AYETLERİN İNİŞ SEBEBİ VE GEÇERLİLİĞİ

En son bid’at mezheplerden birisi olan “ modernizm”in temsilcilerinin, Kur’an’ın “tarihsel” bir kitap olduğunu, yani ihtiva ettiği hükümlerin 7. yüzyıla ait olduğunu, bugün için geçerliliğinin bulunmadığını söylemesi, en başta sakat bir “Allah inancı” taşıdıklarını gösterir.

Günümüzde birçok itikadî bid’at fırkası mevcut. Bu fırkalardan kimisi geçmişten beri varlığını sürdürüyor (Şia gibi); bir kısmı ise evvel yok idi, yeni çıktı.

“ Modernizm ” denen düşünce akımı, işte bu nevzuhur bid’at fırkalarının başında geliyor. Bu cereyanın mümessillerinin Kur’an , Sünnet, Fıkıh, Kelam… ve diğer sahalarda Ehl -i Sünnet çizgiye aykırı düşen bir hayli görüşleri mevcut.

Modernistlerin , adına “tarihselcilik” dedikleri bir anlayışları var ki, bu yazının konusunu işte bu anlayış oluşturuyor.

Ebu Leheb öldü ama…

Tarihselcilik görüşünü benimseyen modernistler , Kur’an ayetlerinin sadece indikleri dönemin meseleleriyle ilgilendiğini, dolayısıyla bugüne hitap etmediğini söylerler. Mesela Tebbet Suresi hakkında şunları duyarsınız tarihselcilerden: “Bu surede Ebu Leheb ve karısı anlatılıyor. Oysa bugün ne Ebu Leheb ver, ne de onun “odun hamalı” karısı. Öyleyse Ebu Leheb’in ve karısının hayatta olduğu dönem için anlamlı olan bu sure, bugün bize hitap etmiyor demektir…”

Tarihselcilere göre Yüce Kitabımız’ın sadece indirildiği döneme ait kişi ve olaylarla ilgili ayetleri değil, hüküm bildiren, emir ve yasak getiren ayetleri de böyledir; yani bugüne hitap etmez; miadını doldurmuş ve geçerliliğini yitirmiştir!

Böyle bir düşüncenin Kur’an ayetlerinden onay almayacağı ve sadece Ehl -i Sünnet itikadına değil, diğer birçok itikadî fırkanın inancına göre de, insanı son derece tehlikeli noktalara sürükleyeceği açıktır. Ancak meselenin bu yönü başlı başına ayrı bir yazının, hatta kitap hacminde çalışmaların konusu olacak kadar geniş olduğundan, biz burada meselenin sadece bir boyutu üzerinde duracağız.

İniş sebebi-vahiy ilişkisi

“Sana Allah yolunda neleri infak edeceklerini soruyorlar…” (Bakara, 219)

“Sana yetimler (hakkında nasıl hareket edeceklerin)i soruyorlar…” (Bakara, 220)

“Sana ‘Azap hak mıdır?’ diye soruyorlar…” (Yunus, 50)

Rasul -i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e sorulan bir soru veya meydana gelen bir olay ( sebeb -i nüzul) üzerine inen bu ve benzeri ayetleri okuduğumuzda, aklımıza bir an için dahi olsa şöyle bir düşünce geliyor mu: “Eğer nüzul sebebini teşkil eden o soru sorulmamış veya o olay meydana gelmemiş olsaydı bu ayet inmeyecekti.”

Eğer bu soruya cevabımız “evet” ise, o takdirde Allah Tealâ’nın ilmi, kelamı, takdiri ve bütün bunlarla ilişkili olan Levh -i Mahfuz konusunda daha fazla bilgiye muhtacız demektir.

“Allah Tealâ’nın ilmi ezelî ve mutlaktır” dediğimizde kasdettiğimiz şudur: Yüce Rabbimiz olmuş-bitmiş şeyleri, şu anda olmakta olanları ve yakın ve uzak gelecekte olacak olanları aynı şekilde bilir. O’nun bilmesi, bilmenin tam ve nihaî halidir, yani mutlaktır. Yani O’na gizli kalan hiçbir şey yoktur ve O’nun ilminde “ana hat” veya “detay/ayrıntı” diye bir ayrım yoktur; O her şeyi aynı seviyede ve aynı şekilde bilir.

Dolayısıyla Cenab -ı Hak, nüzul sebebini teşkil eden olaylar meydana gelmeden veya sorular sorulmadan önce, onların olacağını ve sorulacağını ezelden beri biliyordu. Bu ezelî ve mutlak bilgi, olayın meydana geliş veya sorunun soruluş tarzını ve zamanını ihtiva ettiği gibi, ona indirilecek cevabı da ihtiva eder.

Öte yandan yine biliyoruz ki, Yüce Allah’ın bütün sıfatları gibi “Kelam” sıfatı da ezelîdir. Bu sebeple bizler Kur’an -ı Kerim’e “Kelam-ı Kadîm ” (yani ezelî kelam, kadim söz) deriz. Kur’an -ı Kerim de Allah Tealâ’nın kelamı olduğuna göre, belli bir nüzul sebebi üzerine indirilen ayetlerin de ezelden beri mevcut olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Şu halde herhangi bir olay ( sebeb -i nüzul) üzerine vahyin inmesi hadisesini şu şekilde izah etmek gerekiyor:

Allah Tealâ’nın , meydana geleceğini ezelden beri bildiği bir olay, günü-saati geldiğinde vuku buluyor, olayı yaşayan kişi Efendimiz s.a.v.’e gelerek başından geçen hadisenin hükmünü soruyor ve bunun üzerine, ezelî kelamın o olaya taalluk eden kısmı bir ayet olarak indiriliyor.

Levh-i Mahfuz’un mahiyeti

Peki vahyi indiren Cebrail a.s. onu nereden alarak Efendimiz s.a.v.’e getiriyordu? Kur’an’da şöyle buyurulur :

“Hayır, (sana vahyedilen ) o (kitap), kadri pek büyük bir Kur’an’dır . Ki Levh-i Mahfuz’dadır .” ( Bürûc , 21-22 )

“… ki bu, hakikaten çok değerli bir Kur’an’dır ; korunmuş bir Kitap’ta Levh-i Mahfuz’da) dır .” (Vâkıa, 77-78 )

“Doğrusu biz onu Arapça olarak okunacak bir Kur’an kıldık ki, akıl erdiresiniz. Şüphesiz o, katımızda bulunan Ana Kitap’tadır. Şanı yücedir, hikmetle doludur.” ( Zuhruf , 4)

Bu ayetler, Kur’an ayetlerinin Levh -i Mahfuz’da bulunduğunu ifade etmektedir. Öyleyse şunu anlıyoruz ki, Cebrail a.s ., Rasul -i Ekrem s.a.v Efendimiz’e getirdiği Kur’an ayetlerini, Levh -i Mahfuz’dan almaktadır. Ve yine şunu anlıyoruz ki, Kur’an ayetleri, peyderpey nazil olurken, hatta nüzul sürecinden çok daha önceleri Levh -i Mahfuz’da bir bütün olarak mevcuttu.

Öyleyse belli bir nüzul sebebi üzerine inen ayetlerin, o nüzul sebebi meydana gelmeden önce de aynen var olduğunu söylemek durumundayız.

Şu halde ayetin “varlığı” değil, sadece “nüzulü” sebebe bağlı olarak düşünülmelidir. Tarihselcilerin yanıldığı nokta işte burasıdır…

Evrenin kader defteri

Kur’an’da bulunan başka birçok ayetten, Levh -i Mahfuz’da Kur’an dışında başka nelerin bulunduğunu öğreniyoruz.

“Hem yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz Kitap’ta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi toplanıp Rabblerinin huzuruna getirilecekler.” ( En’am , 38)

“Fakat yeryüzünün onlardan neyi eksilttiği bizim malumumuzdur. Bizim katımızda hıfzedici bir Kitap vardır.” (Kaf, 4)

“Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, apaçık Kitap’ta bulunmasın.” (Yunus, 61)

“İnkârcılar, “Kıyamet bize gelmeyecek” dediler. De ki: Hayır! Gaybı bilen Rabbim hakkı için o mutlaka size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile O’ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de şüphesiz apaçık Kitap’tadır .” ( Sebe ‘, 3)

“Ne kadar ülke varsa hepsini Kıyamet gününden önce ya helâk edecek veya en çetin biçimde azaplandıracağız . Bu, Kitap’ta yazılı bulunuyor.” ( İsra , 58)

“Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır. Ana Kitap O’nun katındadır.” ( Ra’d , 39)

“ Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir Kitap’tadır .” ( En’am , 59)

Bu ayetler, kâinatta bulunan her şeyin, zerrelerden kürelere, yerin derinliklerinden, bize sonsuz gibi gelen uzayın dipsiz karanlığına kadar, nerede ne olmuş, oluyor ve olacak ise hepsinin bilgisinin en ince detayına kadar, sebepleri ve sonuçlarıyla Levh -i Mahfuz’da kayıtlı bulunduğunu haber vermektedir.

Allah Tealâ’nın ilminin sınırı yoktur

“De ki: “ Rabbim’in sözlerini yazmak için derya mürekkep olsa ve bir o kadarını da ilave etsek, Rabbim’in sözleri tükenmeden deniz tükenirdi.” ( Kehf , 109)

Bu ve daha birçok ayetin açıkça ifade ettiği gibi, Yüce Rabbimiz’in ilmi için bir sınır tayin etmek hiçbir varlığın haddi değildir.

Hal böyleyken en son bid’at mezheplerden birisi olan “ Modernizm”in temsilcilerinin, Kur’an’ın “tarihsel” bir kitap olduğunu, yani ihtiva ettiği hükümlerin 7. yüzyıla ait olduğunu, bugün için geçerliliğinin bulunmadığını söylemesi, en başta sakat bir “Allah inancı” taşıdıklarını gösterir.

Zamanın başından sonuna kadar ve mekânın her boyutunda olmuş ve olacak her şeyin bilgisine sahip olan Yüce Allah’ın, insanlığa gönderdiği son vahyin 21. yüzyıl insanı hakkında “geçerliliğini yitirmiş” olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Böyle bir şey söyleyebilmek için, Allah Tealâ’nın ilminin -hâşâ- sınırlı olduğuna inanmak gerekir ki, böyle bir düşünce sahibinin dinden çıkmasına sebep olur.

Bir de, dünyadaki, hatta sadece dünyadaki değil, evrenin herhangi bir yerindeki herhangi bir olayın, henüz meydana gelmeden önce Levh -i Mahfuz’da kayıtlı bulunduğu gerçeğini hesaba kattığımızda, yukarıdaki düşüncenin en başta Kur’an’a aykırı olduğu daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Bir diğer ifadeyle, belli bir nüzul sebebi üzerine indirilen ayet de, onun inişine sebep kılınan olayın meydana geleceğine dair bilgi de ezelden beri Levh -i Mahfuz’da kayıtlı olduğundan, doğru olan şöyle dü ş ünmektir :

Zaman bizi bağlar, Cenab-ı Hakk’ı değil

Herhangi bir olayı, meydana geldiği tarihle bağlantılı düşünmek insana mahsus bir tavırdır. Çünkü bizler, zamandan ve mekândan bağımsız düşünemiyoruz. Oysa Allah Tealâ için dün de, bugün de yarın da birdir. Zaman O’nun yarattığı bir şeydir; O’nun ilmini ihata edemez, kuşatamaz, etkileyemez. Bizler sadece geçmişe ve bugüne ait şeylerin malumatına (hatta onların da cüz’i bir kısmına) sahip iken, Allah Tealâ bütün zamanların ve bütün mekânların, hatta zaman ve mekân ötesinin ( gaybın ) bilgisine sahiptir.

Dolayısıyla bizim, “tarihin belli bir dönemine ait” olarak gördüğümüz şeyler ile bugüne ait gördüğümüz şeyler, aslında bizim sınırlı değerlendirmemize göre böyledir. Allah Tealâ nezdinde ise bunlar arasında hiçbir fark yoktur.

Mukaddes Kitabımız’ın tamamının veya bir kısım hükümlerinin artık geçerliliğini yitirdiği iddiasını bir de bu en temel akaid bilgisine göre değerlendirmek gerekir. Açıkça görülüyor ki, bu tarz iddia sahiplerinin asıl sorunu Allah tasavvuruyla alakalıdır.



Kaynak: SEMERKAND DERGİSİ

EBUBEKİR SİFİL