BİRAZ CİDDİYET LÜTFEN!...
Bugünden başlayarak birkaç yazı halinde, bir internet sitesinde Sünnet/Hadis konusunda ileri sürülen bazı iddiaları kısaca mercek altına alacağım. “Kur’an İslamı” sloganının bizi nereye çağırdığı meselesi, dinî, siyasî, kültürel nokta-i nazardan ciddi analizler gerektiriyor olmakla birlikte, burada meselenin sadece ilmî veçhesi üzerinde duracağım.
Konuyla ilgili olarak elektronik posta adresime iletilen mesajlardan, sitede ileri sürülen görüşlerin, –İslam Modernizmi’nin yabancısı olmadığımız argümanlarından beslenmekle birlikte– insanımızın bir kesimi üzerinde ciddi etkiler bıraktığı anlaşılıyor.
Ancak birlikte göreceğimiz gibi, söz konusu iddiaların –ilmî bir temele sahip olmak şöyle dursun– son derece acemice kurgulandığı ve ciddiyetten uzak olduğu dikkat çekiyor. İleri sürülen hususların büyük ölçüde Ebû Reyye’nin “Advâ’ ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye”sinin, dilimize “Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması” adıyla yapılan çevirisi tarzındaki birkaç kitaptan “kes-yapıştır” yöntemiyle ortaya konduğu bir yazıdan bundan başkası da beklenemezdi doğrusu…
Maksada geçmeden önce –izninizle–, bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olanlara da bir çift laf etmek isterim: Allah’ın dininin, birkaç kitap okuyarak ya da birkaç internet sitesinde gezinerek “tayin edilebilecek” kadar basite indirgenmesi anlaşılabilir bir husus değil. Ahiretiniz hakkında nasıl bu kadar kolay karar verebiliyorsunuz? Kendinizi, “Bir kitap okudum, dünyam değişti” diyebilecek seviyesizlikte görüyorsanız, bunun, en başta kendinize hakaret anlamına geldiğini bilmelisiniz! Bir kitap okuyarak yahut bir internet sitesini ziyaret ederek dünyasını değiştiren insan, müslümanın sahip olması gereken basiret, firaset ve fetanetten yoksun insandır! Biraz ciddiyet lütfen!..
İşte insanımızın “kafasını bulandıran” siteden birkaç “inci”:
“Hadisleri incelemeye Peygamberimiz’in dönemine giderek ve sonra yavaş yavaş kendi dönemimize gelerek başlayalım. Peygamberimiz’in hadis yazımına izin vermediğini, kendi sözlerinin yazımını yasakladığını hadisçiler bile kabul etmektedir. En doğru kabul edilen iki hadis kitabından biri olan Müslim’de ve Hanbeli mezhebinin kurucusu İbni Hanbel’in Müsned’inde şu hadisi rivayet ederek Peygamber’in kendi sözlerinin yazımını yasakladığını kabul ederler. “Benden Kuran dışında hiçbir şey yazmayın. Kim benden Kuran dışında bir şey yazmışsa imha etsin.” (Müslim, Sahihi Müslim Kitabı Zühd, Hanbel, Müsned 3/12, 21, 33) Darimi’deki hadis ise şöyledir: “Sahabe Allah’ın elçisinden sözlerini yazmak için izin istediler. Ancak onlara izin verilmedi.”(Darimi, esSünen) El Hatib’teki hadis şöyledir: “Biz hadis yazarken Hz. Peygamber yanımıza geldi ve yazdığınız şey nedir? dedi. Senden işittiğimiz hadisler (sözler) dedik. Hz. Peygamber Allah’ın kitabından başka kitap mı istiyorsunuz? Sizden evvelki milletler Allah’ın kitabı yanında başka kitaplar yazdıkları için yoldan çıktılar.” (El Hatib, Takyid, sayfa 33) Tirmizi’den de bunu öğrenebiliriz: “Allah elçisinden sözlerini yazmak için izin istedik, bize izin vermedi.” (Tirmizi, esSünen, K. İlm, sayfa 11)…”
İleride göreceğimiz gibi, hadislerin uydurma olduğu tezini iddiasının temeline yerleştiren bu bakış açısının, hadislerin yazıya geçirilmesinin yasaklandığı iddiasında yine rivayetlerden hareket etmesi hayatî bir çelişkidir. Eğer hadisler hakkındaki temel görüşümüz, uydurma olabilecekleri/oldukları temelinde şekillenecekse, burada ne diye hadislere dayanalım?
Öte yandan konuyla şu veya bu ölçüde ilgilenen herkes bilir ki, hadislerin yazıya geçirilmesi konusunda yasaklama bildiren rivayetler olduğu gibi, serbestiyet, hatta “teşvik” ifade eden rivayetler de vardır. Reşid Rıda ve onun gibi düşünen birkaç kişi, birinci gruptakilerin ikinci gruptakileri nesh ettiği iddiasında ise de, Efendimiz (s.a.v)’in, Ebû Şâh isimli sahabînin talebi üzerine Veda Hutbesi’nin yazılmasını emir buyurduğunu anlatan rivayet gibi birçok delil, yazım yasağının, konjonktürel bazı sebeplerle geçici bir süre için öngörüldüğünü ve bilahare kaldırıldığını ortaya koymaktadır. Hadis Usulü ve Hadis Tarihi ile ilgili eserlerde enine boyuna tartışılmış olan bu meselede sözü fazla uzatmaya gerek görmüyorum.
Yukarıya aldığım satırların devamında, tam bir “hilebazlık” örneği sergilenerek, hadislerin yazıya geçirilmesi ila nihaye yasaklanmış, bunu serbest bırakan rivayetler hiç varit olmamış gibi davranıldığı ve özetle “Eğer hadisler dinin ikinci kaynağı ise yazımı niçin yasaklanmıştır?” dendiği görülüyor. Oysa art niyetsiz bir yaklaşımın, karşıt rivayetleri okuyucunun gözünden gizlemeye çabalamaması ve bunları da dürüstçe gündeme getirip –gücü yetiyorsa– tartışması gerekirdi!
Esasen hadislerin yazıya geçirilmesine Efendimiz (s.a.v) tarafından getirilmiş olan –geçici– yasaklama ile “hadislerin Din’deki konumu” arasında doğrudan ilişki kurmak da bir “el çabukluğu”dur. Zira iddia edildiği gibi hadisler Din’de bağlayıcı bir değere sahip olmasaydı, Efendimiz (s.a.v) hadislerin sadece yazımını değil, “rivayetini” ve bağlayıcı olarak kabul edilmesini de yasaklardı. Oysa Efendimiz (s.a.v)’den, hadislerin rivayet edilmesini ve Din’de ölçü olarak alınmasını yasaklayan herhangi bir söz/tavır rivayet edilmiş değildir.
Tam aksine, hadislerin başkalarına aktarılmasının Efendimiz (s.a.v) tarafından teşvik edildiğini gösteren birçok rivayet mevcuttur. Konuyla ilgili herhangi bir kitaptan kolayca tahkik edilebilecekleri için burada ilgili rivayetleri tek tek zikretmeyi gereksiz görüyorum.
HADİSLERİN SAYISI NİÇİN ARTMIŞ?
Mal bulmuş mağribîlerin elinde tedavülde bulunan bir başka husus da bahse konu internet sitesinde şöyle ifade ediliyor:
“Ahmed Emin, hadis uydurmacılığının tablosunu gösteren şu zeki tespiti yapar: “İginçtir ki eğer hadisleri açıklayıcı bir şekilde ele alacak olsak piramit biçiminde olduğunu görürüz. Piramidin tepesi Allah’ın elçisinin dönemi olup aşağıya indikçe piramidin eni artmaktadır. Piramidin temeline vardığımızda Peygamber döneminden ne kadar geniş olduğunu farkederiz. Halbuki makul olan tersidir. Çünkü Peygamber’in yanında olanlar hadisleri (Peygamber’in söylediklerini) en çok bilenlerdi. Sonra onların ölümüyle hadisleri bilenlerin sayısı azalacak ve bu şekilde üstteki piramit ters şekilde gelişecekti. Ama bizler Emevi dönemindeki hadislerin bu dönemdekilerden daha kabarık olduğunu görüyoruz.”
Daha önce de bir başka vesileyle değinmiştim: Özellikle mütekaddimun Hadisçiler’in terminolojisinde aynı metnin değişik senetlerinin her birine, aynı metnin aralarında nüans(lar) bulunan varyantlarına, hatta Sahabe ve Tabiun kavillerine de “hadis” denirdi. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden sonra “merfu” hadislerin sayısında “reel olarak” herhangi bir artış olmamıştır. (Ulemanın “uydurma” olduğunu söylediği rivayetlerin bu tesbitin dışında olduğu izahtan varestedir.)
Şu halde, alıntıdaki tesbit şöyle düzeltilmelidir: Hz. Peygamber (s.a.v)’in yanında olanlar (Sahabe) vefat ettiğinde, Din’in ikinci kaynağı olan Sünnet/Hadis, Din’in anlaşılmasında ve yaşanmasında herhangi bir boşluğun oluşmasına meydan verilmeksizin daha sonraki kuşaklara aktarılmıştır. Basit bir hesapla her bir alim sahabînin 2 öğrencisi olduğunu varsayarsak, Tabiun döneminde hadisleri bilenlerin sayısı Sahabe dönemine oranla ikiye katlanmış olacaktır. Dolayısıyla Sahabe döneminden sonra hadisleri bilenlerin sayısında “azalma” değil “artma” olduğunu söylemek durumundayız. Bu iki öğrenciden her birinin yine ikişer öğrencisi olduğu varsayımından hareket edersek, Etbau’t-Tabiîn dönemine gelindiğinde rakam kümülatif olarak yine katlanacaktır…
Elbette burada sayısı artan, sadece “hadisleri bilenler” değildir. Yukarıdaki örnekten devam edersek; Etbau’t-Tabiîn halkasına geldiğimizde, aynı rivayetin aynı sahabîde birleşen dört ayrı rivayet silsilesi oluşmuş durumdadır. Bu silsilelerden her biri –yukarıda da söylediğim gibi– ayrı bir “hadis” olarak itibara alınacaktır. Bu durumda Sahabe halkasındaki bir tek rivayet Etbau’t-Tabiîn halkasında (rivayet silsilesinin farklılığı anlamında) “4 hadis” oluvermiştir, bir. Aynı metin, bu dört rivayet silsilesinde birtakım lafız farklılıklarıyla aktarıldığında bunların her biri yine birer “hadis” olarak isimlendirilecektir, iki. Sahabe ve Tabiun halkalarını teşkil edenlerin her birinin fetvaları (mevkuf/maktu) rivayet olarak yine “hadis” tabir edilmiştir, üç. Sanıyorum anlaşılmıştır…
Bir başka iddia:
“Müslim sahih olan, yani kesin doğru olduğu kanaatine vardığı her hadisi kitabına almadığını söyler (Müslim, 1. cilt, sayfa 28). Müslim’in mantığına göre hadisler dinin kaynağıdır, fakat kendisi her doğru bildiği hadisi kitabına almaz. Yani bu mantığa göre dinimiz eksik olur. Müslim’in atladığı bir hadisi, başka birinin atlamadığının garantisi olmadığına göre, gelenekçi mantık kendi kendini eksik ilan eden bu izahı kaynaklarında taşımaktadır. Hadisler dinin kaynağıdır diyen Buhari 600 bin hadis bilip 6000-7000 tanesini yani %1′ini kitabında yazmıştır. Geriye kalan % 99′u ise bunlara ihtiyacımız olmadığına veya bunların güvenilir olmadıklarına kanaat getirip kitabına almamıştır.”
Bu iddia karşısında lafı çok fazla uzatmaya gerek görmüyorum. Zira “tasnif dönemi”nin mahsulü olan elimizdeki Hadis musannefatı hadislerin tümünü bir araya toplamak maksadıyla kaleme alınmamıştır. Yani (elimizdeki musannefat için söylüyorum) hiçbir Hadis imamı, hadislerin tümünü bir araya toplamak maksadıyla kitap yazmış değildir. Ne zaman bu söylediğimin aksi ispatlanır, ancak o zaman yukarıdaki iddiada haklılık payı olduğu söylenebilir.
Diğer bir iddia:
“Buhari’nin 600.000 hadis bildiği iddiasını ele alalım. Buhari’nin hayatında hiçbir iş yapmadığını, hiç uyumadığını ve her hadisin doğruluğunu, nakil zincirinin sağlamlığını anlamak için her hadise 2 saat ayırdığını düşünelim. Sırf bu süre 130 yıldan fazladır. Oysa bazen bir hadisin, bir zincirinin, bir halkasının sağlamlığını anlamak için günlerce seyahat edildiği iddiasını düşünürsek, Buhari’nin bildiği tüm hadislerin doğruluğunu test etmesi binlerce yıla bile sığmazdı. Kısacası Buhari’nin ve diğer hadisçilerin bildikleri tüm hadislerin sağlamlığını test edip, içinden en sağlamlarını seçtikleri iddiası akıl dışıdır.”
Bu satırların yazarı belli ki hiç Hadis Tarihi okumamış. İmam el-Buhârî’nin yaşadığı dönemde İslamî ilimlerin her sahasında olduğu gibi Hadis sahasında da sistem oturmuş durumdaydı. Prof. Dr. Fuat Sezgin hocanın Buhârî’nin Kaynakları isimli çalışmasında ortaya koyduğu gibi, İmam el-Buhârî Sahîh’ini oluştururken büyük ölçüde yazılı kaynaklardan istifade etmişti. Bu sahada İmam el-Buhârî’den önce Sa’îd b. el-Müseyyeb, Sa’îd b. Cübeyr, Muhammed b. Sîrîn, Ebû Amr eş-Şa’bî, İbn Şihâb ez-Zührî, İbn Cüreyc, Sa’îd b. Ebî Arûbe, Şu’be b. el-Haccâc, Süfyân es-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, Abdullah b. el-Mübârek, Yahya b. Sa’îd el-Kattân, Vekî’ b. el-Cerrâh, Abdurrahman b. Mehdî ve daha yüzlerce isim –ve elbette bu arada Müçtehid İmamlar– Hadis sahasında icra-i faaliyet etmiş, ravilerin cerh-ta’dili ve hadislerin tashih-taz’ifi konusunda sonraki nesillere büyük bir birikim aktarmışlardır.
HADİSLERİN SAYISI NİÇİN ARTMIŞ? (2)
Bir önceki yazıyı hadislerin sıhhatinin tesbiti konusuna giriş mahiyetinde birkaç şey söyleyerek noktalamıştım. İddiayı hatırlayalım:
“Buhari’nin 600.000 hadis bildiği iddiasını ele alalım. Buhari’nin hayatında hiçbir iş yapmadığını, hiç uyumadığını ve her hadisin doğruluğunu, nakil zincirinin sağlamlığını anlamak için her hadise 2 saat ayırdığını düşünelim. Sırf bu süre 130 yıldan fazladır. Oysa bazen bir hadisin, bir zincirinin, bir halkasının sağlamlığını anlamak için günlerce seyahat edildiği iddiasını düşünürsek, Buhari’nin bildiği tüm hadislerin doğruluğunu test etmesi binlerce yıla bile sığmazdı.”
İmam el-Buhârî’nin ya da bir başka Hadis musannıfının, Hadis sahasında kendisine kadar intikal etmiş birikimi hiç dikkate almadan ya da ondan hiç istifade etmeden, sıfırdan sistem inşa ettiği varsayımından hareket eden bu tesbitin, bir “masa başı kurgusu” olduğu her halinden belli. Bir önceki yazıda da belirttiğim gibi İmam el-Buhârî (ve tabii çağdaşı diğer Hadis imamları), kendilerine kadar gerek yazılı, gerekse şifahi olarak intikal etmiş birikimi, kendi gayretleriyle bir adım daha ileriye taşımış, yani binaya bir tuğla daha eklemişlerdir. Esasen bu, onlarla sınırlı bir faaliyet değildir. Onlardan öncekiler de aynı kolektif çabanın birer parçası olarak icra-i faaliyet etmişlerdir. Aksi halde İmam el-Buhârî’nin, kendisinden önce yaşamış Hadis ravilerinin ahvalinden haberdar olması nasıl mümkün olurdu?
Dönemin belli başlı ilim merkezlerinin her birinde, hayatını Hadis sahasına vakfetmiş onlarca yüzlerce alimin bitmek tükenmek bilmeyen gayretlerinin semeresinin, ilim talebi için diyar diyar gezmedikçe alim olunamayacağı şeklindeki son derece haklı yerleşik anlayış sayesinde bir bölgeden diğerine kolayca ulaştırılıyor olduğu gerçeği burada mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Kısacası, “yükselen değer”in ilim olduğu bir dönemden ve ilim talebine her şeyini adamış kadrolardan bahsediyoruz. İlimle ilgili hiçbir gelişmenin “rastgele” olmadığı, işlerin belli bir sistem ve disiplin içinde yürüdüğü o dönemde hadislerin gerçeğini sahtesinden ayrıştırma yeteneğinin “meleke” haline dönüştüğü o insanlar, aynı zamanda hafıza gücü ve ezber kapasitesinin de zirvesinde idiler. Konuyla ilgili eserlerde son derece çarpıcı anekdotlar bulunduğunu bilenler bilir.
Öyleyse İmam el-Buhârî’nin –masa başı bir hesapla– her hadisin durumunu araştırmak için şu kadar saatini verdiği üzerinden hesap yapmak son derece yanlış ve yanıltıcıdır.
“Kuran başı sonu belli bir kaynaktır. Oysa hadiste insanlar: “Bir tane duydum”, “Bir tane de şu var” diyerek hadisleri çoğaltmışlardır. Hadislerin içine çok uydurma girmesinin en büyük sebeplerinden biri hadislerin başı ve sonu belirsiz bir kaynak oluşudur.”
Konu hakkındaki koyu cehaletin değilse, su-i kastin ürünü olduğunda şüphe bulunmayan bu satırlar hakkında ne denebilir? Hangi kaynakta insanların birbirine “fıkra anlatır” gibi hadis naklettiğinin söylenmesini mümkün kılacak bir anekdot var? Hadis nakli işinin, insanların dinî/toplumsal konumuna ve encamına doğrudan tesir eden bir “risk” olduğu bir dönemde ve anlayışta, kendisini iki cihanda rüsvay olma tehlikesine atarak “Duyduğuma göre şöyle bir hadis varmış” diyen çıksa da onu ciddiye alan çıkmış mıdır? Hadislerin cem, tedvin ve tasnifi böyle mi olmuştur? Eğer böyleyse Hadis talebi uğruna ömür tüketen Hadis imamları onca meşakkat, yokluk ve sıkıntıyı ne diye göğüslemiştir?
Hadislerin başı-sonu belirsiz bir kaynak olduğu iddiasına gelince, sahibinin hayal dünyasının zifiri karanlığından başka bir şeyin ifadesi değildir. Hadislerin “çoğalması”nın ne anlama geldiğine daha önce değinmiştim. Her önlerine gelenden rivayet almak şöyle dursun, yeri geldiğinde en yakınlarını bile cerh eden Hadis otoritelerinin, konu hakkındaki hassasiyetleri, elbette bu satırların yazarının muhayyilesinin alamayacağı kadar büyüktü.
Bir noktaya daha dikkat çekelim: Tarih içinde “hadis uydurma” adına muhtelif kesimler tarafından icra-i faaliyet edildiği, bizzat konuyla ilgili kaynakların ifade ettiği bir husus. Eğer o kaynaklar nakletmeseydi, bugün bizler böyle bir olgunun varlığından haberdar olamayacaktık.
Bizzat kendileri de Hadis uydurma faaliyetine karışmışsa, bu kaynaklar kendi güvenilirliklerini berhava eden bu kozu bize kendi elleriyle niçin takdim etsinler? İşin esası şu ki, burada büyük bir özgüven, sağlam bir sistem ve berrak bir bilinç yapısı ile karşı karşıyayız. Bu gerçeği –yaşamayı bırakın– idrak etmekte bile zorlananlar, o kaynakları itham etmekle aslında kendi sığlıklarını dile getirmiş oluyor.
Manzara şu: Milyonlarca kilometrekarelik bir coğrafyada, farklı din ve kültürden insanların iç içe yaşadığı bir ortamda türlü maksatlarla hadis uyduran kimseler olmuştur. Bunlar genellikle sapık inanç mensupları, İslam’a yeni girmiş avam kesimi ve dinî şuuru yeterince gelişmemiş kimseler arasından çıkmıştır. Bunların karşısında da Hadis otoriteleri, engin takva, bilgi ve gayretleriyle görevlerini yerine getirmiş ve –özgünlük ve mükemmeliyetini bugün insaflı Batılılar’ın bile itiraf ettiği– “isnad sistemi”ni işleterek bu rivayetlerin sahih hadisler arasına karışmasını engellemişlerdir.
Bunu, Kur’an ayetlerinin birtakım batıl fırka mensupları tarafından yanlış tevillere tabi tutularak kendi inanç ve ideolojilerine gerekçe yapılmasına benzetebiliriz. Tefsir ve Kelam alimleri, doğru tefsir ve tevilleri ilmî bir şekilde ortaya koyarak bu art niyetli girişimlerin önü nasıl almışsa, Hadis alimleri de “uydurma” faaliyetlerine karşı en güçlü silah olan “isnad” sistemini çalıştırarak görevlerini yapmışlardır.
PEYGAMBERSİZ DİN, SÜNNET’SİZ KUR’AN
Son birkaç yazının konusunu oluşturan internet sitesinde Sünnet/Hadis ve “Kur’an İslamı” hakkında ileri sürülen görüşlerin tamamını buraya aktarmaya ne niyetim, ne de imkânım var.
Yabancısı olmadığımız bu yaklaşım hakkında sözü daha fazla uzatmaya gerek de yok doğrusu. Bugün son olarak birkaç noktaya parmak basıp bu konuyu nihayetlendireceğim.
Siteyi hazırlayanların tutarlı olduğu tek nokta var. O da şu: Madem ki aralarına çok sayıda uydurma karışmıştır; o halde hadisler arasında “şunlar sahih olabilir” gibi seçici bir yaklaşımla ayıklamaya gitmek doğru değildir. Zira onları da diğerlerini de bize aktaran aynı raviler ve aynı kaynaklardır. Bir sözün doğru, tutarlı ve Kur’an’a, akla vs. uygun olması, onu Hz. Peygamber (s.a.v)’in söylediğini garanti etmez.
Evet, sitedeki tek tutarlı yaklaşım bu. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bu “tutarlı” tavır hiçbir şeyi çözmüyor; aksine problemi daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Zira hadisler olmadan Sünnet’e ulaşmaya, Sünnet olmadan da Din’in murad-ı ilahiye uygun anlaşılıp yaşanmasına imkân yok. “İtikadiyyat”tan “ameliyyat”a kadar bütün boyutlarıyla İslam, ancak Kur’an’ın beyanı olan Sünnet’tin rehberliğinde hayata gerçek anlamda yansıyabilir.
Nitekim sitenin hazırlayıcıları da bunun farkında olacaklar ki, sitede Kur’an’la yetinilerek “çözümlenen” meseleler arasında hemen hiçbir temel ibadet, hatta itikad konusu yer almıyor. İşte Kur’an merkezli örnek “fetva” konuları:
“Kurban bayramında kurban kesmek gerekir mi? Bu ibadet vacip midir? Kravat giymenin hükmü nedir? Hıristiyanlar’a benzemek olduğu için günah olur mu? Gebe suyu ile abdest alınır mı? Kuran’a göre meclis, başbakan ve cumhurbaşkanından oluşan bir sistem olabilir mi? Namazda ellerim nasıl durmalı? Tuvaleti oturarak yapmak dinen daha mı makbul? İpek gömlek giyilebilir mi? Kadınlar makyaj yapabilir mi? Sünnet olmak dini bir zorunluluk mudur? Dövme yapılabilir mi? Hangi elle yemek yiyelim? Kadın erkek el sıkışabilir mi? Mastürbasyon yapılabilir mi? Doğum kontrolü yapmanın dinen bir sakıncası var mı? Ölünün arkasından Kuran okunabilir mi? Kusmak orucu bozar mı? Domuz postu kullanılır mı? Orucu hangi yiyecekle açmak daha sevaptır? Karım benden habersiz kaç kilometre uzağa gidebilir? Dinimizde kandil geceleri var mı?”
Bu soruların hemen tamamına, “Böyle bir mesele Kur’an’da geçmez. Kur’an’da geçmeyen bir şey de yasak değildir, nasıl uygunsa öyle yapın” tavrıyla “cevap” verilmiş.
Bu örnek sorular ve “cevap”lar arasında mesela “Namaz kaç rekât olarak ve nasıl kılınır? Zekât hangi mallardan ne kadar ve ne zaman verilir? Hac nasıl yapılır?..” gibi “fuzuli” konulara yer yoktur!
Bu ibadetlerin ve benzeri pek çok hususun nasıl yerine getirileceği, ana hatlarıyla dahi zikredilmezken, detaylara ilişkin bir açıklama beklemek elbette beyhudedir…
Burada, gönderildiği zaman diliminden kıyamete kadar bütün tarih ve coğrafyalar için biricik hidayet olan “son din”den bahsediyoruz ve önümüzde böyle bir “komedi” var!
Üstelik ne hikmetse bu “komedi”de rol kesen herkes, Müslüman olmadan da kurtuluşa erilip cennete gidilebileceğini koro halinde tekrarlıyor. Siteyi hazırlayanların iddiasına göre, “Kur’an ayetlerini incelersek, Kur’an geldikten sonra Musevi olmaya veya Hıristiyan olmaya devam edenlerin cehennemlik olduğuna dair hiçbir iddia geçmez.”
“Ehl-i Kitap ve müşriklerden olan inkârcılar, içinde ebedi olarak kalacakları cehennem ateşindedirler…” (98/el-Beyyine, 6) diyen Kur’an’a açık bir iftira ve başkaldırı anlamına gelen yukarıdaki satırların gerçek anlamda “Kur’an Müslümanlığı” ile herhangi bir ilgisi olabilir mi? Ya da “Kur’an Müslümanlığı” bu ise, bunun Kur’an’la bir ilgisi var mıdır?..
Tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de herkes her şeyi söylemiştir, söyleyebilir. Herkes ağzından çıkanın ve kaleminden dökülenin hesabını “öte”de elbette verecek. Burada “can sıkıcı” olan, sapı samandan ayıracak temyiz kabiliyetine sahip olmadığı halde, hem dünyasını hem de ahiretini nasıl bir tehlikeye attığını fark etmeden “gerçeği buldum” diyerek bu komediyi “din” edinen kimselerin varlığından haberdar olmak.
Bilmesi gerekeni bilmemek kişioğlu için kötü; ama anlaşılabilir bir şey. Bilmediğini bilmemek ise dertlerin en devasızı…
EBUBEKİR SİFİL
Konuyla ilgili olarak elektronik posta adresime iletilen mesajlardan, sitede ileri sürülen görüşlerin, –İslam Modernizmi’nin yabancısı olmadığımız argümanlarından beslenmekle birlikte– insanımızın bir kesimi üzerinde ciddi etkiler bıraktığı anlaşılıyor.
Ancak birlikte göreceğimiz gibi, söz konusu iddiaların –ilmî bir temele sahip olmak şöyle dursun– son derece acemice kurgulandığı ve ciddiyetten uzak olduğu dikkat çekiyor. İleri sürülen hususların büyük ölçüde Ebû Reyye’nin “Advâ’ ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye”sinin, dilimize “Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması” adıyla yapılan çevirisi tarzındaki birkaç kitaptan “kes-yapıştır” yöntemiyle ortaya konduğu bir yazıdan bundan başkası da beklenemezdi doğrusu…
Maksada geçmeden önce –izninizle–, bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olanlara da bir çift laf etmek isterim: Allah’ın dininin, birkaç kitap okuyarak ya da birkaç internet sitesinde gezinerek “tayin edilebilecek” kadar basite indirgenmesi anlaşılabilir bir husus değil. Ahiretiniz hakkında nasıl bu kadar kolay karar verebiliyorsunuz? Kendinizi, “Bir kitap okudum, dünyam değişti” diyebilecek seviyesizlikte görüyorsanız, bunun, en başta kendinize hakaret anlamına geldiğini bilmelisiniz! Bir kitap okuyarak yahut bir internet sitesini ziyaret ederek dünyasını değiştiren insan, müslümanın sahip olması gereken basiret, firaset ve fetanetten yoksun insandır! Biraz ciddiyet lütfen!..
İşte insanımızın “kafasını bulandıran” siteden birkaç “inci”:
“Hadisleri incelemeye Peygamberimiz’in dönemine giderek ve sonra yavaş yavaş kendi dönemimize gelerek başlayalım. Peygamberimiz’in hadis yazımına izin vermediğini, kendi sözlerinin yazımını yasakladığını hadisçiler bile kabul etmektedir. En doğru kabul edilen iki hadis kitabından biri olan Müslim’de ve Hanbeli mezhebinin kurucusu İbni Hanbel’in Müsned’inde şu hadisi rivayet ederek Peygamber’in kendi sözlerinin yazımını yasakladığını kabul ederler. “Benden Kuran dışında hiçbir şey yazmayın. Kim benden Kuran dışında bir şey yazmışsa imha etsin.” (Müslim, Sahihi Müslim Kitabı Zühd, Hanbel, Müsned 3/12, 21, 33) Darimi’deki hadis ise şöyledir: “Sahabe Allah’ın elçisinden sözlerini yazmak için izin istediler. Ancak onlara izin verilmedi.”(Darimi, esSünen) El Hatib’teki hadis şöyledir: “Biz hadis yazarken Hz. Peygamber yanımıza geldi ve yazdığınız şey nedir? dedi. Senden işittiğimiz hadisler (sözler) dedik. Hz. Peygamber Allah’ın kitabından başka kitap mı istiyorsunuz? Sizden evvelki milletler Allah’ın kitabı yanında başka kitaplar yazdıkları için yoldan çıktılar.” (El Hatib, Takyid, sayfa 33) Tirmizi’den de bunu öğrenebiliriz: “Allah elçisinden sözlerini yazmak için izin istedik, bize izin vermedi.” (Tirmizi, esSünen, K. İlm, sayfa 11)…”
İleride göreceğimiz gibi, hadislerin uydurma olduğu tezini iddiasının temeline yerleştiren bu bakış açısının, hadislerin yazıya geçirilmesinin yasaklandığı iddiasında yine rivayetlerden hareket etmesi hayatî bir çelişkidir. Eğer hadisler hakkındaki temel görüşümüz, uydurma olabilecekleri/oldukları temelinde şekillenecekse, burada ne diye hadislere dayanalım?
Öte yandan konuyla şu veya bu ölçüde ilgilenen herkes bilir ki, hadislerin yazıya geçirilmesi konusunda yasaklama bildiren rivayetler olduğu gibi, serbestiyet, hatta “teşvik” ifade eden rivayetler de vardır. Reşid Rıda ve onun gibi düşünen birkaç kişi, birinci gruptakilerin ikinci gruptakileri nesh ettiği iddiasında ise de, Efendimiz (s.a.v)’in, Ebû Şâh isimli sahabînin talebi üzerine Veda Hutbesi’nin yazılmasını emir buyurduğunu anlatan rivayet gibi birçok delil, yazım yasağının, konjonktürel bazı sebeplerle geçici bir süre için öngörüldüğünü ve bilahare kaldırıldığını ortaya koymaktadır. Hadis Usulü ve Hadis Tarihi ile ilgili eserlerde enine boyuna tartışılmış olan bu meselede sözü fazla uzatmaya gerek görmüyorum.
Yukarıya aldığım satırların devamında, tam bir “hilebazlık” örneği sergilenerek, hadislerin yazıya geçirilmesi ila nihaye yasaklanmış, bunu serbest bırakan rivayetler hiç varit olmamış gibi davranıldığı ve özetle “Eğer hadisler dinin ikinci kaynağı ise yazımı niçin yasaklanmıştır?” dendiği görülüyor. Oysa art niyetsiz bir yaklaşımın, karşıt rivayetleri okuyucunun gözünden gizlemeye çabalamaması ve bunları da dürüstçe gündeme getirip –gücü yetiyorsa– tartışması gerekirdi!
Esasen hadislerin yazıya geçirilmesine Efendimiz (s.a.v) tarafından getirilmiş olan –geçici– yasaklama ile “hadislerin Din’deki konumu” arasında doğrudan ilişki kurmak da bir “el çabukluğu”dur. Zira iddia edildiği gibi hadisler Din’de bağlayıcı bir değere sahip olmasaydı, Efendimiz (s.a.v) hadislerin sadece yazımını değil, “rivayetini” ve bağlayıcı olarak kabul edilmesini de yasaklardı. Oysa Efendimiz (s.a.v)’den, hadislerin rivayet edilmesini ve Din’de ölçü olarak alınmasını yasaklayan herhangi bir söz/tavır rivayet edilmiş değildir.
Tam aksine, hadislerin başkalarına aktarılmasının Efendimiz (s.a.v) tarafından teşvik edildiğini gösteren birçok rivayet mevcuttur. Konuyla ilgili herhangi bir kitaptan kolayca tahkik edilebilecekleri için burada ilgili rivayetleri tek tek zikretmeyi gereksiz görüyorum.
HADİSLERİN SAYISI NİÇİN ARTMIŞ?
Mal bulmuş mağribîlerin elinde tedavülde bulunan bir başka husus da bahse konu internet sitesinde şöyle ifade ediliyor:
“Ahmed Emin, hadis uydurmacılığının tablosunu gösteren şu zeki tespiti yapar: “İginçtir ki eğer hadisleri açıklayıcı bir şekilde ele alacak olsak piramit biçiminde olduğunu görürüz. Piramidin tepesi Allah’ın elçisinin dönemi olup aşağıya indikçe piramidin eni artmaktadır. Piramidin temeline vardığımızda Peygamber döneminden ne kadar geniş olduğunu farkederiz. Halbuki makul olan tersidir. Çünkü Peygamber’in yanında olanlar hadisleri (Peygamber’in söylediklerini) en çok bilenlerdi. Sonra onların ölümüyle hadisleri bilenlerin sayısı azalacak ve bu şekilde üstteki piramit ters şekilde gelişecekti. Ama bizler Emevi dönemindeki hadislerin bu dönemdekilerden daha kabarık olduğunu görüyoruz.”
Daha önce de bir başka vesileyle değinmiştim: Özellikle mütekaddimun Hadisçiler’in terminolojisinde aynı metnin değişik senetlerinin her birine, aynı metnin aralarında nüans(lar) bulunan varyantlarına, hatta Sahabe ve Tabiun kavillerine de “hadis” denirdi. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden sonra “merfu” hadislerin sayısında “reel olarak” herhangi bir artış olmamıştır. (Ulemanın “uydurma” olduğunu söylediği rivayetlerin bu tesbitin dışında olduğu izahtan varestedir.)
Şu halde, alıntıdaki tesbit şöyle düzeltilmelidir: Hz. Peygamber (s.a.v)’in yanında olanlar (Sahabe) vefat ettiğinde, Din’in ikinci kaynağı olan Sünnet/Hadis, Din’in anlaşılmasında ve yaşanmasında herhangi bir boşluğun oluşmasına meydan verilmeksizin daha sonraki kuşaklara aktarılmıştır. Basit bir hesapla her bir alim sahabînin 2 öğrencisi olduğunu varsayarsak, Tabiun döneminde hadisleri bilenlerin sayısı Sahabe dönemine oranla ikiye katlanmış olacaktır. Dolayısıyla Sahabe döneminden sonra hadisleri bilenlerin sayısında “azalma” değil “artma” olduğunu söylemek durumundayız. Bu iki öğrenciden her birinin yine ikişer öğrencisi olduğu varsayımından hareket edersek, Etbau’t-Tabiîn dönemine gelindiğinde rakam kümülatif olarak yine katlanacaktır…
Elbette burada sayısı artan, sadece “hadisleri bilenler” değildir. Yukarıdaki örnekten devam edersek; Etbau’t-Tabiîn halkasına geldiğimizde, aynı rivayetin aynı sahabîde birleşen dört ayrı rivayet silsilesi oluşmuş durumdadır. Bu silsilelerden her biri –yukarıda da söylediğim gibi– ayrı bir “hadis” olarak itibara alınacaktır. Bu durumda Sahabe halkasındaki bir tek rivayet Etbau’t-Tabiîn halkasında (rivayet silsilesinin farklılığı anlamında) “4 hadis” oluvermiştir, bir. Aynı metin, bu dört rivayet silsilesinde birtakım lafız farklılıklarıyla aktarıldığında bunların her biri yine birer “hadis” olarak isimlendirilecektir, iki. Sahabe ve Tabiun halkalarını teşkil edenlerin her birinin fetvaları (mevkuf/maktu) rivayet olarak yine “hadis” tabir edilmiştir, üç. Sanıyorum anlaşılmıştır…
Bir başka iddia:
“Müslim sahih olan, yani kesin doğru olduğu kanaatine vardığı her hadisi kitabına almadığını söyler (Müslim, 1. cilt, sayfa 28). Müslim’in mantığına göre hadisler dinin kaynağıdır, fakat kendisi her doğru bildiği hadisi kitabına almaz. Yani bu mantığa göre dinimiz eksik olur. Müslim’in atladığı bir hadisi, başka birinin atlamadığının garantisi olmadığına göre, gelenekçi mantık kendi kendini eksik ilan eden bu izahı kaynaklarında taşımaktadır. Hadisler dinin kaynağıdır diyen Buhari 600 bin hadis bilip 6000-7000 tanesini yani %1′ini kitabında yazmıştır. Geriye kalan % 99′u ise bunlara ihtiyacımız olmadığına veya bunların güvenilir olmadıklarına kanaat getirip kitabına almamıştır.”
Bu iddia karşısında lafı çok fazla uzatmaya gerek görmüyorum. Zira “tasnif dönemi”nin mahsulü olan elimizdeki Hadis musannefatı hadislerin tümünü bir araya toplamak maksadıyla kaleme alınmamıştır. Yani (elimizdeki musannefat için söylüyorum) hiçbir Hadis imamı, hadislerin tümünü bir araya toplamak maksadıyla kitap yazmış değildir. Ne zaman bu söylediğimin aksi ispatlanır, ancak o zaman yukarıdaki iddiada haklılık payı olduğu söylenebilir.
Diğer bir iddia:
“Buhari’nin 600.000 hadis bildiği iddiasını ele alalım. Buhari’nin hayatında hiçbir iş yapmadığını, hiç uyumadığını ve her hadisin doğruluğunu, nakil zincirinin sağlamlığını anlamak için her hadise 2 saat ayırdığını düşünelim. Sırf bu süre 130 yıldan fazladır. Oysa bazen bir hadisin, bir zincirinin, bir halkasının sağlamlığını anlamak için günlerce seyahat edildiği iddiasını düşünürsek, Buhari’nin bildiği tüm hadislerin doğruluğunu test etmesi binlerce yıla bile sığmazdı. Kısacası Buhari’nin ve diğer hadisçilerin bildikleri tüm hadislerin sağlamlığını test edip, içinden en sağlamlarını seçtikleri iddiası akıl dışıdır.”
Bu satırların yazarı belli ki hiç Hadis Tarihi okumamış. İmam el-Buhârî’nin yaşadığı dönemde İslamî ilimlerin her sahasında olduğu gibi Hadis sahasında da sistem oturmuş durumdaydı. Prof. Dr. Fuat Sezgin hocanın Buhârî’nin Kaynakları isimli çalışmasında ortaya koyduğu gibi, İmam el-Buhârî Sahîh’ini oluştururken büyük ölçüde yazılı kaynaklardan istifade etmişti. Bu sahada İmam el-Buhârî’den önce Sa’îd b. el-Müseyyeb, Sa’îd b. Cübeyr, Muhammed b. Sîrîn, Ebû Amr eş-Şa’bî, İbn Şihâb ez-Zührî, İbn Cüreyc, Sa’îd b. Ebî Arûbe, Şu’be b. el-Haccâc, Süfyân es-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, Abdullah b. el-Mübârek, Yahya b. Sa’îd el-Kattân, Vekî’ b. el-Cerrâh, Abdurrahman b. Mehdî ve daha yüzlerce isim –ve elbette bu arada Müçtehid İmamlar– Hadis sahasında icra-i faaliyet etmiş, ravilerin cerh-ta’dili ve hadislerin tashih-taz’ifi konusunda sonraki nesillere büyük bir birikim aktarmışlardır.
HADİSLERİN SAYISI NİÇİN ARTMIŞ? (2)
Bir önceki yazıyı hadislerin sıhhatinin tesbiti konusuna giriş mahiyetinde birkaç şey söyleyerek noktalamıştım. İddiayı hatırlayalım:
“Buhari’nin 600.000 hadis bildiği iddiasını ele alalım. Buhari’nin hayatında hiçbir iş yapmadığını, hiç uyumadığını ve her hadisin doğruluğunu, nakil zincirinin sağlamlığını anlamak için her hadise 2 saat ayırdığını düşünelim. Sırf bu süre 130 yıldan fazladır. Oysa bazen bir hadisin, bir zincirinin, bir halkasının sağlamlığını anlamak için günlerce seyahat edildiği iddiasını düşünürsek, Buhari’nin bildiği tüm hadislerin doğruluğunu test etmesi binlerce yıla bile sığmazdı.”
İmam el-Buhârî’nin ya da bir başka Hadis musannıfının, Hadis sahasında kendisine kadar intikal etmiş birikimi hiç dikkate almadan ya da ondan hiç istifade etmeden, sıfırdan sistem inşa ettiği varsayımından hareket eden bu tesbitin, bir “masa başı kurgusu” olduğu her halinden belli. Bir önceki yazıda da belirttiğim gibi İmam el-Buhârî (ve tabii çağdaşı diğer Hadis imamları), kendilerine kadar gerek yazılı, gerekse şifahi olarak intikal etmiş birikimi, kendi gayretleriyle bir adım daha ileriye taşımış, yani binaya bir tuğla daha eklemişlerdir. Esasen bu, onlarla sınırlı bir faaliyet değildir. Onlardan öncekiler de aynı kolektif çabanın birer parçası olarak icra-i faaliyet etmişlerdir. Aksi halde İmam el-Buhârî’nin, kendisinden önce yaşamış Hadis ravilerinin ahvalinden haberdar olması nasıl mümkün olurdu?
Dönemin belli başlı ilim merkezlerinin her birinde, hayatını Hadis sahasına vakfetmiş onlarca yüzlerce alimin bitmek tükenmek bilmeyen gayretlerinin semeresinin, ilim talebi için diyar diyar gezmedikçe alim olunamayacağı şeklindeki son derece haklı yerleşik anlayış sayesinde bir bölgeden diğerine kolayca ulaştırılıyor olduğu gerçeği burada mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Kısacası, “yükselen değer”in ilim olduğu bir dönemden ve ilim talebine her şeyini adamış kadrolardan bahsediyoruz. İlimle ilgili hiçbir gelişmenin “rastgele” olmadığı, işlerin belli bir sistem ve disiplin içinde yürüdüğü o dönemde hadislerin gerçeğini sahtesinden ayrıştırma yeteneğinin “meleke” haline dönüştüğü o insanlar, aynı zamanda hafıza gücü ve ezber kapasitesinin de zirvesinde idiler. Konuyla ilgili eserlerde son derece çarpıcı anekdotlar bulunduğunu bilenler bilir.
Öyleyse İmam el-Buhârî’nin –masa başı bir hesapla– her hadisin durumunu araştırmak için şu kadar saatini verdiği üzerinden hesap yapmak son derece yanlış ve yanıltıcıdır.
“Kuran başı sonu belli bir kaynaktır. Oysa hadiste insanlar: “Bir tane duydum”, “Bir tane de şu var” diyerek hadisleri çoğaltmışlardır. Hadislerin içine çok uydurma girmesinin en büyük sebeplerinden biri hadislerin başı ve sonu belirsiz bir kaynak oluşudur.”
Konu hakkındaki koyu cehaletin değilse, su-i kastin ürünü olduğunda şüphe bulunmayan bu satırlar hakkında ne denebilir? Hangi kaynakta insanların birbirine “fıkra anlatır” gibi hadis naklettiğinin söylenmesini mümkün kılacak bir anekdot var? Hadis nakli işinin, insanların dinî/toplumsal konumuna ve encamına doğrudan tesir eden bir “risk” olduğu bir dönemde ve anlayışta, kendisini iki cihanda rüsvay olma tehlikesine atarak “Duyduğuma göre şöyle bir hadis varmış” diyen çıksa da onu ciddiye alan çıkmış mıdır? Hadislerin cem, tedvin ve tasnifi böyle mi olmuştur? Eğer böyleyse Hadis talebi uğruna ömür tüketen Hadis imamları onca meşakkat, yokluk ve sıkıntıyı ne diye göğüslemiştir?
Hadislerin başı-sonu belirsiz bir kaynak olduğu iddiasına gelince, sahibinin hayal dünyasının zifiri karanlığından başka bir şeyin ifadesi değildir. Hadislerin “çoğalması”nın ne anlama geldiğine daha önce değinmiştim. Her önlerine gelenden rivayet almak şöyle dursun, yeri geldiğinde en yakınlarını bile cerh eden Hadis otoritelerinin, konu hakkındaki hassasiyetleri, elbette bu satırların yazarının muhayyilesinin alamayacağı kadar büyüktü.
Bir noktaya daha dikkat çekelim: Tarih içinde “hadis uydurma” adına muhtelif kesimler tarafından icra-i faaliyet edildiği, bizzat konuyla ilgili kaynakların ifade ettiği bir husus. Eğer o kaynaklar nakletmeseydi, bugün bizler böyle bir olgunun varlığından haberdar olamayacaktık.
Bizzat kendileri de Hadis uydurma faaliyetine karışmışsa, bu kaynaklar kendi güvenilirliklerini berhava eden bu kozu bize kendi elleriyle niçin takdim etsinler? İşin esası şu ki, burada büyük bir özgüven, sağlam bir sistem ve berrak bir bilinç yapısı ile karşı karşıyayız. Bu gerçeği –yaşamayı bırakın– idrak etmekte bile zorlananlar, o kaynakları itham etmekle aslında kendi sığlıklarını dile getirmiş oluyor.
Manzara şu: Milyonlarca kilometrekarelik bir coğrafyada, farklı din ve kültürden insanların iç içe yaşadığı bir ortamda türlü maksatlarla hadis uyduran kimseler olmuştur. Bunlar genellikle sapık inanç mensupları, İslam’a yeni girmiş avam kesimi ve dinî şuuru yeterince gelişmemiş kimseler arasından çıkmıştır. Bunların karşısında da Hadis otoriteleri, engin takva, bilgi ve gayretleriyle görevlerini yerine getirmiş ve –özgünlük ve mükemmeliyetini bugün insaflı Batılılar’ın bile itiraf ettiği– “isnad sistemi”ni işleterek bu rivayetlerin sahih hadisler arasına karışmasını engellemişlerdir.
Bunu, Kur’an ayetlerinin birtakım batıl fırka mensupları tarafından yanlış tevillere tabi tutularak kendi inanç ve ideolojilerine gerekçe yapılmasına benzetebiliriz. Tefsir ve Kelam alimleri, doğru tefsir ve tevilleri ilmî bir şekilde ortaya koyarak bu art niyetli girişimlerin önü nasıl almışsa, Hadis alimleri de “uydurma” faaliyetlerine karşı en güçlü silah olan “isnad” sistemini çalıştırarak görevlerini yapmışlardır.
PEYGAMBERSİZ DİN, SÜNNET’SİZ KUR’AN
Son birkaç yazının konusunu oluşturan internet sitesinde Sünnet/Hadis ve “Kur’an İslamı” hakkında ileri sürülen görüşlerin tamamını buraya aktarmaya ne niyetim, ne de imkânım var.
Yabancısı olmadığımız bu yaklaşım hakkında sözü daha fazla uzatmaya gerek de yok doğrusu. Bugün son olarak birkaç noktaya parmak basıp bu konuyu nihayetlendireceğim.
Siteyi hazırlayanların tutarlı olduğu tek nokta var. O da şu: Madem ki aralarına çok sayıda uydurma karışmıştır; o halde hadisler arasında “şunlar sahih olabilir” gibi seçici bir yaklaşımla ayıklamaya gitmek doğru değildir. Zira onları da diğerlerini de bize aktaran aynı raviler ve aynı kaynaklardır. Bir sözün doğru, tutarlı ve Kur’an’a, akla vs. uygun olması, onu Hz. Peygamber (s.a.v)’in söylediğini garanti etmez.
Evet, sitedeki tek tutarlı yaklaşım bu. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bu “tutarlı” tavır hiçbir şeyi çözmüyor; aksine problemi daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Zira hadisler olmadan Sünnet’e ulaşmaya, Sünnet olmadan da Din’in murad-ı ilahiye uygun anlaşılıp yaşanmasına imkân yok. “İtikadiyyat”tan “ameliyyat”a kadar bütün boyutlarıyla İslam, ancak Kur’an’ın beyanı olan Sünnet’tin rehberliğinde hayata gerçek anlamda yansıyabilir.
Nitekim sitenin hazırlayıcıları da bunun farkında olacaklar ki, sitede Kur’an’la yetinilerek “çözümlenen” meseleler arasında hemen hiçbir temel ibadet, hatta itikad konusu yer almıyor. İşte Kur’an merkezli örnek “fetva” konuları:
“Kurban bayramında kurban kesmek gerekir mi? Bu ibadet vacip midir? Kravat giymenin hükmü nedir? Hıristiyanlar’a benzemek olduğu için günah olur mu? Gebe suyu ile abdest alınır mı? Kuran’a göre meclis, başbakan ve cumhurbaşkanından oluşan bir sistem olabilir mi? Namazda ellerim nasıl durmalı? Tuvaleti oturarak yapmak dinen daha mı makbul? İpek gömlek giyilebilir mi? Kadınlar makyaj yapabilir mi? Sünnet olmak dini bir zorunluluk mudur? Dövme yapılabilir mi? Hangi elle yemek yiyelim? Kadın erkek el sıkışabilir mi? Mastürbasyon yapılabilir mi? Doğum kontrolü yapmanın dinen bir sakıncası var mı? Ölünün arkasından Kuran okunabilir mi? Kusmak orucu bozar mı? Domuz postu kullanılır mı? Orucu hangi yiyecekle açmak daha sevaptır? Karım benden habersiz kaç kilometre uzağa gidebilir? Dinimizde kandil geceleri var mı?”
Bu soruların hemen tamamına, “Böyle bir mesele Kur’an’da geçmez. Kur’an’da geçmeyen bir şey de yasak değildir, nasıl uygunsa öyle yapın” tavrıyla “cevap” verilmiş.
Bu örnek sorular ve “cevap”lar arasında mesela “Namaz kaç rekât olarak ve nasıl kılınır? Zekât hangi mallardan ne kadar ve ne zaman verilir? Hac nasıl yapılır?..” gibi “fuzuli” konulara yer yoktur!
Bu ibadetlerin ve benzeri pek çok hususun nasıl yerine getirileceği, ana hatlarıyla dahi zikredilmezken, detaylara ilişkin bir açıklama beklemek elbette beyhudedir…
Burada, gönderildiği zaman diliminden kıyamete kadar bütün tarih ve coğrafyalar için biricik hidayet olan “son din”den bahsediyoruz ve önümüzde böyle bir “komedi” var!
Üstelik ne hikmetse bu “komedi”de rol kesen herkes, Müslüman olmadan da kurtuluşa erilip cennete gidilebileceğini koro halinde tekrarlıyor. Siteyi hazırlayanların iddiasına göre, “Kur’an ayetlerini incelersek, Kur’an geldikten sonra Musevi olmaya veya Hıristiyan olmaya devam edenlerin cehennemlik olduğuna dair hiçbir iddia geçmez.”
“Ehl-i Kitap ve müşriklerden olan inkârcılar, içinde ebedi olarak kalacakları cehennem ateşindedirler…” (98/el-Beyyine, 6) diyen Kur’an’a açık bir iftira ve başkaldırı anlamına gelen yukarıdaki satırların gerçek anlamda “Kur’an Müslümanlığı” ile herhangi bir ilgisi olabilir mi? Ya da “Kur’an Müslümanlığı” bu ise, bunun Kur’an’la bir ilgisi var mıdır?..
Tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de herkes her şeyi söylemiştir, söyleyebilir. Herkes ağzından çıkanın ve kaleminden dökülenin hesabını “öte”de elbette verecek. Burada “can sıkıcı” olan, sapı samandan ayıracak temyiz kabiliyetine sahip olmadığı halde, hem dünyasını hem de ahiretini nasıl bir tehlikeye attığını fark etmeden “gerçeği buldum” diyerek bu komediyi “din” edinen kimselerin varlığından haberdar olmak.
Bilmesi gerekeni bilmemek kişioğlu için kötü; ama anlaşılabilir bir şey. Bilmediğini bilmemek ise dertlerin en devasızı…
EBUBEKİR SİFİL
Konular
- Modern İslam Düşüncesinin Fikrî Ve Toplumsal Tahribatı
- TARİHTE TESETTÜR DÜŞMANLIĞI
- Prof.Dr.Hüsameddin Farfûr :Modernistler İslami İlimlere Yabancı
- DİN ADINA KONUŞMAK
- İÇİMİZE AYRILIK ATEŞİ DÜŞMESİN
- SAHABE KUŞAĞININ DİNDEKİ YERİ
- KIYAMET ALAMETLERİ:MESİH,MEHDİ
- DİN KİMİN EMRİNDE?
- EHL-İ SÜNNET İNANCI VE TARİHSELLİK
- ÇAĞDAŞLIK VE HAKİKAT
- MAHREMİYET VE TESETTÜR
- AYDIN İLAHİYATÇI'NIN KUR'AN ANLAYIŞI
- YARIM HOCA DİNDEN EDER
- KUR'ÂN İSLÂMI ( ! ) ÜZERİNE
- EMPERYALİZM’İN KEŞİF KOLU: ORYANTALİZM
- Ebubekir Sifil İle Mezhepler Ve Mezhepsizlik Fitnesi
- İSLAM ALİMLERİNİN PAPAYA CEVABI
- SAHTE PEYGAMBER 'AHMED KADİYANİ'
- 'SAPKINLIĞIN KAYNAĞI SÜNNETİ İHMALDİR'
- SÜNNET'SİZ DİN DÜŞÜNÜLEBİLİR Mİ?
- EHL-İ SÜNNET ÜZERİNE
- İslam'ı Anlamada Ve Yaşamada Doğrular Yanlışlar Bid'atler
- Prof. Dr. Lütfullah Cebeci İle Mülakat Kur'an Ve Sünnet İlişkisi
- İMAM MATURİDİ VE İMAM EŞ'ARİ
- İLÂHİ EMİRLERİN KAYNAKLARI
- ALİMLERİN İHTİLAFI VE TAVRIMIZ
- ZAHİR İLE BATIN ÇATIŞIR MI?
- TASAVVUF İLMİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
- KUTSALA KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER
- KERAMET VE İSTİDRAÇ