Dini Hassasiyetin Zayıflaması Mezhep Hassasiyetinin Zayıflamasıyla Doğru Orantılıdır

Hocam mevzu hadislerin varlığı bir gerçek. Ancak bundan hareket ederek hadislerin sıhhatini sorgulayanlar bir müddet sonra sahih hadislerin varlığından da şüphe etmeye başlıyor. Bunun dengesini nasıl korumak lazım? Şimdi mevzu hadisler var diye hadis kurumunun zaafa uğratılması doğru mudur? Çünkü böyle örneklerle bazen karşılaşıyoruz.

Evet, eğer kastettiğiniz bir kurum olarak hadis ve sünnet karşısında zayıflayan hassasiyet ise bunu şöyle ifade edebilirim: Bu bir anlayışın ürünüdür, sonuçtur. O anlayışın arka planında başka kabuller vardır. Hadislerin sıhhatiyle ilgili tereddüt aslında bu kabullerin bir sonucu olarak yansır. Yok, bir araştırma meselesiyse, yani hadisler konusundaki sahih midir değil midir tarzındaki tartışmalı tavır, mütereddit tavır bir araştırmanın sonucunda ortaya çıkmışsa buna saygı duymak lazım. Demek ki kişi bilmiyor ama araştırıyor, bir sonuca varacak. Fakat günümüzde yaygın olan ilk söylediğimdir.

Yani hadiste bir kurum olarak gösterilmesi gereken hassasiyeti insanların kaybetmesi söz konusu. Bu da Kevserî merhumun, ‘mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür’ tarzındaki ifadesinde kristalize oluyor.


Ne alakası var? derseniz, şöyle bir alakası var: Dînî hassasiyet insanlarda mezhep anlayışının zayıflamasıyla zayıflamaya başlıyor. İşte eskiden ortaya konmuş içtihatlar var. Bunlar bizi bağlamaz, günümüzde daha çok imkanlarımız var, bir tuşa basıyorsunuz binlerce bilgi kaynağına ulaşıyorsunuz gibi söylemlerle de desteklenerek ifade ediliyor. “Geçmişte yaşamış insanların ortaya koyduğu çözümler bugün bizim için bağlayıcı değildir. Onlar farklı bir dünyada yaşıyordu, biz farklı bir dünyada yaşıyoruz” deniyor. Dikkat ederseniz bu bir kabulün neticesidir. Yani “dünya değişti, her şey değişti dolayısıyla da ahkâm da değişmelidir” kabulünün sonucudur. Dünyanın değiştiğini ve değişimin kaçınılmaz olduğunu, kabul edilmesi mutlak zorunlu bir şey olarak kabul ettiğiniz anda bir şeyler de çürümeye başlıyor. Önce içtihat çürüyor, ardından icma çürüyor. Yani deniyor ki adamın birinin tabiriyle: “İnsanlık Ashab-ı Kehf’in mağarasında mı uyuyor acaba? 1300 yıl önce meydana gelmiş bir icma hükmü bizim için niye bağlayıcı olsun? Hayat devam ediyor, değişiyor, akıyor, gidiyor.”

Arkasından hadise, sünnete geliyor. Neden? Çünkü içtihattan başlayan bu itiraz süreci aslında hadisin, sünnetin altının oyulabileceği anlayışından kaynaklanıyor. Çünkü bu nokta dikkatten kaçırılmasa adam şunu bilecek ki, bizim bugün itiraz ettiğimiz pek çok hüküm, pek çok içtihat aslında sünnete dayanan, aslında delilini sünnetten alan içtihatlardır.

Biz bu içtihatları reddetmekle sünnetin bağlayıcılığını, hadisin delaletini reddetmiş oluyoruz. Ve üçüncü aşama da oraya geliyor: Sünnet, hadis! Yazıya geçirildi mi geçirilmedi mi? Hatta geçen gün bir hıristiyan kanalında izledim. Hristiyan papaz aynı şeyleri söylüyor. Yani İslam’a saldıracak adam aynı argümanları kullanıyor. Hadislerin yazıya geçirilmesine Hz. Peygamber izin vermemiştir, diyor. İşte ikinci halifeleri şöyle etmiş, hadisler şu zamanda derlenmiş, işte İslam bu! Çok ilginç bir şey. Bunlar aslında oryantalistlerin ürettiği malzemeler. Belki bu ayrı bir bahis. Ama şunu anlıyoruz ki bu hassasiyet zayıflaması İslamî bir durum değil. Yani bir insan, ulemanın asırlar boyu sahih kabul ettiği, üzerine hüküm bina ettiği herhangi bir rivayeti ya da rivayetleri tartışma konusu yapıyorsa, bunu hafifsiyorsa bu İslamî hassasiyetin zayıfladığının bir göstergesidir. Çünkü bizde, bundan yüz yıl öncesine, belki elli yıl öncesine kadar sıradan sokaktaki bir insan bile, Efendimiz şöyle buyurmuştur denildiğinde, bunu kendisi için uyulması mutlak surette gerekli olan bağlayıcı bir ilke olarak görüyordu. İşte bu anlayış değiştikçe, zayıfladıkça muhtelif gerekçelerle hadislere yöneltilen tenkitler artıyor ve bunun sonu nihai aşamada Kuran’a çıkıyor. Kuran kıssalarının aslında yaşanmış şeyler olmayabileceğinden tutun da Kuran’ın somut hüküm bildiren, emir bildiren ayetlerinin tarihsel olduğu iddiasına kadar bir yığın şey o çuvalın içinde mevcut.

Müslümanların bu konuda dikkatli olması lazım.

Evet, İslamî bir durum değil bu.

Günümüzde mesela bir müslüman kredi almak istiyor. Soruyorlar âlimlere. Kimisi bazı şartlar yerine geliyorsa alabilirsiniz diyor ya da muhataba göre değişik cevaplar ortaya çıkabiliyor. Bu durumlarda ne yapmak gerekiyor? Çözüm nedir? Siz bu sadedde geçenlerde şöyle söylemiştiniz: “Bu durum İslam’ın kendisinden kaynaklanan bir sorun değildir, bu günümüz müslümanlarının eksiğidir.” Bunu biraz daha açar mısınız?

Temele inerseniz mesele şu: Müslümanlar günümüzde gerek dünyanın muhtelif yerlerinde gerek Türkiye’de birtakım pratik ihtiyaçlarına, meselelerine kurumsal anlamda cevaplar üretebilecek durumdalar. Yani isterlerse, mesela, büyük şirketler kurabilmekteler, televizyon kurabiliyorlar, medyada yer alabiliyorlar. İşte sivil toplum dediğimiz alanda mevcutlar. Özellikle cemaat yapıları pratik olarak bize bunu net olarak gösterebiliyor. İşte bir cemaat bir anda dünyanın herhangi bir yerinde okul açabiliyor. Ve onu besleyebiliyor, destekleyebiliyor, yaşatabiliyor. Demek ki müslümanlar Türkiye’de bir araya gelip bir mesele çözme konusunda pratik bir sıkıntı içerisinde değiller. Sıkıntı bizim düşünme biçimimizde yatıyor. Nedir o? Pratik ihtiyaçlarımızı öne alıyoruz. Cemaat bazında da olsa pratik ihtiyaçlar.

Televizyon Kurmakla Dünya Kurtulmuyor

Bunların en başında dünyayı kurtarmak geliyor. Yani biz dünyayı kurtarmak için ne yapabiliriz, televizyon kurmalıyız. Dünya kurtuluyor mu? Hayır. Ben birey olarak, siz fert olarak yaşamakta olduğumuz sıkıntıları yaşamaya devam ediyoruz. Mesela evlilikte sıkıntılar yaşıyoruz. Talebe ise okumada sıkıntılar yaşıyor. İşadamı ise ve bir cemaate mensup değilse, kredi bulmakta zorlanabiliyor. Bunu çoğaltabiliriz. Yani insanların, müslümanların bireysel problemleri devam ediyor. Biz pratik ihtiyaçlarımızı öngörmez isek çok da bir yere varamayız. Siyaset yapmalıyız diyoruz. Neden? Çünkü dünyanın kurtuluşu, ümmetin kurtuluşu buna bağlıdır diyoruz. Ama siyasete döktüğümüz onca emek, onca para, onca zaman bir düdükle bitiyor. O zaman ihtiyaçlarımızı, problemlerimizi, yeni bir öncelik sıralamasına tabi tutmamız lazım. Yani bireyden, insandan başlayan bir gözden geçirme faaliyeti olması lazım. Bireyin ihtiyaçlarından, bireyin eğitiminden. Gerçekten bu nedir? Bu ‘komşusu açken tok yatan bizden değildir’ ilkesinin hayata geçmesidir.

İslam Kalkınma Bankası’nın Kredisi İhsan Doğramacı’ya

Vakıflar bu anlamda bir çözümdür değil mi?

Elbette. Yani ben hiç tanımadığım bir müslümana gidip derdimi, durumumu arz edip (tabi bunun da süreçleri, kurumları, tarzı ve sistemi olacak), ondan ihtiyacımı karşılayabilecek duruma gelmedikçe biz kurtuluşu, herhangi bir projede aramayalım. Birey olarak müslümanın derdiyle dertlenmek durumundayız.

Bunun dışında hatta uluslar arası kurumları var müslümanların. Bu kurumlar bile derde deva şeyler üretemiyorlar. Geçenlerde, Türkiye’den çok güzel hizmetler yapan bir sivil toplum örgütü İslam Kalkınma Bankası’na başvuruyor. Bu başvuruyu yapan kişinin bizzat kendisi anlattı. Başvurmuş ve demiş ki, biz Türkiye’de bir tırın arkasına seyyar bir hastane kurup bütün Türkiye’yi gezmek istiyoruz. Yani hastaneye gidemeyen, maddî durumu elvermeyen insanların ayağına hizmet götürelim. Ameliyathanesi de içinde olan tam donanımlı bir seyyar hastane kurmak istiyoruz. İslam Kalkınma Bankası yetkilisinin tepkisi şu: Kaça mâl olur bu? Beş milyon dolar. Biz onunla ilgilenmiyoruz; gidin onu başka yerlerde, mesela AB’de arayın. Peki, siz ne ile ilgileniyorsunuz? Biz asgari elli milyon dolarlık kredilerle ilgileniyoruz. Peki, bunu Türkiye’den kullanan var mı? Var. Kim? İhsan Doğramacı! Ve İstanbul’da zannediyorum Yıldız Teknik Üniversitesi. Türkiye’den İhsan Doğramacı kullanıyor. Biri kırk küsur milyon dolar, biri altmış milyon dolar kredi kullanmışlar İslam Kalkınma Bankası’ndan. Yani bu şu arızadan kaynaklanıyor: Müslüman bireyi, müslüman ferdi, cüzî ihtiyaçları öne almayan, dünyaya teleskoptan bakan bir şey. Ormana bakarken ağacı gözden kaçıran anlayışlar. Bence sıkıntıların kaynağı buradadır. Hepimizin tek tek bilinçli olarak, ferdi olarak yapabileceğimiz İslamî hizmetlerdedir. Bu, ben İslami hizmet yapacağım diye ortaya çıkarak da olmuyor. İşin tabiatında böyle bir şey de var. Ben İslam’ı yaşamalıyım anlayışından kaynaklanan otomatik anlayışlardır bunlar.

Böyle planlı, projeli, stratejili, öngörülü, hedefli, organizeli çalışmalarda genellikle birey ihmal ediliyor. Hadis-i kudsiyi hatırlayın: “Allahu Teala buyuruyor ki kuluna, ben hasta oldum ziyaretime gelmedin. Acıktım derdimi sormadın. Kul, bu nasıl olur Yarabbi? diyor. Böyle kullarım vardı da sen onların eksiğini, derdini sıkıntısını sormadın, diyor Allah Teala” Buhari’de geçiyor bu hadis.

Dolayısıyla diğer insanların ferden ferda bu işi yürütmesi lazım. Bu hassasiyet kurumsal plana taşınırsa ne âlâ, ne güzel. Dolayısıyla soruya gelelim, Karz-ı Hasen diye bir müessese, bir fon, bir sandık oluşturulamaz mı Türkiye’de? İhtiyacı olan insanların buradan gidip kredisini alıp, faizsiz, kullandıktan sonra geri ödeyebileceği, ödemese bile bunun zekât fonlarıyla ve saire ile sürekli beslenebileceği bir sistem kurulamaz mı? Zaten şu anda mevcut pek çok projenin buna benzer yapılarla yürütüldüğünü biliyoruz. Mevcut, belki bu söylediğimizi birebir yerine getiren girişimler vardır. Ama çok etkin olmadıkları, çok yaygın olmadıkları bizim hâlâ bu sorunu konuşmamızdan anlaşılıyor.

Genel olarak müslümanların ahvali ortada. Çağımızın en önemli problemlerinden birisi müslümanların dünyevîleşmesi. Sizin dünyevileşme problemine çare olarak düşündüğünüz neler var hocam?

Bu belki de günümüzün en önemli problemi. Modernitenin belki de en büyük tehlikesi, en büyük handikabı. Müslümanlara getirdiği en büyük sıkıntı bu dünyevîleşme. Belki pek çok şeyi müslümanlar yavaş yavaş da olsa zihnî planda halledebiliyor. Yani modernitenin kötü bir şey olduğunu söyleyebiliyoruz mesela. Bunu gerekçelendirebiliyoruz. Fakat İslam’ı hayatımıza indirme noktasına geldiğimizde modernizm gene damgasını vuruyor çoğu zaman. Ve bildiğimiz pek çok şeyi yapamıyoruz. Yapılması gerektiğini söylediğimiz, ona samimiyetle inandığımız pek çok şey var ki onları hayatımıza bihakkın indiremiyoruz. İşte bu dünyevîleşmeden ileri gelen bir şeydir.

Hatta sık sık söylerim, geçmiş devirlerde bir insanın mesela âlim olması kolaydı. Neden? Çünkü bir sistem vardı, canlı bir hayat vardı ve ilim adamı o canlı hayat içinde, o kurumsal yapı içinde sürece bir yerinden dâhil olduğu zaman, o süreç onu bir yere götürüyordu. Mesela, bu ilim adamının yaşadığı yerde bir ev kirası verme derdi yoktu, fatura derdi yoktu, bir yerden bir yere ulaşım sorunu yoktu. Benim evim yok, arabam yok, kira ödüyorum, çocuğum okuyor gibi pratik sorunları yoktu. Dolayısıyla üç beş kuruş geliriyle bunu çözebiliyordu ya da işte İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri gibi bir yere sırtını dayıyordu. İmam Ebu Yusuf için anlatılır: Bir gün İmam Ebu Yusuf Harun Reşid ile otururken, paluzeç adında (o dönemde çok makbul bir yemek) fıstıklı bir yemek geliyor. İmam Ebu Yusuf gülümsüyor yemeği görünce. Harun Reşid’in dikkatini çekiyor, niye güldün diyor. O da, ‘yok bir şey’ diyor. Israr edince anlatıyor:

“Ben çocukken babam vefat etmişti. Küçük bir çocuktum. Annem dul kalmıştı. Evimizin ihtiyacını görecek kimse yoktu. Ben aslında çalışmam gerekirken işten kaytarıp Ebu Hanife’nin derslerine giderdim. Annem de gelir kulağımdan tutar, beni oradan alır, götürür işyerine tekrar koyardı. Bir gün yine kaçtım işten ve Ebu Hanife’nin meclisinde otururken annem meclise girdi ve yine kulağımdan tuttu kaldırdı beni ve Ebu Hanife’ye dedi ki “Allah’tan kork be adam! Ben dul bir kadınım, evimizin ihtiyacını görecek kimse yok, bu çocuğun aklını çelme bize ekmek lazım.” Kapıdan çıkarken Ebu Hanife ona dedi ki “senin bu oğlun burada Paluzeç yemeyi öğreniyor, senin haberin yok.” Kadın dalga geçti, tersledi ve gitti. Aldı beni götürdü yine. Sonra Ebu Hanife beni bir gün sokakta gördü ve dedi ki “sen bu işten ne kadar para kazanıyorsun?” İşte şu kadar dirhem. Bana her gün gizli gizli gel sana o kadar dirhem vereyim. Akşama kadar burada ders yapalım. Akşam gidince sen onu götür annene ver. İşten gidiyormuş gibi.” Ve öyle götürmüşler. İşte zaman olmuş devran dönmüş İmam Ebu Yusuf baş kadı olmuş ve Harun Reşid’in huzuruna geldiğinde ve önüne de paluzeç geldiğinde bu olayı hatırlıyor. Sistem bir şekilde götürüyor bu işi. Kendini eğitmek isteyen insanın pratik problemi yokmuş. İlim adamı olma adına bu işi yapan, yetiştirme adına bu işi yapan merkezler varmış, mevcutmuş. Ve bunlar hasbeten lillah iş görürlermiş.

Sicilya adasının fethinde komutan olan, savaşırken şehid olan Esed bin Furat, Endülüs’ten kalkmış Kuzey Afrika üzerinden Hicaz’a gelmiş. İlim taliplisi. İmam Malik’in meclisine gelmiş, derslerine iştirak etmeye başlamış ama çok cevval bir zihni var, öğrenme meraklısı. Çok sık soru soruyor. İmam Malik de çok sık soru sorulmasından hoşlanmayan birisiymiş. Yani onun ilim anlayışı, ders verme tarzı: Olmamış meseleleri, kelamî meseleleri sormayacaksınız, ben anlatacağım siz dinleyeceksiniz. Ya da olmuş şeyleri soracaksınız, şeklinde.

Sorduğunuzda da her sorunun cevabı verilecek diye bir şey yok. Bir örnek: Birisi çok uzak bir beldeden gelmiş İmam Malik’e. 20 küsur tane sorusu var. O memleketin halkı içinden çıkamadığı soruları bu adama yazmış, vermişler; azığını da vermişler, “sen bunları git Malik’e sor gel” demişler. Adam gelmiş sormuş. İmam Malik üçüne falan cevap vermiş. Adam, “ben bu kadar yol teptim geldim, ne diyeceğim dönünce” demiş. İmam Malik de, “Malik altından kalkamadı dersin” cevabını vermiş. Böyle bir tarzı var İmam Malik’in. Bir gün Esed gene bir soru sorunca diyor ki:

“Seni Irak temizler. Buraların adamı değil.” Kalkıp Irak’a gidiyor Esed. Buralarda kim var ders veren diye soruyor. İmam-ı Muhammed’i söylüyorlar, ona gidiyor. Bir süre derslerine iştirak ediyor genel, umumî derslerine. Kesmiyor tabi. Ondan sonra diyor ki bana özel ders verebilir misin? Tabi diyor, gel gece evime. Esed anlatıyor: “Gece giderdim İmam-ı Muhammed’in evine, karşılıklı otururduk. Ortamıza da bir leğen koyardı, leğenin içi su dolu. O anlatırdı ben dinlerdim ve öyle bir an gelirdi ki uyku basardı, başım öne eğilirdi. O leğenden bir avuç su alır yüzüme serperdi, uyanırdım, devam ederdik.”

Niye anlatıyorum bunu? Pratik bir sıkıntı yok ilim öğrenmek için. Öğrendiğini yaşamak için. Hayat, sistem ne dersek diyelim her şeyiyle müsait. Yapı bu. Şimdi günümüze dönüp geliyoruz. Günümüzde ilim adamı olmayı tercih etmek bir risk başlı başına. Neden? Çünkü bir sürü sıkıntısı var bunun. Yani halktan, siyasî yönetimlerden, zenginlerden, diğer insanlardan müstağni bir hayat yaşamaya hazır olacaksın. Ve doğru bildiğiniz bir şeyi neye mal olursa olsun söyleyebilme dürüstlüğüne, cesaretine vicdan muhasebesine ve omurgasına sahip olacaksın. Hep veren insan olacaksınız. Kimseden bir şey istemeden, hep veren insan olacaksınız. Böyle de geniş bir yüreğiniz olacak, geçmişte böyleymiş çünkü. Bütün bunlar ne kadar hakkıyla oluyorsa günümüzde ilim adamı da o kadar oluyor. Yani ilmî gelişme de bu kadar oluyor. İşte belki sizin sorunuzun da bir yönüyle cevabı bu. Bunları bir adam günümüzde ne kadar yapabiliyorsa ilmî seviyesi de odur. Aliyyul Karî merhum Mirkatü’l Mefatih’te bir hadisi şerhînde diyor ki:

“Günümüzde bir insana -dikkat edin Aliyyul Karî’nin vefatı üzerinden 400 küsür sene geçmiştir- bir adama ilim adamı deniyorsa bu sizi aldatmasın. Bu, o adamın ilim seviyesine çıktığını değil ilmin o adamın seviyesine düştüğünü gösterir. Çünkü ışık, kaynağından uzaklaştıkça karanlık yoğunlaşır. Biz de şimdi ışık kaynağından bindörtyüz küsur sene uzaklaşmış durumdayız. Bu bizden sonraysa daha da artacaktır.”

Şimdi ilim adamı dediğimizde aklımıza birtakım isimler, birtakım insanlar geliyor. Geçmişle kıyasladığımızda belki ilim adamlarının talebeliğini yapabilecek seviyede insanlara biz bugün ilim adamı diyoruz. Bu bir öz eleştiridir, yanlış anlama olmasın; aynı zamanda bir tespittir. Bizim zaman telakkimizi ortaya koyuyor. Biz zamanı nasıl okuyoruz? Zaman Efendimiz döneminde en kutlu en mübarek dilimindeydi ki, biz ona onun için “asr-ı saadet” diyoruz, saadet zamanı… Ondan uzaklaştıkça zaman gittikçe kısalmaya başlıyor, gittikçe kararmaya başlıyor. Aynı zamanda bu bizim bilgi telakkimizi ortaya koyuyor. Bilginin kaynağı Efendimizdir, vahiyle aldı. Ondan uzaklaştıkça bilgilerimiz, bilen insanlarımız, bildiğini yaşayan insanlarımız azalır. Bu modern bilgi telakkisiyle taban tabana zıt bir istikamettir. Modernistlere sorarsanız bilgide zirvedeyiz derler. Ama İslamî bilgi yani vahyî bilgi, ontolojik bilgi bakımından meseleye baktığımızda sınır noktasına doğru yavaş yavaş dökülürüz.


EBUBEKİR SİFİL

İLKADIM DERGİSİ - Ekim 2005