Zehirli | Konular | Kitaplar

Sünnet

TASAVVUF İLMİNİN ORTAYA ÇIKIŞI

Saadet Devri’nin en belirgin vasıflarının başında zühd, takva, tefekkür ve marifetullaha dayalı hayat tarzı gelir. Hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber s.a.v. her hususta olduğu gibi bu hususlarda da gelmiş geçmiş bütün insanların en mükemmeli idi.

Sahabe ve Tabiûn hazretleri zamanında tasavvuf adıyla ortaya çıkan herhangi bir ilim veya dinî bir akım yoktu. Aynı şekilde Tefsir, Fıkıh, Kelâm... adlarıyla tasnif edilmiş temel islâmî ilimler de mevcut değillerdi. Dolayısıyla bu ilimlerle irtibatlı olan amelî ve itikadî mezhepler ortaya çıkmamışlardı.

Fakat gerek tasavvuf ve gerekse temel islâmî ilimlerin hepsi o devirde bir bütün olarak ve canlı bir şekilde yaşanıyordu. Sofilik tatbikatta vardı, fakat adı konmamıştı. Yoksa bazılarının zannettiği gibi sonradan ortaya çıkmış değildi. Zaten Saadet Devri’nde ilimler birbirinden henüz ayrışmamışlardı. Hepsi bir bütün olarak İslâm’ı oluşturmaktaydılar.

Asr-ı Saadet’te temel islâmî ilimler

Sahabe-i Kiram hazretleri, itikadî konularda Kur’an ne buyurmuş, Allah Rasulü s.a.v. neyi haber vermişse ona harfiyen iman ediyorlardı. İman hakikatlerini daha ziyade naklî delillerle ve gayet sade bir biçimde tebliğ ediyor, müşriklerin iman etmelerine vesile oluyorlardı.

İLÂHİ EMİRLERİN KAYNAKLARI

Dinimiz, daima doğru olmak, haktan ayrılmamak, adalet gibi dünya ve ahiret saadeti için uyulması gerekenleri emreder. Her türlü kötülüğü de yasaklar. Dinimizdeki bütün emir ve yasaklar, başta Mukaddes Kitabımız olmak üzere Sünnet-i Seniyye, icma, içtihat gibi kaynaklara dayanır. Bu kaynaklardan çıkarılan hükümler bütününü ifade eden fıkıh da, bazı temel kavramlar üzerinde şekillenir.

Dinimizin Yüce Allah'ın emirlerini bildiren temel kaynakları esas itibarıyla dört kısma ayrılır. Bunlar Kur'an-ı Kerim, Sünnet, İcma ve Kıyas'dır.

Kur'an-ı Kerim

Kur'an-ı Kerim Allahu Tealâ'nın kelâmıdır. Rabbimiz bu mukaddes kitabı rasulü Hz. Muhammed Mustafa s.a.v.'e, insanlar ve cinler alemini küfr ve zulmetten aydınlığa çıkarması için indirmiştir.

Kur'an-ı Kerim, İslâm hükümlerinin ilk kaynağıdır. Müçtehit alimler bir meselenin hükmünü öğrenmede ilk önce Kur'an'a müracaat eder, eğer burada bulunursa ona göre hükmeder. Mesela: Kumar oynamanın, içki içmenin, putlara tapmanın, fal bakmanın haram oluşunu Rabbimiz Kur'an'da bildirir: “Ey İnsanlar! Şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları çekmek şeytan işi birer pisliktir.

Prof. Dr. Lütfullah Cebeci İle Mülakat Kur'an Ve Sünnet İlişkisi

"Peygamber Postacı Değildir"

Kur’an’da Şer Problemi, Kur’an’a Göre Takva, Kur’an-ı Kerim’e Göre Cin, Melek ve Şeytan gibi eserlerin sahibi olan Prof. Dr. Lütfullah Cebeci, 1954 yılında Kayseri’nin Develi ilçesinde doğdu. Mekke’deki Ummu’l Kura Üniversitesi’nde araştırma ve incelemelerde yaptı. “An Essay on Sociology of the Holy Qur’an” (Kur’an-ı Kerim’in Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme) adlı tebliği ile Sudan’da yapılan “Bilginin İslâmîleştirilmesi” konulu bir kongreye katıldı ve 1992 yılında “Dinler Arası Diyalog” çerçevesinde Newyork’ta bulundu. Evli ve dört çocuk babası olan Lütfullah Cebeci, halen Erzurum Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesinde tefsir profesörü.


Aydınlarının büyük bir ekseriyeti tarafından içinde yaşadığımız bu çağın adeta kutsandığı bu ülkede, dinî ilimlerde çalışma yapan akademisyenlerin de bu istikamette tavır aldığını görmekteyiz. Onların dini çağdaşlaştırma yolunda ileri sürdükleri fikirler, İslâm hakkında yeterli bilgiye sahip olmayanlara, sanki İslâm çağlara yön verecek bir değerler ve uygulamalar bütünü değil de, zamane insanının gidişatını onaylamaya mecbur bir “vicdanî müessese” izlenimi vermekte... Bu tarz düşünenlerin ifadelerinde, şekil veren, ıslah eden, ebediyete doğru ufuklar açan bir din yerine, batılı değerler ve sözde erdemler kalıbında şekillenen, yani reforme edilebilen, ıslaha muhtaç bir din buluyoruz.

İşte böyle bir akademi dünyasında, çağdaşlık ve modernlik modası karşısında İslâm’ı çağlara hakim bir din olarak algılamış kıymetli bir ilim adamıyla siz okuyucularımızı tanıştırmak istedik.

İslam'ı Anlamada Ve Yaşamada Doğrular Yanlışlar Bid'atler

Çoğumuzun bildiği bir hadis-i şerif var. Efendimiz s.a.v.buyuruyor ki:

“Kim güzel bir çığır açarsa, bu işin ve o çığırda yürüyenlerin sevabı (onlardan da eksiltilmeksizin) o kimseye verilir. Her kim de kötü bir çığır başlatırsa, bu işin ve o çığırdan yürüyenlerin günahı (onlardan da eksiltilmeksizin) kendisine yazılır.”

Yaşadığımız çağda, Allah’ın Son Elçisi’nin koyduğu bu ölçüyü bir kez daha, dikkatlice düşünmek zorundayız. Zorundayız, çünkü çığırlar, icatlar, akımlar, modalar çağında yaşıyoruz.

Günlük hayatta, sanatta, edebiyatta, giyim-kuşamda, ekonomide, fikir ve düşüncede çığırlar, akımlar... Yüzlerce, binlerce...

Bu çığırlar çağında dinî yaşantımız ve anlayışımız da nasibini almakta. Allah’ın Dini’ne mal edilen sayılamayacak kadar uygulama ve anlayış... Kafalarımız karışık; doğru ne, yanlış ne?..

İşte tam bu noktada karşımıza genellikle hatırlamadığımız bir kavram çıkıyor: Bid’at.

Şimdi bid’atı yeniden hatırlama, güzelini çirkininden ayırdetme vakti. Yanlışı doğrudan ayırmak için. Zihin ve gönül karmaşasından kurtulmak için...

Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in hayatta olduğu “saadet dönemi”nde yüce dinimiz en güzel şekliyle yaşanmış, toplum ve fert plânında Yüce Allah’ın muradı en ideal tarzda hayata aksettirilmiştir.

SÜNNET'SİZ DİN DÜŞÜNÜLEBİLİR Mİ?

Yüce dinimizin temeli, hiç şüphesiz, indirilişiyle birlikte ilahî koruma altına alınmış olan Kur’an ve onun gereği gibi hayata intikalinin yegane garantisi olan Sünnet’tir.



İlâhi kelâm olan Kur’an, insanlık alemine Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz vasıtasıyla intikal etmiştir. Üstelik Cenab-ı Hak, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’i, Kur’an’ı insanlara sadece tebliğ etmekle değil, aynı zamanda açıklamakla da görevli kılmıştır.



Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e uymayı, O’na muhalefet etmemeyi, O’nun getirdiklerini alıp, sakındırdıklarından uzak durmayı emreden, Allah’ın rızasını arayanlar için O’nda güzel örnek bulunduğunu haber veren, ancak O’na itaat etmekle gerçek anlamda Rabbimiz’i sevdiğimizi söyleyebileceğimizi ve bağışlanmamızın da buna bağlı olduğunu bildiren ayetler, Sünnet’in dindeki yerini ve fonksiyonunu tayin edici ilâhi beyanlar cümlesindendir.



Buradan hareketle şunu söylemek kaçınılmaz olmaktadır: Eğer Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in açıklaması olmadan Kur’an’ın Cenab-ı Hakk’ın muradına uygun olarak anlaşılması ve yine Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu bir hayatın yaşanması mümkün olsaydı, Efendimiz’e vurgu yapan onlarca ayete gerek olmazdı.

'SAPKINLIĞIN KAYNAĞI SÜNNETİ İHMALDİR'

MEHMET SOYSALDI:'SAPKINLIĞIN KAYNAĞI SÜNNETİ İHMALDİR'


“Ehl-i Sünnet” Bir Yaşam Tarzıdır



Gülistan: Muhterem hocam, son yıllarda bazı çevreler Sünnet-i Resulüllahı bir kenara iterek Kur’an’ın esas alınması gerektiğini söylüyorlar. Bu kapsamda Ehl-i Sünnet Nedir? Açıklarmısınız.



Prof.Dr.Mehmet SOYSALDI *: Ehl-i Sünnet, Hz.Peygamber’in sünnetine uyan ve Hz.Peygamber’i hayatta örnek edinen ve onun sünnetine göre hayatına yön veren demektir. Bu ifadeyi biraz açmak için, önce Sünnet nedir? bunun üzerinde durmamız gerekmektedir.



Sünnet: Arapça bir kelime olup; “yol, birinin devamlı gittiği yol, âdet, gidişat, hayat tarzı” gibi anlamlara gelmektedir. Terim anlamı olarak da “sünnet”, Peygamberimiz (sav)’in söz, fiil ve takrirlerini ifade eder.Takrir, Peygamber’in yapılışını görüp de tasvip ettiği, yasaklamadığı davranışları belirtir.



Kısaca söylemek gerekirse sünnet: “Hz.Peygamber (sav)’in hayat tarzı” demektir. Hayat tarzı, kişinin hayat anlayışının dışa vurmuş şeklidir. Şu halde Peygamber (sav)’in sünnetinin temelinde, O’nun hayat anlayışı vardır.

SAHABE KUŞAĞININ DİNDEKİ YERİ

Kur’an’ın, üzerine yazılı bulunduğu çeşitli yazı malzemelerinden derlenip “Mushaf” haline getirilmesi ve ardından çoğaltılması, Sünnet’in titiz bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılması, İslâm’ın adap ve erkânının, ruh ve kalp disiplininin nesilden nesile intikali hep güzide Sahabe topluluğunun ehliyet, dirayet, basiret ve feragatiyle mümkün olmuştur.



Müslüman bilincinde Sahabe kuşağının (Allah hepsinden razı olsun) ayrı ve ayrıcalıklı bir yeri vardır. Günlük sıradan davranışlarımızdan ibadetlerimize ve bilgi kaynakları hiyerarşisindeki kabullerimize kadar hayatımızın her alanında Sahabe’nin derin etkisini görmek şaşırtıcı değildir. İslâmî ilimlerin metodolojilerinde (Usul’lerinde) başvuru mercii olarak Kur’an ve Sünnet’ten sonra Sahabe’nin üçüncü sırada yer almış olması da, bu açıdan son derece tabii bir husustur.



Hatta Kur’an ve Sünnet’te yer alan hususların nasıl anlaşılması gerektiği noktasında bir tereddüt söz konusu olduğunda Sahabe’nin birinci referans kaynağı olarak kabul edilmesi, Ehl-i Sünnet’i diğerlerinden ayıran en temel hususlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebepledir ki, herhangi bir hususta Kur’an ve Sünnet’in “ne dediği” sorusunun cevabı aranırken Sahabe’nin belirleyiciliğine başvurulması -bir de aralarında görüş birliği oluşmuşsa- bizim için kesinlikle tartışma konusu değildir.



Sahabe bizim için sadece bir “bilgi kaynağı” olarak değil, “örneklik” olarak da vazgeçilmezdir. Bu dinin nasıl yaşanacağını, nasıl ideal Müslüman olunacağını doğrudan Efendimiz s.a.v.’den öğrenmek şüphesiz ki sadece onlara kısmet olmuştur. Peygamber öğrencisi olmak, Kur’an’da ve Sünnet’te övülmek suretiyle ebedileşmek dünyada hangi kıymet ile denk tutulabilir?

İÇİMİZE AYRILIK ATEŞİ DÜŞMESİN

Uzak ve yakın tarihimiz şahit ki, bir ve beraber olduğumuzda bileğimizi bükebilecek kimse çıkmadı.



Bir taraftan nice zaferlere imza atarken, diğer taraftan kültür ve medeniyet değerlerimizle dünyaya insanlık öğrettik.



Ne zaman aramıza tefrika ve ayrılık girmişse ateşlere düştük, ağır bedeller ödedik.



Hele de bir Allah'a, aynı Peygamber'e, aynı mübarek Kitab'a inanan müslümanlar olarak kendi kendimizi zayıflattığımızda, bütün yeryüzünde güzellikler soldu, insanlık yolunu kaybetti.



Bizi Cenab-ı Hak yeryüzünün, insanlığın şahitleri olarak vasıflandırdı. Bizim güçsüzlüğümüz hakkın, adaletin zayıflaması anlamına geldi. Güç bir türlü doymak bilmeyen muhterislerin, sömürgenlerin eline geçti.



Artık yeniden Allah'ın ipine sımsıkı sarılmamız gerekiyor. Birbirimizi sevmemiz, kusurlarımıza müsamaha ve dua ile karşılık vermemiz, kendimizi toparlamamız gerekiyor.



Aksi halde ne huzurumuz olacak, ne de gözyaşı dinecek.

DİN ADINA KONUŞMAK

Tıp, uzmanından dinleniyor. İnşaat, mühendisinden veya mimarından. Ekonomiyi anlatan, bir ekonomist değilse eğer, yadırganıyor. Ya din?...



İlahi buyrukların muhatabı herkes olduğu için, dinî konular hepimizi ilgilendiriyor şüphesiz. Ama, dinin temsili sözkonusu olduğunda, herkesin kendi düşüncesini “dinî gerçekler” veya “dinin gerçeği” olarak anlatması ne kadar doğru olabilir? Konuşmacılar ve yazarlar nasıl bir yeterliliğe sahip olmalıdır? Ve bu yeterliliğin ölçüsü nedir?



Dinin sahibi Allah, kapsadığı alan ise dünya ve ahirettir. Allah, sahibi olduğu dini insanlara ulaştırmak için yarattıkları içerisinde en çok sevdiği ve seçtiği peygamberlerini aracı kılmıştır. Bütün peygamberler bu uğurda her şeylerini, hatta canlarını feda etmişler, Allah'ın muradını insanlara ulaştırmayı hayatlarının tek gayesi kılmışlardır. Buna rağmen peygamberlerin vazifesi, yalnızca Allah'ın buyruklarını tebliğ etmek olmuş, tebliğcisi oldukları din adına kendiliklerinden, kendi heva ve heveslerinden hiç bir şey söylememişlerdir. Bu tebliği sadece bilgi aktarımı olarak değil, Allah'ın vahyettiklerini bizzat yaşayarak insanlara ulaştırmışlardır.



Peygamberlerin yolunda giden ve hem zahiri hem manevi yönleriyle onların varisi olan gerçek alimler de tebliğ vazifesini yerine getirmenin gayreti içinde olmuşlardır. Yalnızca Kur'an ve Sünneti seslendirmişler, bu iki kaynakta açıkça bulamadıkları bazı detay konuları ise büyük bir hassasiyet ve titizlik içinde yine Kur'an ve Sünnetin genel anlayışına uygun olarak çözümleyerek insanlara sunmuşlardır.

"FIKHUS SÜNNE" ÜZERİNE

Son yıllarda Türkiye’de ve diğer memleketlerde gündeme gelen ve “Kaynaklara Dönüş, Selefî Metod, Kur’an ve Sünnetle Amel...” gibi ilk bakışta gerçekten cazip başlıklarla takdim edilen bir faaliyet ve bu meyanda gerçekleştirilen bir çalışma olan “Fıkh-us Sünne” adlı eserin tercüme ve yayınını duyuran yazı dolayısıyla, bu yazıyı kaleme almayı ve söz konusu yazıda değinilen bir kaç noktayı ele almayı bir zorunluluk olarak addettik. Allah’tan (cc) bizlere doğru olana bağlanıp, ondan ayrılmadan, taviz vermeden ihlasla yürümeyi nasip etmesini bütün kalbimizle niyaz ediyoruz.



Eserin giriş bölümünden yapılan bir alıntıda yazar şu ifadeleriyle “Taklid” konusuna değiniyor. Ve yanlış anlamıyorsak -ki aksini iddia etmek oldukça zordur- Taklid’i zemmediyor, kabul etmiyor: “... bunlar, olanca gayretleriyle insanlara dinlerini öğretmeye çalıştılar. İnsanların, kendilerini taklit etmelerini istemedikleri gibi, onları kaynaklara yönelttiler.”



Ahmed b. Hanbel’in sözü:



“Ne beni, Ne Malik’i, ne Şafiî’yi ne Evzâî’yi ne de Sevrî’yi taklit edin. Aldıkları yerden alın”



Ebu Hanife de şöyle diyordu:



“Bizim nereden aldığımızı bilmeden, bir kimsenin, sözümüzü alması caiz değildir.”

SÜNNET'İN OTORİTESİ

İslam'ı ve Müslümanlar'ı tarihsel düşman olarak bellemiş bulunan Batı'nın, bu düşmanı ortadan kaldırmak veya en azından etkisiz hale getirmek için tarih boyunca çeşitli yöntemler kullandığını, bu durumun günümüzde de aynen devam ettiğini ayrıca belirtmeye gerek yok.

Haçlı seferleri, fiilî işgaller, sömürgeleştirme, misyonerlik faaliyetleri ve nihayet Oryantalistler'in gayretleri, Batı'nın İslam'ı çökertme emelini gerçekleştirmek üzere uygulamaya koyduğu yöntemlerden belli başlılarıdır.

Bu yazının konusunu, bunlar arasında Oryantalistik yöntemin ilgi alanına giren ve kaynağını orada bulan bir "problem" oluşturmaktadır: Sünnet'in otoritesi ya da Hz. Peygamber (s.a.v)'in teşri (hüküm koyma) yetkisi.

Kur'an'ın tefsiri, beyanı, hayata açılımı noktasında tek bağlayıcı merci Sünnet'tir ve bu, bizzat Kur'an tarafından ortaya konmuş bir realitedir. Efendimiz (s.a.v)'e itaati ve ittibayı emreden, O'na muhalefetten sakındıran Kur'an ayetleri bu hususu tartışma götürmez bir kesinlikte ortaya koymaktadır.

SÜNNET Mİ, GELENEK Mİ?

Müsteşrikler, Batı dillerinde yaptıkları İslâmiyat çalışmalarında “Sünnet” ve “Hadis”i “ tradition ” (gelenek) kelimesi ile ifade ettiler. Bu, onların, Sünnet ve Hadis'i (tıpkı kendi geçmişlerinde olduğu gibi) Rasul -i Ekrem s.a.v. Efendimiz'den sonra gelenlerin O'na atfettiği ve fakat aslında O'na ait olmayan bir yığın söz ve uygulamalar olarak ya da toplumun zaman içinde oluşturduğu örf, an'ane , adetlerle aynı özelliğe sahip, onlardan farklı ve üstün bir yanı bulunmayan bir olgu olarak nitelendirmelerinin sonucuydu.

Müsteşrikler'in *, çalışmalarını Sünnet sahasına kaydırdıkları dönemlerde yaygın olarak kullanılmaya başladığı dikkat çeken bir kavram “gelenek”.

İslâm dünyasında onların çalışmalarından etkilenen bir takım ilim adamı ve araştırmacılar, bu kavramı, onu oluşturan ve anlam sınırlarını belirleyen dinî ve kültürel arka planı dikkate almadan İslâm dünyasına aktarınca, bize tamamen yabancı bir düşünme biçiminin anahtar kavramlarından biri dilimize yerleşmiş oldu. Dolayısıyla kendisi öz Türkçe olmasına ve dilimizde öteden beri kullanılagelmesine rağmen, “gelenek” kelimesi anlam genişlemesine ve dönüşüme uğrayarak islâmî ilimler alanında kaleme alınan hemen her metinde rastlanan bir “kavram” haline geldi.

Bizim ilim ve kültür hayatımızda “gelenek”, bu anlam genişlemesine uğramadan önce, “örf”, “adet” ve “ an'ane ” kelimeleri ile hemen hemen aynı şeyi anlatırdı. Halk arasında yaygın olarak görülen uygulamalara/muamelelere tekabül etmesi hasebiyle Fıkıh ilminin de ilgi sahasına giren bu kelimeler, (belli şartları taşımaları kaydıyla) ancak temel delillerin arkasından gelen “ talî deliller” kategorisinde dikkate alınan bir özelliğe sahiptir.

EBUBEKİR SİFİL İLE SÖYLEŞİ

Ebubekir Sifil Bey, İslami Camia’da nazarını “Ehl-i Sünnet” ölçülerinden ayırmadan dik durabilen bir yazarımız. Hak bahis olunca ve deliller ortaya konunca fikrinden dönme faziletini gösteren insanlardan..

Bize sıkça gelen sorulardan bir derleme hazırlayarak röportaj teklifimizi iletince kırmadılar, kendilerine teşekkür borçluyuz..Sorulara dokunmadık, Sorular ziyaretçilerimizin ifadesi ile soruldu, bu da bizim için bir ilk oldu.

Ebubekir beyin bazı fikirlerinden rahatsız olanlara da tavsiyemiz, hakikatleri şahıslarla tanımaya kalkmayınız ve adaletli düşünmeyi öğreniniz. Bâkisi hayal ve hüsran..

Soru: Miraç’ta Allah Resulünün(SAV) Hz.Musa ile konuşması ve namazları elli vakitten beş vakte indirmesi hadisesinin aslı var mıdır?

Hz. Peygamber (s.a.v)'in Miraç'ta birçok peygamberle (hepsine selam olsun) ve bu arada Hz. Musa (a.s) ile konuşması ve onun önerisi doğrultusunda namazların 50 vakitten 5 vakte kadar indirilmesi için Rabbü'l-alemin'e (c.c) niyazda bulunması rivayeti sahihtir. Başta el-Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadis imamı Miraç rivayeti meyanında bu hadiseyi de aktarmıştır.

NÜZUL-İ İSA (A.S) ÜZERİNE

Hocam memleketimizde son günlerde Hazret-i İsa’nın nüzulü konusu, Ehl-i sünnet itikat esaslarından önemli birini teşkil eden Hazret-i İsa’nın nüzulü konusu maalesef tartışma konusu yapıldı. Çok yakın bir tarihte de bir televizyon kanalında bu konuyla alakalı olarak seviyesiz ciddi bir tartışma sergilenmiş oldu. Bunun üzerine Ehl-i sünnet’in bu derece önem verdiği bir konu ile ilgili olarak konunun gerçek ve sahih olan tarafını insanlara aktarmak amacıyla, mesuliyetimizi ifa hususunda az da olsa bir katkı olsun diye bu konuda sizinle bir söyleşi yapmayı planladık.



Öncelikle hocam Hazret-i İsa’nın nüzulü diye bilinen Ehl-i sünnet inanç esaslarından biri olarak tarih boyu kabul edilmiş, ispatlanmış ve belgelenmiş bir konu etrafında konuşuyoruz. Genelde insanlarda bu tartışmalar neticesinde oluşan bir şey var… şöyle bir yanlış kanaat var, şöyle bir tereddüt var. Sanki Ehl-i sünnet alimleri Hazret-i İsa’nın nüzulü konusunu böyle çok zayıf bir takım emareler, deliller üzerine bina etmiş gibi; bu konuda eskiden beri kabul edilmiş bir fikir varmış da, işte geleneksel kabule aykırı davranmamak adına insanlar bunu kabul ediyormuş gibi, böyle bir tevehhüm var.

MODERN ÇAĞIN FETVACILARI

Şimdi artık fetva verilirken delilin kuvvetine bakılmıyor. Kimse söylediklerinin Kur’an’a, Sünnet’e, İcma’a ve Kıyas’a, dolayısıyla Allah Tealâ’nın rızasına uygun olup olmadığını dikkate almıyor, araştırmıyor. Dikkate alınan tek bir husus var: Çağdaş değer yargılarıyla çelişmemek…

Fetva vermek, fetva soran kişiye, sorduğu meselenin dinî hükmünü bildirmek demektir. Hüküm doğrudan doğruya dine mal edildiği için fetva verme işi son derece hassas ve risklidir.

Bu itibarla fetva ile hükme bağlanan, daha doğrusu hükmü karşı tarafa bildirilen mesele sağlam delillere dayalı olmalıdır. Zira fetva veren kişi, “Bu konuda Allah Tealâ’nın razı olduğu hüküm budur.” demiş olmaktadır.

Fetva verme işinin hassasiyeti, sadece ilgili kaynakların ittifakla naklettiği bu keyfiyetten kaynaklanmamaktadır. Yüce Rabbimiz’in şu ayetlerde beyan buyurduğu hükümleri “fetva vermek” olarak Yüce Zatı’na izafe ve isnad etmiş olması, fetva işinin ehemmiyetini ortaya koyan bir diğer önemli noktadır.

“Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: Onlar hakkında fetvayı Allah veriyor…” (Nisa, 127)

“Senden fetva istiyorlar. De ki: Allah kelâle (babası ve çocuğu olmayan) hakkında şöyle fetva veriyor…” (Nisa, 176)