AR DAMARI NASIL ÇATLAR?
Utanmaktan Utanan Bir Nesil Gelecek”
“Utanmıyorsan, dilediğini yap!” ikazını, bütün büyükler tekrarlamışlardır. Çünkü insanın en güzel süsü, utancından dolayı, yüzünün kızarmasıdır.
Efendimiz de (sav); “Hayâ imandandır” buyurmuştur.
İnsan, utanma duygusunu doğuştan getirir ama imanla korur ve geliştirir.
Bütün güzellikler gibi, utanmanın, iffetin, hayânın da kaynağı imandır ve bu sebeple de kadın erkek herkesin asıl değeri, doğru bir biçimde Allah’a ve ahirete inanmaktadır.
İslam imanı, bütün mensuplarını iffete ve edebe çağırır.
Allah tarafından her an görüldüğünü ve gözetildiğini bilen bir insan, yaptıklarından hesap vereceğini de bildiği için elbette ki kendisi için çizilmiş sınırlara uyar; nerede durması gerektiğini, nerede serbest olduğunu hep hesaba katar. Çünkü dünya hayatının sonunda kurulacak olan en büyük mahkemede, her halinden dolayı sorgulanacak ve en küçük iyiliğinin de, en küçük kötülüğünün de karşılığını mutlaka görecektir.
“O, Allah’ın kendisini gördüğünü bilmez mi?” (Alak; 14)
“Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde her şeyi görüp gözetendir.” (Nisa; 1)
“Nerede olursanız, O sizinle beraberdir.” (Hadid; 4)
Görürcesine bir Allah imanı ve Allah tarafından görüldüğüne kesin olarak inanmak, iffetli olmayı doğurur. Böyle bir mü’min, sürekli Cenab-ı Hakk’ın nazarına muhatap olması itibariyle hayâda, iffette, edepte derinleşir, kesintisiz bir temkin üzere yaşar.
Güzeller Güzeli (sav) şöyle buyurur: “Allah’a karşı olabildiğince hayâlı davranın! Allah’a karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekileri, midesini ve midesindekileri kontrol altına alsın. Ölüm ve çürümeyi de hatırından uzak tutmasın. Ahireti dileyen, dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır… İşte, kim böyle davranırsa, o Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş sayılır.”
Ayıplanan şeye düşme korkusuyla, insanda hâsıl olan değişim, durum ve tavır, hayâdır.
İnsan bu duygusuyla, kötülüklerden ve çirkinliklerden uzak durur.
Tabii ki hayâ, kadın erkek her mümin içindir. Ancak yapı ve yaratılışları gereği, kadınlara daha da yakışan bir güzelliktir. Ebu Said el-Hudri der ki: “Resulullah (sav) çadırdaki bakire kızdan daha çok hayâ sahibi idi. Hoş olmayan bir şey görmüşse, biz bunu yüzünden hemen anlardık.” (Kütüb-i Sitte, c.17, s.609–611)
Efendimiz, hayâyı ahlakımızın özü olarak tarif etmiştir: “Her dinin kendine has bir ahlakı vardır. İslam’ın ahlakı ise hayâdır.”
Hayâ, sadece kadınlara mahsus değildir. Mesela Hz. Osman (ra), hayâ timsali olarak tanınmış bir mübarek zat idi.
Hayânın en önemli sonucu, fevkalade iffetli, edepli ve namuslu olmaktır.
Kutsal’ın olmadığı yerde, utanmak; utanmanın olmadığı yerde de, iffet, edep, hayâ barınamıyor. Laikçi bir bakış açısından, sağlam bir ahlak, edep, hayâ, iffet anlayışı doğmuyor.
İşte bu yüzden, ülkemizdeki din eğitiminin perişanlığına bakarak, Rahmetli Necip Fazıl, bundan yarım asır önce, “Bu gidişle, utanmaktan utanan bir nesil gelecek!” demişti.
“Kur’an’ı Kapatın, Kadınları Açın!”
Tabii ki, insanın yaratılıştan getirdiği duygular, kolay kalkmıyor ortadan. Hele de arkasında onu desteklemiş, derinleştirmiş bir altyapı ve asırlara dayanan köklü ve benimsenmiş bir birikim varsa…
Bu sebeple, yavaş yavaş, alıştıra alıştıra, sinsice geliştirilmiş çabalar gerekiyor. Önce iffet, hayâ, edep duyguları zayıflatılıyor. Bu duygular öylesine zayıflatılıyor ki, onları ifade eden kelimeler bile dilimizden alınıyor ve unutturuluyor.
Bu insani duyguların, aslında gericilik, ilkellik ve gelişmemişlik olduğu vurgulanıyor. “Ayıp!” duygusu ayıplanıyor. “Günah” inancına saldırılıyor. ”Utanmak da neymiş!” deniliyor. Sonra da bu duyguların dışa yansıyan görüntüleri, fazlalık ve gereksizlik gibi gösteriliyor.
Mesela başörtüsü, uzun etek, karşı cinsler arasındaki iletişimde mesafeli, dikkatli, tedbirli olmak gibi hususlar yerden yere vuruluyor. Mesela, “Kılık kıyafetle namus mu olur?”, “Karşı cinsten bir arkadaşı olmak neden kötü olsun!”, “Bu yaşta bu tesettür, neden ki!” gibi yaklaşımlarla kafalar karıştırılıyor. Açık saçıklık ise medeniyet, ilericilik, modernlik olarak dayatılıyor. Kısacası, o meşhur ve meş’um kural uygulanıyor: “Kur’an’ı kapatın, kadınları açın!”
Aslında, olumsuzlukların sökün etmesi için sadece Kur’an-ı Kerim’i kapatmak yetiyor.
Zira Kur’an kapatılınca, ne kadar açık olması gereken varsa, kapanıyor; kapalı olması gereken her şey de, sonuna kadar açılıyor.
Bu yüzden, iman ve bilgi temeline oturmayan tavır, tutum ve semboller, sağlıklı ve uzun ömürlü olmuyor. Mesela, başını örten bir kızımız asıl örtmesi gereken yerlerini açıyor. Ya da, tesettür aracı olan başörtüsünü dikkat çekme vesilesi yapıyor.
İffet, edep, hayâ bir duruştur, tavırdır. Bu asil duruşun dışa yansıyan ahlakı ve halleri vardır. Deruni dünyaları örtülmüş olan erkek ve kadınlar, dışlarına ve bedenlerine de bu güzelliği yansıtırlar. Dolayısıyla, içi örtülmemiş olanın dışındaki örtü, anlamsızdır, iğretidir ve kendisinden beklenen tavrı göstermekten çok uzaktır ve varken bile yok gibidir. Çünkü maddesiyle var oluşu, manası ve ahlakıyla da var olmasını gerektirmiyor.
Bedenin örtüsü, iç dünyanın örtüsü olan hayânın, iffetin ve edebin dış dünyada görülen sembolüdür. Tesettürün kökü içeridedir; önce içerideki başlar örtünmeli.
Örtünmeyi Bilmeyenlere Karşı Tavrımız Ne Olmalı?
Peki, örtünmeyi bilmeyenlere karşı tavrımız ne olmalı?
Bir mübarek Allah dostu olan, Bandırmalı Ali Efendi, (Allah selamet versin, şimdi 98 yaşındadır), bir ziyaretimizde anlatmıştı: Bir gurup delikanlı kendisini ziyarete gelmiş ve Bandırma sahillerinde gördükleri açık saçıklıklardan şikâyet etmişler. O mübarek zat da şu ibretli cevabı vermiş: “Evlatlarım, madem o kardeşleriniz, kılık kıyafet hususunda ölçüyü bilememişler, haddi aşmışlar, açılıp saçılmışlar. Öyleyse neden sizler, bakışlarınızla onları örtmediniz?”
Demek ki ne imiş efendim?...
Açılmayı marifet bilenlere karşı, haddini ve hesabını bilenlere düşen görev, bakışlarıyla onları kapatmakmış.
Özellikle de cins-i latif olan hanımlar, şefkat kahramanları, daha hassas ruhların temsilcileri, fıtratları icabı daha çok örtünmek isterler. Çünkü kem nazarlar, hain bakışlar, onları daha fazla rahatsız eder, yaralar.
Çalıkuşu’nda Reşat Nuri, bu gerçeği çok etkili açıklar. Roman kahramanı olan Feride, kötü niyetli bakışları yüreğine saplanmış oklar gibi hisseder.
Bu acıyı, Batılı kadınlar da, zaman zaman yüreklerinde hissedip seslerini yükseltirler. Mesela, metroda, kendileri için ayrı bir vagon olmasını isterler. Bu konuda yapılan bir gösteriye, ben de 20 yıl önce Berlin’de şahit olmuştum. Daha sonra Berlin’de, kadınlar için ayrı kahvehane, ayrı otel ve bütün çalışanları ve sürücüleri kadın olan ve sadece kadın müşteri kabul eden bir taksi şirketi kurulmuştu.
Berlin’de, “Hain bakışlardan” şikâyet eden kadınlar Müslüman değillerdi. Acaba Türkiye’de Müslüman kadınlar, benzeri bir çıkış yapsalar, bizim malum basının yaygarası ne şiddette olur dersiniz?...
Açık saçıklığı önlemenin çok önemli bir yoludur gözü korumak… Rabbimiz de öyle buyurur: “İnanmış erkek ve kadınlar, gözlerini harama bakmaktan kapasınlar.” (Nur; 29–30)
İmam Şibli, bu ayeti şöyle yorumlamış: “Sadece kafa gözlerini kapamakla kalmasınlar; kalp gözlerini de kapalı tutsunlar, haramları hayallerine bile almasınlar!”
Her günah, bir bakışla başlar.
Görüldüğünde neyi hatırlatmak ister insanlar, erkekler, kadınlar? Günahı, azdırmayı, saptırmayı, yoldan ve baştan çıkarmayı mı? Yoksa hakiki bir mü’min olurlar da, onları gören kulluğu mu hatırlar sadece?
Evet, bazen bir bakış günahın yolunu açar… Bazen de bir nazar, Hakk’a kul eder…
Güzeller Güzeli, aniden ve iradi olmadan hâsıl olan ilk bakışı mahzurlu görmez. Günah olan, bu bakışın isteyerek tekrarlanmasıdır.
“Bir Kere Saldık, Şimdi İçeri Alamıyoruz!”
İffetsizlik söz konusu oldu mu, hemen ve öncelikle kadınlar suçlanır. Ancak, onları sadece birer cinsel obje olarak gören ve böyle olmaya da teşvik eden erkekler de suçlu değil mi? Hatta suçun büyüğü onlarda değil mi?
Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti Ağabeyim öyle derdi: “Kadınları kafes arkasından, evde hapsolmaktan kurtardık” deyip, sokağa salanlar, onları sokakta kafeslemek isteyenlerdir.”
Rahmetli Mehmed Akif dedemize Berlin’de bir Alman hanımefendi sormuş: “Siz, kadınlarınızı hiç sokağa salmazmışsınız, doğru mu?” Akif merhum demiş ki: “Hanımefendi, biz de sizin gibi acıyıp bir kere saldık dışarıya hanımları, şimdi de içeriye alamıyoruz.”
Rahmetli Akif dedemiz, daha sonra, dışarıyı mekân seçenlerin akıbetini ne hazin anlatır:
Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde,
Meğer ne yüzler örtermiş bir incecik perde!
Başkasının Günahına Ağlayan Adam ünvanıyla andığımız Bediüzzaman Hazretleri, 50’li yılların başında İstanbul’a gelmiş. Tek başına çıktığı bir şehir gezisinden sonra, talebesi Abdülmuhsin el-Konavi’ye demiş ki:
“Kadınların açılıp saçılmasında, asıl suç erkeklere aittir. Baktım, tramvaya açık saçık bir kadın binince, erkekler eskiden Osmanlı paşalarına yapılan hürmeti o kadına gösteriyorlar. Bu suretle, onları daha çok açılmaya ve süslenmeye teşvik ediyorlar.”
Evet, “Sebep olan, yapan gibidir.”
“Geçmişten kalma bir sözdür ki, ‘Eğer hayâ etmezsen, dilediğini yapmakta serbestsin!’
Göz yasağını ve ona bağlı edep ve hayâ duygusunu anlayabilmek, derin bir terbiye ve irfan işidir…”
Şimdi göz önüne serilen mahremiyetler, nasıl da dertlendirir Şairler Sultanı Üstad Necip Fazıl’ı:
Burnunu göstermekten sakınırdı sütninem
Kızımın gösterdiği kefen bezine mahrem.
Mü’min, ne bakışların odağı olacak şekilde giyinip çıkar sokağa, ne de öyle dışarı uğramış olanlara diker gözlerini…
Aman! Ar Damarımız Çatlamasın…
Eğer bu yanlışı yapan biri varsa, kendi nefsi, ya da bir yakını, mü’min onu da kibarca uyarır, kırmadan, dökmeden… Tıpkı Efendimiz (sav) gibi…
Peygamberimiz’in amcası Abbas’ın oğlu Hazreti Fadl anlatır: “Veda Haccı’nda Efendimiz’le aynı deveye binmek şerefine ermiştim. O sırada, genç ve güzel bir hanım yanımıza gelip Allah Resul’üne bazı sorular sordu. Peygamberimiz (sav) o hanıma bakmadan, sorularını cevaplıyordu. Fakat kadının güzelliği benim dikkatimi çekti. Bir delikanlı olarak, dikkatli bir şekilde kadına baktığımı gören Efendimiz, bu davranışımı hiç beğenmedi. Ben kadına bakmayayım diye, başımı eliyle kibarca öbür tarafa çevirdi. Bu dikkatsiz davranışımla Efendimiz’i üzdüğüm için çok pişman olmuştum.”
Efendiler Efendisi’nin mübarek elleri, hala bizim günaha dönmüş başlarımızı, şefkat ve merhametle tutup, bakması gereken yöne çevirmektedir. Hep hayra davet eden Güzeller Güzeli’nin mesajları, hala ter-ü taze olarak, asırlar ötesinden sürekli gelmekte… Ancak, o mesajları alacak derecede aydınlık mı yüreklerimiz, tertemiz mi?
Günahlara bata bata, ar damarı çatlamış ve ruh bekâretini kaybetmiş olanlar için hiçbir mesaj yoktur. Zira, gönül evini iffetsizliklerle karartmış olanlar, ancak şeytani mesajlara açılmış olurlar.
Bu sebeple, bilhassa da bu yaz mevsiminde, gözümüze, kulağımıza filtreler takmalı, sokağa üryan çıkanlara akıl ve iz’an duasında bulunmalı, kalbimizi, aklımızı ve hatta hayalimizi temiz tutmaya çalışmalı, ekranları karartıp kalplerimizi aydınlatmalıyız.
Aman, ar damarı çatlamasın. Manevi varlığımızın fay hattıdır ar damarı. Çatladı mı, tahribatı yaman olur. Yüreğimizin manevi varlığında taş üstünde taş kalmaz. Tedavisi ve telafisi de çok zor olur.
(Gülistan dergisi,Sayı:91,Temmuz 2008)
“Utanmıyorsan, dilediğini yap!” ikazını, bütün büyükler tekrarlamışlardır. Çünkü insanın en güzel süsü, utancından dolayı, yüzünün kızarmasıdır.
Efendimiz de (sav); “Hayâ imandandır” buyurmuştur.
İnsan, utanma duygusunu doğuştan getirir ama imanla korur ve geliştirir.
Bütün güzellikler gibi, utanmanın, iffetin, hayânın da kaynağı imandır ve bu sebeple de kadın erkek herkesin asıl değeri, doğru bir biçimde Allah’a ve ahirete inanmaktadır.
İslam imanı, bütün mensuplarını iffete ve edebe çağırır.
Allah tarafından her an görüldüğünü ve gözetildiğini bilen bir insan, yaptıklarından hesap vereceğini de bildiği için elbette ki kendisi için çizilmiş sınırlara uyar; nerede durması gerektiğini, nerede serbest olduğunu hep hesaba katar. Çünkü dünya hayatının sonunda kurulacak olan en büyük mahkemede, her halinden dolayı sorgulanacak ve en küçük iyiliğinin de, en küçük kötülüğünün de karşılığını mutlaka görecektir.
“O, Allah’ın kendisini gördüğünü bilmez mi?” (Alak; 14)
“Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde her şeyi görüp gözetendir.” (Nisa; 1)
“Nerede olursanız, O sizinle beraberdir.” (Hadid; 4)
Görürcesine bir Allah imanı ve Allah tarafından görüldüğüne kesin olarak inanmak, iffetli olmayı doğurur. Böyle bir mü’min, sürekli Cenab-ı Hakk’ın nazarına muhatap olması itibariyle hayâda, iffette, edepte derinleşir, kesintisiz bir temkin üzere yaşar.
Güzeller Güzeli (sav) şöyle buyurur: “Allah’a karşı olabildiğince hayâlı davranın! Allah’a karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekileri, midesini ve midesindekileri kontrol altına alsın. Ölüm ve çürümeyi de hatırından uzak tutmasın. Ahireti dileyen, dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır… İşte, kim böyle davranırsa, o Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş sayılır.”
Ayıplanan şeye düşme korkusuyla, insanda hâsıl olan değişim, durum ve tavır, hayâdır.
İnsan bu duygusuyla, kötülüklerden ve çirkinliklerden uzak durur.
Tabii ki hayâ, kadın erkek her mümin içindir. Ancak yapı ve yaratılışları gereği, kadınlara daha da yakışan bir güzelliktir. Ebu Said el-Hudri der ki: “Resulullah (sav) çadırdaki bakire kızdan daha çok hayâ sahibi idi. Hoş olmayan bir şey görmüşse, biz bunu yüzünden hemen anlardık.” (Kütüb-i Sitte, c.17, s.609–611)
Efendimiz, hayâyı ahlakımızın özü olarak tarif etmiştir: “Her dinin kendine has bir ahlakı vardır. İslam’ın ahlakı ise hayâdır.”
Hayâ, sadece kadınlara mahsus değildir. Mesela Hz. Osman (ra), hayâ timsali olarak tanınmış bir mübarek zat idi.
Hayânın en önemli sonucu, fevkalade iffetli, edepli ve namuslu olmaktır.
Kutsal’ın olmadığı yerde, utanmak; utanmanın olmadığı yerde de, iffet, edep, hayâ barınamıyor. Laikçi bir bakış açısından, sağlam bir ahlak, edep, hayâ, iffet anlayışı doğmuyor.
İşte bu yüzden, ülkemizdeki din eğitiminin perişanlığına bakarak, Rahmetli Necip Fazıl, bundan yarım asır önce, “Bu gidişle, utanmaktan utanan bir nesil gelecek!” demişti.
“Kur’an’ı Kapatın, Kadınları Açın!”
Tabii ki, insanın yaratılıştan getirdiği duygular, kolay kalkmıyor ortadan. Hele de arkasında onu desteklemiş, derinleştirmiş bir altyapı ve asırlara dayanan köklü ve benimsenmiş bir birikim varsa…
Bu sebeple, yavaş yavaş, alıştıra alıştıra, sinsice geliştirilmiş çabalar gerekiyor. Önce iffet, hayâ, edep duyguları zayıflatılıyor. Bu duygular öylesine zayıflatılıyor ki, onları ifade eden kelimeler bile dilimizden alınıyor ve unutturuluyor.
Bu insani duyguların, aslında gericilik, ilkellik ve gelişmemişlik olduğu vurgulanıyor. “Ayıp!” duygusu ayıplanıyor. “Günah” inancına saldırılıyor. ”Utanmak da neymiş!” deniliyor. Sonra da bu duyguların dışa yansıyan görüntüleri, fazlalık ve gereksizlik gibi gösteriliyor.
Mesela başörtüsü, uzun etek, karşı cinsler arasındaki iletişimde mesafeli, dikkatli, tedbirli olmak gibi hususlar yerden yere vuruluyor. Mesela, “Kılık kıyafetle namus mu olur?”, “Karşı cinsten bir arkadaşı olmak neden kötü olsun!”, “Bu yaşta bu tesettür, neden ki!” gibi yaklaşımlarla kafalar karıştırılıyor. Açık saçıklık ise medeniyet, ilericilik, modernlik olarak dayatılıyor. Kısacası, o meşhur ve meş’um kural uygulanıyor: “Kur’an’ı kapatın, kadınları açın!”
Aslında, olumsuzlukların sökün etmesi için sadece Kur’an-ı Kerim’i kapatmak yetiyor.
Zira Kur’an kapatılınca, ne kadar açık olması gereken varsa, kapanıyor; kapalı olması gereken her şey de, sonuna kadar açılıyor.
Bu yüzden, iman ve bilgi temeline oturmayan tavır, tutum ve semboller, sağlıklı ve uzun ömürlü olmuyor. Mesela, başını örten bir kızımız asıl örtmesi gereken yerlerini açıyor. Ya da, tesettür aracı olan başörtüsünü dikkat çekme vesilesi yapıyor.
İffet, edep, hayâ bir duruştur, tavırdır. Bu asil duruşun dışa yansıyan ahlakı ve halleri vardır. Deruni dünyaları örtülmüş olan erkek ve kadınlar, dışlarına ve bedenlerine de bu güzelliği yansıtırlar. Dolayısıyla, içi örtülmemiş olanın dışındaki örtü, anlamsızdır, iğretidir ve kendisinden beklenen tavrı göstermekten çok uzaktır ve varken bile yok gibidir. Çünkü maddesiyle var oluşu, manası ve ahlakıyla da var olmasını gerektirmiyor.
Bedenin örtüsü, iç dünyanın örtüsü olan hayânın, iffetin ve edebin dış dünyada görülen sembolüdür. Tesettürün kökü içeridedir; önce içerideki başlar örtünmeli.
Örtünmeyi Bilmeyenlere Karşı Tavrımız Ne Olmalı?
Peki, örtünmeyi bilmeyenlere karşı tavrımız ne olmalı?
Bir mübarek Allah dostu olan, Bandırmalı Ali Efendi, (Allah selamet versin, şimdi 98 yaşındadır), bir ziyaretimizde anlatmıştı: Bir gurup delikanlı kendisini ziyarete gelmiş ve Bandırma sahillerinde gördükleri açık saçıklıklardan şikâyet etmişler. O mübarek zat da şu ibretli cevabı vermiş: “Evlatlarım, madem o kardeşleriniz, kılık kıyafet hususunda ölçüyü bilememişler, haddi aşmışlar, açılıp saçılmışlar. Öyleyse neden sizler, bakışlarınızla onları örtmediniz?”
Demek ki ne imiş efendim?...
Açılmayı marifet bilenlere karşı, haddini ve hesabını bilenlere düşen görev, bakışlarıyla onları kapatmakmış.
Özellikle de cins-i latif olan hanımlar, şefkat kahramanları, daha hassas ruhların temsilcileri, fıtratları icabı daha çok örtünmek isterler. Çünkü kem nazarlar, hain bakışlar, onları daha fazla rahatsız eder, yaralar.
Çalıkuşu’nda Reşat Nuri, bu gerçeği çok etkili açıklar. Roman kahramanı olan Feride, kötü niyetli bakışları yüreğine saplanmış oklar gibi hisseder.
Bu acıyı, Batılı kadınlar da, zaman zaman yüreklerinde hissedip seslerini yükseltirler. Mesela, metroda, kendileri için ayrı bir vagon olmasını isterler. Bu konuda yapılan bir gösteriye, ben de 20 yıl önce Berlin’de şahit olmuştum. Daha sonra Berlin’de, kadınlar için ayrı kahvehane, ayrı otel ve bütün çalışanları ve sürücüleri kadın olan ve sadece kadın müşteri kabul eden bir taksi şirketi kurulmuştu.
Berlin’de, “Hain bakışlardan” şikâyet eden kadınlar Müslüman değillerdi. Acaba Türkiye’de Müslüman kadınlar, benzeri bir çıkış yapsalar, bizim malum basının yaygarası ne şiddette olur dersiniz?...
Açık saçıklığı önlemenin çok önemli bir yoludur gözü korumak… Rabbimiz de öyle buyurur: “İnanmış erkek ve kadınlar, gözlerini harama bakmaktan kapasınlar.” (Nur; 29–30)
İmam Şibli, bu ayeti şöyle yorumlamış: “Sadece kafa gözlerini kapamakla kalmasınlar; kalp gözlerini de kapalı tutsunlar, haramları hayallerine bile almasınlar!”
Her günah, bir bakışla başlar.
Görüldüğünde neyi hatırlatmak ister insanlar, erkekler, kadınlar? Günahı, azdırmayı, saptırmayı, yoldan ve baştan çıkarmayı mı? Yoksa hakiki bir mü’min olurlar da, onları gören kulluğu mu hatırlar sadece?
Evet, bazen bir bakış günahın yolunu açar… Bazen de bir nazar, Hakk’a kul eder…
Güzeller Güzeli, aniden ve iradi olmadan hâsıl olan ilk bakışı mahzurlu görmez. Günah olan, bu bakışın isteyerek tekrarlanmasıdır.
“Bir Kere Saldık, Şimdi İçeri Alamıyoruz!”
İffetsizlik söz konusu oldu mu, hemen ve öncelikle kadınlar suçlanır. Ancak, onları sadece birer cinsel obje olarak gören ve böyle olmaya da teşvik eden erkekler de suçlu değil mi? Hatta suçun büyüğü onlarda değil mi?
Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti Ağabeyim öyle derdi: “Kadınları kafes arkasından, evde hapsolmaktan kurtardık” deyip, sokağa salanlar, onları sokakta kafeslemek isteyenlerdir.”
Rahmetli Mehmed Akif dedemize Berlin’de bir Alman hanımefendi sormuş: “Siz, kadınlarınızı hiç sokağa salmazmışsınız, doğru mu?” Akif merhum demiş ki: “Hanımefendi, biz de sizin gibi acıyıp bir kere saldık dışarıya hanımları, şimdi de içeriye alamıyoruz.”
Rahmetli Akif dedemiz, daha sonra, dışarıyı mekân seçenlerin akıbetini ne hazin anlatır:
Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde,
Meğer ne yüzler örtermiş bir incecik perde!
Başkasının Günahına Ağlayan Adam ünvanıyla andığımız Bediüzzaman Hazretleri, 50’li yılların başında İstanbul’a gelmiş. Tek başına çıktığı bir şehir gezisinden sonra, talebesi Abdülmuhsin el-Konavi’ye demiş ki:
“Kadınların açılıp saçılmasında, asıl suç erkeklere aittir. Baktım, tramvaya açık saçık bir kadın binince, erkekler eskiden Osmanlı paşalarına yapılan hürmeti o kadına gösteriyorlar. Bu suretle, onları daha çok açılmaya ve süslenmeye teşvik ediyorlar.”
Evet, “Sebep olan, yapan gibidir.”
“Geçmişten kalma bir sözdür ki, ‘Eğer hayâ etmezsen, dilediğini yapmakta serbestsin!’
Göz yasağını ve ona bağlı edep ve hayâ duygusunu anlayabilmek, derin bir terbiye ve irfan işidir…”
Şimdi göz önüne serilen mahremiyetler, nasıl da dertlendirir Şairler Sultanı Üstad Necip Fazıl’ı:
Burnunu göstermekten sakınırdı sütninem
Kızımın gösterdiği kefen bezine mahrem.
Mü’min, ne bakışların odağı olacak şekilde giyinip çıkar sokağa, ne de öyle dışarı uğramış olanlara diker gözlerini…
Aman! Ar Damarımız Çatlamasın…
Eğer bu yanlışı yapan biri varsa, kendi nefsi, ya da bir yakını, mü’min onu da kibarca uyarır, kırmadan, dökmeden… Tıpkı Efendimiz (sav) gibi…
Peygamberimiz’in amcası Abbas’ın oğlu Hazreti Fadl anlatır: “Veda Haccı’nda Efendimiz’le aynı deveye binmek şerefine ermiştim. O sırada, genç ve güzel bir hanım yanımıza gelip Allah Resul’üne bazı sorular sordu. Peygamberimiz (sav) o hanıma bakmadan, sorularını cevaplıyordu. Fakat kadının güzelliği benim dikkatimi çekti. Bir delikanlı olarak, dikkatli bir şekilde kadına baktığımı gören Efendimiz, bu davranışımı hiç beğenmedi. Ben kadına bakmayayım diye, başımı eliyle kibarca öbür tarafa çevirdi. Bu dikkatsiz davranışımla Efendimiz’i üzdüğüm için çok pişman olmuştum.”
Efendiler Efendisi’nin mübarek elleri, hala bizim günaha dönmüş başlarımızı, şefkat ve merhametle tutup, bakması gereken yöne çevirmektedir. Hep hayra davet eden Güzeller Güzeli’nin mesajları, hala ter-ü taze olarak, asırlar ötesinden sürekli gelmekte… Ancak, o mesajları alacak derecede aydınlık mı yüreklerimiz, tertemiz mi?
Günahlara bata bata, ar damarı çatlamış ve ruh bekâretini kaybetmiş olanlar için hiçbir mesaj yoktur. Zira, gönül evini iffetsizliklerle karartmış olanlar, ancak şeytani mesajlara açılmış olurlar.
Bu sebeple, bilhassa da bu yaz mevsiminde, gözümüze, kulağımıza filtreler takmalı, sokağa üryan çıkanlara akıl ve iz’an duasında bulunmalı, kalbimizi, aklımızı ve hatta hayalimizi temiz tutmaya çalışmalı, ekranları karartıp kalplerimizi aydınlatmalıyız.
Aman, ar damarı çatlamasın. Manevi varlığımızın fay hattıdır ar damarı. Çatladı mı, tahribatı yaman olur. Yüreğimizin manevi varlığında taş üstünde taş kalmaz. Tedavisi ve telafisi de çok zor olur.
(Gülistan dergisi,Sayı:91,Temmuz 2008)
Konular
- İman ile Akıl Arasındaki İlişki
- Türkiye’de İslâm meselesi
- Müctehid ne demektir ?
- Ehl-i Kitab’ın akıbeti ve bir tartışma
- Hayreddin Karaman ve Süleyman Ateş
- Buna tefsir diyecek miyiz?..
- SARIK İLE NAMAZ KILMAK HAKKINDA...
- EHL-İ SÜNNET İTİKADI
- "Mezhebsizlik, Dinsizliğin Köprüsüdür"
- Kendilerini Mezheb İmamlarından Üstün Görenler!
- İslâm’ı Tahrif Çabaları
- TEBLİĞ CEMAATİ
- Mustafa İslamoğlu'nun meali..!
- Bey'at ile inabe arasındaki fark
- İslam'da yorum tekeli
- Kadın için hayırlı olan
- Meal Müslümanlığının mahiyeti
- Niçin ''Muhammedun Resulullah'' yok ?
- Yusuf El Karadavi
- Muhtelif meseleler
- Korunmuşluk açısından sünnet 2
- Muhtelif meseleler 2
- Muhtelif Meseleler-4
- Muhtelif meseleler 5
- Mevdudi
- Peygamber Efendimiz (sav)'in Kur'an'ın açıklayıcısı olduğuna dair ayetler var mıdır?
- HADİSLERDE HAZRETİ PEYGAMBER VE ASHABININ FAZİLETLERİ
- GAYBI KİM BİLİR?
- Karaman hoca ve Taha Akyol 1
- Karaman Hoca ve Taha Akyol 2