Molla Kâbız Olayı

Kanuni dönemi İstanbul’u sadece devletin başkenti değil, aynı zamanda ilmin de başkenti…

Dünyaca ünlü âlimler İstanbul’a gelip gidiyor, akşamları derin ilmi sohbetler yapılıyor, en girift, en çözümsüz konular bile tartışılıyordu. Bu tür tartışmaların müdavimlerinden biri de İstanbul medreselerinden icazet almış, İran asıllı Molla Kâbız’dı (ö. 1527). Molla Kâbız tam bir söz ve demagoji ustasıydı. Hatırı sayılır derecede de dini bilgisi vardı ve bunları ustaca kullanmayı biliyordu.

Adı kısa sürede duyuldu. Vaaz verdiği camiler dolup taşmaya, cemaat can kulağıyla Molla Kâbız’ı dinlemeye başladı.

Yıllar süren bir çaba sonucu, İstanbul halkını etkilemeyi başarmıştı. Artık ne söylediği değil, ne olursa olsun onun söylemesi önemliydi. Bir büyük kitle, körü körüne Kâbız’a bağlanmıştı.

Derler ya: “Aydın beğendikçe alkışlar, avam alkışladıkça beğenir”: Molla alkışlandıkça beğeniliyordu.

1527’de Kalender Çelebi devlete isyan edip, üzerine gönderilen Hüsrev Paşa kuvvetlerini, Adıyaman yakınlarındaki Kuruçayır’da yenilgiye uğrattığı günlerde, baklayı ağzından çıkardı… Asıl niyetini açığa vurdu: Bazı dinî hükümleri inkâr etmeye, bazılarını değiştirmeye, bu arada Hazret-i İsa’nın (a.s.) Hazret-i Muham­med’den (a.s.m.), Hıristiyanlığın Müslümanlıktan daha üstün olduğunu iddia etmeye başladı…

Üstelik iddialarını âyet ve hadise dayandırıyor, bazı âyet ve hadisleri kendince yorumlamak suretiyle kafaları karıştırıyordu. Kâbız’ın iddiaları, o dönemde bir hayli taraftarı olan “Hurufîlik”le de bağdaşıyordu…

İşin özünü bilen İstanbul âlimlerinin pek çoğu rahatsızdı. Defalarca şikâyet konusu yapmışlar, ancak yeterli delil bulunamadığından, bir şey yapılamamıştı.

Bundan cesaret alan Kâbız, işi tam bir propagandaya dönüştürdü. Artık pervasız konuşuyor, âlimleri tehdit ediyor, kimsenin karşısına çıkamadığını öne sürüyor, fikirlerini yaymak için her bölgeye bir oda (hadi dergâh diyelim) açıyordu. Halk da tedirgin olmaya başlayınca, durum Divan-ı Hümayun’a intikal etti (1527)…

Divan’a, Padişah adına, Pargalı İbrahim Paşa başkanlık ediyordu. Kanuni, kafes arkasındaki yerini almış, duruşmayı izlemeye hazırlanmıştı.

İddiasını seslendirmesi için ilk söz Kâbız’a verildi. Bütün cerbezesini kullanarak hiçbir ilmî değeri olmayan safsatalarını tekrarladı. Söz ustalığı sayesinde Rumeli Ka­zaskeri Fenarizade Muhiddin Çelebi ile Anadolu Kazas­keri Kadirî Çelebi’yi susturdu. Buna rağmen idamına hükmettiler.

Ancak Veziriazam İbrahim Paşa tatmin olmamıştı. “Herif ilzam edilemedi, fikirleri ilmen çürütülemedi” diye­rek, Müverrih Peçevî’nin ifadesiyle “mülhid-i mülzem”i ser­best bıraktı.

Molla Kâbız’ın serbestçe Divan’dan çıkıp gitmesi, açık inkâ­rına rağmen bir şey yapılmaması Kanuni’yi müthiş kızdırmıştı: “Bre Pargalı!..” diye gürledi, “bir mülhid (İslâmiyetten çıkmış) divanumuza gelür, he­zeyana cür’et kılar ve mülzem olmaz (yalan yanlış konu­şur, ama susturulamaz). Buna bahis nedür?”

Veziriazam ellerini iki yana açarak: “Nice idelüm? (Ne yapalım?) Kazaskerlerünüz mesail-i şer’iyeye (dinî meselelere) âlim değildirler ki, mel’unu ilzam ve ıskat edeler...”

Kâbız hemen ertesi gün yeniden divana çağırıldı. Bu sefer karşısında “İbni Kemal” lâkabıyla meşhur Şeyhülis­lâm Kemal Paşazade Şemsüddin Ahmed Efendi ile İstanbul Kadısı Sadüddin Çelebi vardı.

Molla Kâbız’a öyle sorular sordular ki, hatalarını öyle bir ustalıkla ortaya koydular ki, sonunda Kâbız pes etti. Fakat iddiasından dönmedi. Artık hüküm yargıcındı: “Fitne” ve “irtidat”dan (Müslümanlıktan dönmek) idam cezası verdi.

yavuz bahadıroğlu