavırdan birini takındığı görülüyor

SÜNNET'İN OTORİTESİ

İslam'ı ve Müslümanlar'ı tarihsel düşman olarak bellemiş bulunan Batı'nın, bu düşmanı ortadan kaldırmak veya en azından etkisiz hale getirmek için tarih boyunca çeşitli yöntemler kullandığını, bu durumun günümüzde de aynen devam ettiğini ayrıca belirtmeye gerek yok.

Haçlı seferleri, fiilî işgaller, sömürgeleştirme, misyonerlik faaliyetleri ve nihayet Oryantalistler'in gayretleri, Batı'nın İslam'ı çökertme emelini gerçekleştirmek üzere uygulamaya koyduğu yöntemlerden belli başlılarıdır.

Bu yazının konusunu, bunlar arasında Oryantalistik yöntemin ilgi alanına giren ve kaynağını orada bulan bir "problem" oluşturmaktadır: Sünnet'in otoritesi ya da Hz. Peygamber (s.a.v)'in teşri (hüküm koyma) yetkisi.

Kur'an'ın tefsiri, beyanı, hayata açılımı noktasında tek bağlayıcı merci Sünnet'tir ve bu, bizzat Kur'an tarafından ortaya konmuş bir realitedir. Efendimiz (s.a.v)'e itaati ve ittibayı emreden, O'na muhalefetten sakındıran Kur'an ayetleri bu hususu tartışma götürmez bir kesinlikte ortaya koymaktadır.

TARİHTE TESETTÜR DÜŞMANLIĞI

98 Şubatında İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünün yayınladığı genelgeyle üniversiteye bağlı fakülte, yüksekokul, sosyal tesisler vs.de başörtünün yasaklanması ve bu yasağa karşı öğrencilerin gösterdiği kesintisiz direniş başörtüsü sorununu Türkiye gündeminin üst sıralarına taşıdı. 98-99 eğitim-öğretim döneminde YÖK (Yüksek öğretim kurulu, M.K.) kararları doğrultusunda yasağın diğer üniversitelere de yaygınlaştırılması ve öğrencilerin yasak karsısında kararlı tutumları nedeniyle başörtülü yasağı, başörtüsü konulu tartışmalar bu seneye de yayıldı...

Bu yazı başörtüsü daha genellersek örtünme olgusu tarihine, bu konuda lehte ve aleyhte oluşan taraflar ekseninde kısa bir değini olacaktır.

Tevhid-şirk, hak-batıl, zalim-mazlum gibi zıtlıklar bağlamında, en eski çatışma alanı olarak insanlığın atası Adem-Havva (as.) ve onların İblisle mücadelesinde örtünme ve çıplaklık tezatlıklarını da görmekteyiz. Bu mücadelenin en önemli unsurlarından biri olması örtünmenin hayatiyetini ortaya koymaktadır.

"Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi. Ve onlara: Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti. Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar.

Prof.Dr.Hüsameddin Farfûr :Modernistler İslami İlimlere Yabancı

İlmî ve kültürel değerlerine yabancı, ne olduğunun idrakinden uzak, özgüven itibariyle yetersiz olan akademisyenlerin yer aldığı çevrelerde “İslam’ın sol yorumu”, “Liberal İslamcılık”, “Laik İslamcılık”, “Tarihselcilik” gibi adlandırma ve yaklaşımların yüksek sesle dile getirilmesi aslında çok da sürpriz bir durum değildir. Mısır, Türkiye, Endonezya başta olmak üzere bütün bir İslam coğrafyasında etkin olan bu tür akımları ve bu bağlamda ilmî gündeme ilişkin bazı hususları Şam “el-Fethu'l-İslâmî Enstitü”sü idarecisi ve hocası Prof. Dr. Hüsâmuddîn Farfur hocayla konuştuk.

Şam'da 8 asırlık bir geçmişi olan Farfûr âilesi kuşaktan kuşağa yetiştirdiği âlimleriyle meşhurdur. Sözgelimi Hüsâmuddîn Farfûr hocanın dedesi Meşhûr Hamefî fakihlerinden Abdurrahîm el-Farfûr, babası Allâme Muhammed Sâlih el-Farfûr'dur. Muhammed Abdullatîf Farfûr, Veliyyüddîn Farfûr, Abdurrahmân Farfûr, Nasruddîn Farfûr ailenin ilimle meşgul olan diğer fertlerinden bazılarıdır. Hüsâmuddîn Farfûr şu anda el-Fethu'l-İslâmî Enstitüsü'nün ihtisas bölümü başkanı ve hocasıdır. Enstitüde İslâm Düşüncesi ve fıkıh dersleri okutmaktadır.

Enstitü 1956'dan günümüze dünyanın dörtbir yanından Şam'a gelen talebe-i ulûmun ehl-i sünnet anlayışı çerçevesinde yetişmelerine katkıda bulunan önemli bir eğitim kurumudur. Türkiye'den de talebelerin bulunduğu Enstitünün başkanlığını değerli âlim Şeyh Abdurrezzâk el-Halebî el-Hanefî yapmaktadır.

DİN ADINA KONUŞMAK

Tıp, uzmanından dinleniyor. İnşaat, mühendisinden veya mimarından. Ekonomiyi anlatan, bir ekonomist değilse eğer, yadırganıyor. Ya din?...



İlahi buyrukların muhatabı herkes olduğu için, dinî konular hepimizi ilgilendiriyor şüphesiz. Ama, dinin temsili sözkonusu olduğunda, herkesin kendi düşüncesini “dinî gerçekler” veya “dinin gerçeği” olarak anlatması ne kadar doğru olabilir? Konuşmacılar ve yazarlar nasıl bir yeterliliğe sahip olmalıdır? Ve bu yeterliliğin ölçüsü nedir?



Dinin sahibi Allah, kapsadığı alan ise dünya ve ahirettir. Allah, sahibi olduğu dini insanlara ulaştırmak için yarattıkları içerisinde en çok sevdiği ve seçtiği peygamberlerini aracı kılmıştır. Bütün peygamberler bu uğurda her şeylerini, hatta canlarını feda etmişler, Allah'ın muradını insanlara ulaştırmayı hayatlarının tek gayesi kılmışlardır. Buna rağmen peygamberlerin vazifesi, yalnızca Allah'ın buyruklarını tebliğ etmek olmuş, tebliğcisi oldukları din adına kendiliklerinden, kendi heva ve heveslerinden hiç bir şey söylememişlerdir. Bu tebliği sadece bilgi aktarımı olarak değil, Allah'ın vahyettiklerini bizzat yaşayarak insanlara ulaştırmışlardır.



Peygamberlerin yolunda giden ve hem zahiri hem manevi yönleriyle onların varisi olan gerçek alimler de tebliğ vazifesini yerine getirmenin gayreti içinde olmuşlardır. Yalnızca Kur'an ve Sünneti seslendirmişler, bu iki kaynakta açıkça bulamadıkları bazı detay konuları ise büyük bir hassasiyet ve titizlik içinde yine Kur'an ve Sünnetin genel anlayışına uygun olarak çözümleyerek insanlara sunmuşlardır.

DİN KİMİN EMRİNDE?

Dini ve dünyayı batılılar gibi anlama hastalığına tutulalı beri, kimi müslümanların İslâm hakkında tuhaf ve yabancı fikirler üretmeye, şimdiye kadar rastlanmamış yorumlar yapmaya başladığını görüyoruz. Batılıların kendi geçmişlerinde Hz. Musa ve Hz. İsa a.s.'ın tebliğ ettiği dine reva gördüğü muameleye, bugün bir kısım müslümanlar da kendi dinlerini reva görme sevdasındalar.



Bugün Hıristiyanlık hakkında bizzat hıristiyanlar tarafından üretilmiş muhtelif bakış açıları var. Bunun sebebi, dinlerini keyfi yorumların tahribinden koruyacak mekanizmalardan mahrum bırakmış olmaları. Mesela İnciller'in Afrikalılara göre farklı, Avrupalı ve Amerikalılara göre farklı yorumlarından söz edilmektedir. Keza kadınlara ve erkeklere, zencilere ve beyazlara göre değişen İncil yorumları bulunduğunu yine bizzat Batılılar söylüyor. Katolik, Protestan, Ortodoks mezheplerinin İncil yorumları arasındaki farklılıklar zaten malum. Adeta her hıristiyanın kendine mahsus bir Hıristiyanlık anlayışı var.



Bir din nasıl bu hale gelir?



Hayatı kendi istek ve çıkarları doğrultusunda şekillendirme hastalığına müptela olan Batılı insan, nasıl tabiatı, dünyanın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, uzayı, hatta diğer insanları, bu arzunun gerçekleşmesi amacıyla kullanılacak birer araç olarak görüyorsa, onun gözünde dinin de bundan farkı yoktur. Ona göre din, insana yine insanın istediği biçimde hizmet etmelidir.

ÇAĞDAŞLIK VE HAKİKAT

“Çağ dışı” nitelemesini hayatın bütün alanlarına tesir edecek şekilde kullanmak, çağdan çağa, mekândan mekâna ve insandan insana değişiklik göstermeyen “hakikat”e yapılan en büyük haksızlıktır. Zira “hakikat”in en temel özelliği, “ölçü” olmasıdır.

Modernizm'in dünya hakimiyeti, adına “klasik/geleneksel” dediği hayat tasavvurunu ve onun dinî, kültürel, toplumsal, bireysel... bütün pratik yansımalarını “çağ dışı” ilan etmesiyle mümkün olmuştur. Bunu da çok büyük ölçüde, kendine özgü anlamları bulunan kavramlar üreterek ve o kavramları türlü propaganda/telkin metotlarıyla insanların bilinç altına zerk ederek yapmıştır. Bu operasyon tamamlandığı zaman, insanlar bir şey hakkında hüküm verirken, muhakemelerini işletmeden, kendilerine benimsetilmiş hazır kalıplar doğrultusunda hareket etmeye başlar.

Abluka altında kalan zihinler

Söz gelimi yukarıdaki paragrafta tırnak içinde verdiğimiz “çağ dışı” nitelemesi, aslında kavramsal bir ağırlığa sahiptir. Öyle ki, bir fikir, düşünce veya tutumun “çağ dışı” olduğu söylendiği zaman, onun “kötü, yanlış ve geçersiz” olduğu ifade edilmiş olur.

Oysa “çağ” bir zaman dilimidir ve değer ölçüsü değildir. Her zaman diliminin olduğu gibi, içinde yaşadığımız zaman diliminin de hem değişebilen telakkileri, hem de değişmez değer ölçüleri vardır. “Çağ dışı” nitelemesi, hakkında kullanıldığı şeyin, içinde bulunduğumuz zaman diliminde yaşayanların genel kabulüne uymadığını anlatır.

AYDIN İLAHİYATÇI'NIN KUR'AN ANLAYIŞI

Modern zamanlarda Batı’dan dünyaya yayılan ve “evrensel” olduğu söylenen hakim değer yargıları, İslâm dünyasında bir kısım ilahiyatçıları ve yarım aydınları ilgi çekici biçimde bir “din sorgulaması”na itti. Mevcut durumun mutlaklaştırılması sonucunda girilen bu yol, yolcularını, kaçınılmaz olarak “Din’e karşı din” noktasına getirdi.

İsrailoğulları’nın yaşadığı garip ve garip olduğu kadar da ibretamiz serüven, “Karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yoluna gireceksiniz” (Buhârî, Müslim, Ahmed b. Hanbel) hadisini doğrularcasına modern zamanların “aydın ilahiyatçıları” tarafından tekrarlanıyor. Nasıl İsrailoğulları, kendilerine ait kıldıkları dinlerini, Hz. Musa a.s.’a dayandırdıkları Yahudiliği müdafaa adına nice peygambere karşı çıktılar; din adına nice peygamber katlettiler; modern zamanların “aydın ilahiyatçıları” da benzer bir tavır içinde kendi din anlayışlarını Hz. Peygamber s.a.v.’e rağmen azm-u cezm-u kasd-u musammem ile müdafaa ediyorlar.

Bu “yeni din” tasavvurunda iki temel unsur tesbit ediyoruz:

1. Kur’an
2. Akıl

Modern Kur’an anlayışı

Bu unsurlardan ilki, yapılan işe “İslâmî” bir rengin verildiğini ifade etmesi bakımından önemli. Ama sadece bu kadar. Zira bulunduğumuz noktada Kur’an “belirleyen” değil, “belirlenen” konumundadır. Onun ne söylediği değil, “aydın ilahiyatçımız”ın onun ne söylemesini istediğidir önemli olan. Elbette o, söylediği şeyleri Kur’an’a dayandırıyor; görüşlerini desteklemek için ayetler zikrediyor. Ama aslında onun bütün yaptığı, önceden verilmiş kararları, tesbit edilmiş hükümleri Kur’an’a tasdik ettirme gayretinden ibarettir.

'SAPKINLIĞIN KAYNAĞI SÜNNETİ İHMALDİR'

MEHMET SOYSALDI:'SAPKINLIĞIN KAYNAĞI SÜNNETİ İHMALDİR'


“Ehl-i Sünnet” Bir Yaşam Tarzıdır



Gülistan: Muhterem hocam, son yıllarda bazı çevreler Sünnet-i Resulüllahı bir kenara iterek Kur’an’ın esas alınması gerektiğini söylüyorlar. Bu kapsamda Ehl-i Sünnet Nedir? Açıklarmısınız.



Prof.Dr.Mehmet SOYSALDI *: Ehl-i Sünnet, Hz.Peygamber’in sünnetine uyan ve Hz.Peygamber’i hayatta örnek edinen ve onun sünnetine göre hayatına yön veren demektir. Bu ifadeyi biraz açmak için, önce Sünnet nedir? bunun üzerinde durmamız gerekmektedir.



Sünnet: Arapça bir kelime olup; “yol, birinin devamlı gittiği yol, âdet, gidişat, hayat tarzı” gibi anlamlara gelmektedir. Terim anlamı olarak da “sünnet”, Peygamberimiz (sav)’in söz, fiil ve takrirlerini ifade eder.Takrir, Peygamber’in yapılışını görüp de tasvip ettiği, yasaklamadığı davranışları belirtir.



Kısaca söylemek gerekirse sünnet: “Hz.Peygamber (sav)’in hayat tarzı” demektir. Hayat tarzı, kişinin hayat anlayışının dışa vurmuş şeklidir. Şu halde Peygamber (sav)’in sünnetinin temelinde, O’nun hayat anlayışı vardır.