Zehirli | Konular | Kitaplar

Kur'an-ı Kerim

TERÖRÜN ÇÖZÜMÜ KURAN AHLAKI

Terör örgütleri şiddeti, kaba kuvveti, savaş ve çatışmayı adeta kutsal kavramlar gibi görürler. Kuran ahlakını yaşayanlar ise hayatlarında barışı, sevgiyi ve hoşgörüyü temel alırlar. Çünkü Allah, müminlerden güzel ahlaklı olmalarını istemektedir. Her Müslüman, kendisine kötülük yapıldığında dahi iyilikle karşılık vermekle yükümlüdür.

Terörizm, 20. yüzyılda toplumlara zulüm, acı, gözyaşı getirmiştir ve 21. yüzyılda da etkilerini artırarak sürdürmektedir. Dünyanın pek çok yerinde, terör eylemlerine karşı alınan adli tedbirler etkili olmamakta, güçlü devletler dahi terörü etkisiz hale getirememektedirler.

Bunun sebebi, kullanılan yöntemin yanlış olmasıdır. Din ahlakından tamamen uzak yetiştirilmiş, kendisini ve diğer insanları “biraz gelişmiş hayvan türleri” gibi gören, aşırı sorumsuz, başıboş ve saldırgan insanları dizginlemek, onlara hakim olmak, onları zaptetmek imkansızdır. Günümüzde hala birçok ülkede devam eden bu saldırganlığı ve zulmü engellemenin tek yolu, insanlara İslam dininin getirdiği güzel ahlakın aşılanmasıdır.

Allah Rasulü'nün (a.s.) Kur'an Telakkisi

Yanlış anlamak kolay, zor olan ise doğru anlamak. Hakikati lekelemeden korumak, kapsamlı bir düşünce sisteminin faal olması ile mümkündür. Ferdi zuhurlar mütefikkirleri nafile gayretlere kurban eder. Eşyayı doğru anlamak ?ben-i adem?in en baş meselesidir. Önemine binaendir ki Allah Resulü ?Ya Rabbi? bana eşyayı gerçek duruşuyla göster? diye dua etmiştir.Doğru anlamanın ilk şartı, anlamayı efradını cami? ağyarını mani? bir şekilde tanımlamaktır. Bunun içindir ki bilimsel değeri haiz eserler ilk olarak söze anlatılmak istenen mevzunun tanımıyla başlarlar. Tanım açıklandıkça meselenin çerçevesi ortaya çıkar, söylenenler meşruiyet kazanır. Kur?an-ı Kerim?i doğru anlamakta O?nun ne olduğunu, nereden geldiğini bilmekle yakından alakalıdır. Meselenin bu boyutunu önemseyen usulcüler, eserlerinde Kur?an tanımına mutlaka yer açmışlardır. Çünkü Kur?an?ı İlahi oluşuyla tanıyanlar zihinlerinde ona göre bir ön hazırlık yapacaklardır.

Hadis-i Şeriflerde Ramazan'ın Fazileti

Ramazan ayı dinimizce yüce ve kutsal kabul edilmiş bir aydır. On bir ayın sultanıdır. Onun bu kutsiyet ve fazileti Kur´an-ı Kerim´de ve hadis-i şeriflerde belirtilmiştir. Sevgili Peygamberimiz bir Şaban ayının sonunda Ramazan ayına girerken ashabına hitabederek Ramazan ayının kutsiyet ve faziletini şöyle belirtmiştir:

- Ey insanlar! Yüce ve mübarek bir ayın gölgesi üzerinize bastı.
O ayda bir gece vardır ki bin aydan daha hayırlıdır.
Allah o ayda oruç tutmayı farz kıldı. Geceleyin ibadet yapmayı (terâvih namazı kılmayı) nâfile kıldı.
O ayda bir hayır işleyen kimse diğer aylarda bir farz işlemiş gibi olur.
O ayda bir farz işleyen ise diğer aylarda yetmiş farz işlemiş gibi sevap alır.
O, sabır ayıdır. Sabrın karşılığı ise cennettir.
O, yardımlaşma ayıdır.
O ayda müminin rızkı bollaştırılır.
O ayda kim bir oruçluyu iftar ettirirse bu, günahlarının bağışlanmasına ve cehennemden kurtulmasına sebep olur.

KUR'AN-I MÜBİN'İ PROTESTANCA OKUMAK

Zaman ve mekan üstü duruşuyla bütün insanlığa konuşan, her devrin inşasına etkin olarak katılan ve müminlerinden her halükarda ahkamının tatbik edilmesini talep eden Kur?an?ı Kerim?in Arapça ve ilk muhataplarının Arap olması, Allah Rasulü?nün (s.a.v.) Kur?ani hükümleri tekit ve tebyin noktasındaki ifade ve aksiyonları, Onun ne olduğu ve niçin gönderildiği noktasındaki muhtemel anlaşılma problemlerini bütünüyle izale etmiştir.

Efendimiz?in (s.a.v.) bütün zamanların en hayırlı nesli olarak nitelediği Ashabın[1] selüki bir Arapça?ya ve muhkem bir imana sahip olmaları Kur?an?ı doğru anlayış usulunu şifahi olarak yaşatmalarına ve kendilerinden sonraki kuşaklara aktarmalarına yardımcı olmuştur. Bu aktarış İslam?ın ilk yıllarındaki muhtemel ladini tefsir anlayışlarının da önünü kapatmıştır.

İslam coğrafyasının Tabiin devrinde hızlı bir şekilde genişlemesi ve buna paralel olarak farklı din, dil, örf ve kültüre sahip milletleri içine alması, Arap dilinin saf yapısının bozulmasına yol açtı. Dilin aslında mündemiç olan sarf ve nahiv kaidelerine dikkat edilmez oldu.

YANLIŞ ANLAMANIN İDEOLOJİK ARKA PLANI

İnsanlar farklı anlama kabiliyetlerine sahiptirler. Kimi riyazi meseleleri, kimi ictimai hususları, kimi de iktisadi konuları kolaylıkla idrak edebilir. Herkes farklı bir alanda mütebahhirdir. Gazali gibi ilgilendiği bütün ilimleri ?eba?d-ı selase?si ile kavrayan alimler ilim tarihinin şaz kahramanlarıdır.

Ademoğlu ?anlamaktan aciz olduğunu? anlayınca büyük oluşlara kapı aralar. Kalbin daralıp zihnin durduğu anlarda bazen bir yerine bin ?oluş? zuhur eder. Gecenin zifiri karanlığında ayağının üzerini göremeyenler çakan bir şimşekle kilometrelerce öteye uzanır.

İrfana ulaşmak bir ?mevhibe-i rahmani?dir. Büyük ruhlu alimlerin dahi bilemeyeceği meseleler vardır. Hakikat şu ki ?Her bilenin üzerinde bir bilen? olmuştur. Bütün anlama faaliyetlerinin durduğu bir nokta var ki orası aklın ?Sidre-i Münteha?sıdır. Onu tanımak anlamanın imkan ve sınırlarını belirler.

Kur?an?ın vahy edilişinin yegane gayesi anlaşılmaktır. İslami ilimler tertip ve tanzim edilirken muhatapların anlaması esas alınmıştır. Bu çerçevede İslam?ın erken asırlarından itibaren doğru anlamayı temin edecek usuller tespit ve telif edilmiştir. Fıkıh, tefsir ve hadis usulleri bu bağlamda vücut bulmuşlardır.

KELAM-I KADİM'İN ANLAM HARİTASI

İnsanların yetişme tarzları, farklı eğitim düzeyi ve algılama gücüne sahip olmaları anlayışlarında birtakım farklılıklara neden olur. Herkes eline aldığı metni kendi zaviyesinden tahlil eder. Bir vakıayı kelamcı, tefsirci, hadisçi ayrı vurgularla değerlendirir.

İslam?ın erken yıllarından günümüze kadar Kur?an farklı zaviyelerden telakki edilmiş ortaya değişik tefsir tarzları ve bunları esas alarak telif edilen eserler çıkmıştır. Bu farklılığı besleyen temel nedenleri dikkate alarak Kelam?ı Kadim?in anlam haritasını belirlemek anlamanın meşru ölçüler dahilinde sürdürülmesine katkıda bulunacaktır.

Bu makale sahabeden günümüze kadar kesintisiz devam eden Kur?an?ın anlaşılma sürecini müessirleriyle tahlil edecek, doğru anlama cehdinde olanları İslami anlayış usulüyle yüzleştirecektir.

SAHABE

İslam?ın ilk talebeleri olan sahabe Kur?an?ı tedrici bir süreçte öğrendi. İnen her on ayeti öğrenir, hayatında tatbik eder sonra on ayet daha öğrenirdi.[1] Bir çoğu ümmi olduğundan[2] Kur?an?ı kalpleriyle hıfzedip dilleriyle okuyup muhafaza etmeye çalışırdı. Gelen her ayet onların imanına güç katardı: ?Biz Kur?an?dan mü?minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz.?[3]

İLAHî HİTABI ZİHNE YAZAN KALEM:TAKVA

Kur’an üzerine yazıldı her şey. Fıkıh, Hadis, Tefsir, Kelam… ondan suyunu dercetti. Ne çok söz Kur’an diye başladı, Kur’an diye bitti. Anlayıp da söyleyenler, tarihin zihninde yerini alırken, bir bir çürüdü anlamadan yazılan sayfalar. Çürüyen sadece sayfalar değildi. Bununla beraber değerler çürüdü, vicdanlar çürüdü.Binlerce Hafızımız, yüz bini geçen diyanet görevlimiz, bir o kadar akademisyenimiz ve öğretmenimiz olduğu halde, ramazan ayında her camide mukabele okunuyorken ahlaki değerler çürüdü. Çünkü “Müslümanlar Kur’an’ı okumayla onu anlamayı birbirinden ayırdı.”[1]


VAHYİ ANLAMA KILAVUZU

Allah Teala, Kur’an’ın özeti olarak ifade edilen Fatiha’nın peşinden gelen surenin ilk ayetlerinde, akıllarda oluşabilecek şüpheyi ortadan kaldıracak güvenceyi veriyor ve sonra vahyi anlama kılavuzunu sunuyor:

1. Elif. Lâm. MÎm.

2. O kitap (Kur´an); onda asla süphe yoktur. O, müttakîler (sakinanlar ve arinmak isteyenler) için bir yol göstericidir.[2]


Kur’an’ı anlamanın, hayatımızın tam içine çekmenin birinci yolu müttaki olmaktır. Kişi Kur’an “okuyarak” müttaki olur; ama Kur’an’ı “okuyabilmek” için de müttaki olmak gerekir. Sadece Bakara Suresi’nin ayetlerinde değil Kur’an’ın birçok yerinde ilahi hitabı, gereken şekilde anlayabilecek olanların mezkur özelliklere sahip mü’minler olduğu vurgulanmıştır.[3]

VESÎLE ve TEVESSÜL HADİSLERİNİN KAYNAK DEĞERİ

GİRİŞ

A. ARAŞTIRMANIN KONUSU ve ÖNEMİ

Yaratılışı itibariyle insan, hem biyolojik hem de psikolojik bakımdan âciz ve zayıf bir varlıktır. Özellikle yaşanan sıkıntı ve çaresizlikten kurtulup huzur ve gönül rahatlığı içinde yaşamak için maddi-manevî bir vesile aramak, insanın yapısında var olan bir duygu ve düşüncedir. Bütün nevileriyle tevessülün, bu duygu ve düşüncenin birer tezahürü olarak ortaya çıktığını söylemek yanlış olmasa gerektir.

Vesile ve tevessül, daha ziyade kelâm ve tasavvuf anabilim dallarıyla münasebeti olan bir konudur. Ancak kabul edilmelidir ki, özellikle münakaşa mevzuu yapılmış kelâm ve tasavvuf problemlerinin mesnedi Kur’ân-ı Kerîm ve onun vazgeçilmez yorum ve pratiği demek olan hadis/sünnet olmak durumundadır. Hadis anabilim dalını doğrudan ilgilendiren çalışmalardan birisi de, Kur’ân’dan sonraki dayanağı hadis olması gereken tefsir, fıkıh, kelâm ve tasavvuf gibi temel İslâmî ilimlerin kullandıkları delil ve malzemelerin, teknik anlamda ne ifade ettiğini tesbit faaliyeti olmalıdır. Bu tesbit; tahriç ve değerlendirme faaliyetinin, hadisçinin mensubu bulunduğu anabilim dalı için olduğu kadar, diğer anabilim dallarına mensup araştırmacılar için de önemli bir hizmet olacağında şüphe yoktur.

MÜMİN VE KÂFİR HER ÖLÜ İŞİTİR

Sual: Buhari ve diğer hadis kitaplarında ölülerin işittiğini Resulullah bildiriyor, ama ona da inanmam, çünkü Kur’an ölü işitmez diyor. İşte âyet:
(Sen ölülere işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da daveti duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin; ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin.) [Neml 80, 81 Rum 52, 53]

CEVAP
Kur’anı da Resulullah bildirdi. Hadise inanmayan Kur’ana inanır mı? Diğer müfessirler gibi İmam-ı Kadı Beydavi, o âyetin tefsirinde diyor ki: Burada diri olup, gözü kulağı ve beyni olan kâfirler ölüye benzetiliyor, (Ölüleri [kâfirleri] imana kavuşturamazsın) deniyor. (Ölülere, sağırlara işittiremezsin) ifadesinden sonra, (Sen ancak âyetlerimize iman edeceklere işittirebilirsin) deniyor. Kâfirlerin işitmeyeceği, [hakkı kabul etmeyeceği], ancak iman edeceklerin işitecekleri, [kabul edecekleri] bildiriliyor. Eğer kabirdekilerden maksat ölü olsa idi, ölü de işitmeseydi iman edenlere işittirebilirsin ifadesi yersiz ve yanlış olurdu. Hem de kâfir ölü işitmez, mümin ölü işitir anlamı çıkardı. Halbuki en kıymetli hadis kitabı olan Buhari’deki hadis-i şerifte, (Kâfir ölü de işitir) buyuruluyor.

DİĞER İNSANLARIN ŞEFAATI

Allahü teâlânın rahmeti o kadar çok ki, Peygamber, âlim, evliya, şehid gibi üstün kimseler haricinde, bazı müslümanlara da şefaat izni verecektir. Hz. Ali, “Dost edinin, dostlarınız sizin için dünya ve ahiret sermayesidir, şefaatçilerinizdir” buyurdu.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bir kimse, ameline göre birkaç kişiye şefaat eder.) [Tirmizi]

(Bir Cehennemlik, bir Cennetliğe, “Dünyada sana su vermiştim. Şimdi sen de bana şefaat et” der. O da Allah’ın izni ile şefaat edip, onu Cehennemden kurtarır.) [Deylemi]

(Bir kişinin şefaati ile Temim oğullarından daha çok kimse Cennete girecektir.) [İbni Mace]

(Kur'an, akraba, emanete riayet eden, Peygamberiniz ve din kardeşleriniz şefaat edecektir.) [Deylemi]

ALLAH'IN ELİ NE DEMEKTİR?

Sual: Kur’anda Allah’ın iki eli tabiri geçmektedir. Bu, Allah’ın bizim gibi iki elinin olduğunu göstermez mi?

CEVAP
Asla göstermez. Çünkü Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Onun benzeri hiçbir şey yoktur, O hiçbir şeye benzemez.) [Şura 11]

Onun eli ayağı, gözü var demek, yaratıklara benzetmek olur. Yed’den muradın keyfiyetini Allah bilir demekle yetinmelidir. Çünkü düşündüğümüz, hayal ettiğimiz her şey mahluktur, yaratıktır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Bildiğimiz, hatırımıza, hayâlimize gelen, duygu organlarımıza etki eden her şey mahluktur. Çünkü, insanın bildiği, hissettiği her şey, kendi eseridir. Bizim, Allahü teâlâyı tenzîh etmemiz, bir şeye benzemez dememiz bile benzetmek olur. (2/9)

MÜTEŞABİH AYETLERİ TEVİL ETMEK

Selefi genç diyor ki:
Allah Arşta istiva etmiştir, hep orada oturmaktadır, onda hiç değişiklik olmaz. Âyetler tevil edilmez aynen anlaşıldığı gibi söylenir.

CEVAP
Gencin Allah’ta değişiklik olmaz demesi doğrudur. Ama bu onun oturma görüşünün yanlış olduğunu gösterir. Hâşâ Allah Arşta oturuyorsa, onda değişiklik olmayacağına göre hep orada oturuyor demektir. Ama birçok âyetin zahir manalarına göre, Allah’ın yerde, gökte ve kâinatın dışında olduğu da anlaşılıyor. Böyle olunca, Arşta olmadığı da anlaşılıyor. Şu âyetlere bakalım:

(O, göklerde ve yerde tek Allah’tır.) [Enam 3]
(O gökte ilahtır, yerde ilahtır. [veya gökteki ilah da, yerdeki ilah da Odur.]) [Zuhruf 84]
Bu âyetlerden, hâşâ Allah’ın hem yerde ve hem de gökte olduğu anlaşılabilir. Böyle inanmak ise küfürdür.

ALLAH MEKANDAN MÜNEZZEHTİR

Selefi genç diyor ki:
Mülk suresinin, (Göktekinin sizi yere geçirmesinden, taş yağmuruna tutmasından emin mi oldunuz?) mealindeki 16. ve 17. âyetleri, Allah’ın gökte olduğuna kesin delildir. Bunun için Allah mekandan münezzeh demek yanlıştır.

CEVAP
Bizi yere geçirecek, taş yağmuruna tutabilecek olan elbette Allahü teâlâdır. Ancak burada gökteki ifadesinden oradakinin Allah olduğunu söylemek yanlış olur. Mesela Boğaz köprüsü Demirel’in, Fatih köprüsü ise Özal’ın eseridir cümlesinden, bu köprüleri bizzat yapanların Demirel ve Özal olduğu anlaşılmaz. Başkaları yapmıştır, ama bunlar yaptırdığı için onlara nispet edilmiştir. Canları alan da Allahü teâlâdır. Fakat Azrail aleyhisselam vasıtası ile aldırır. Bize taş yağdıracak olan da Allah’tır. Fakat bunu bir melek vasıtası ile yapar. Bunun için gökteki denmiştir. Yani gökteki görevli melek demektir. İmam-ı Beydavi de, (Sizi yere batıracak veya sizi taş yağmuruna tutacak olan Allah’ın bu âlemin tedbirine vekil ettiği melekten emin misiniz?) diye açıklıyor.

Efendimiz'in (s.a.v) Alemlere Rahmet Olarak Gönderilmesi

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olarak gönderilmesi ne demektir? Bunu nasıl anlamalıyız?

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olduğu Kur’an-ı Kerim’in değişik ayetlerinde ifade edilmektedir.

Enbiya Sûresi’ndeki “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn - Biz seni bütün âlemlere sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik.” (Enbiya, 21/107) ayet-i kerimesi bu hakikati açıkça seslendirir. Bu ayet, ümmet-i Muhammed arasında da Allah Rasulü’ne karşı saygının ifadesi olarak çok yaygınlaşmış ve dualardan evvel okunur olmuştur.

Evet, Efendimiz, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Kur’an’da ağırlığı ile yerini alan bu husustan önceki iki ayette, salih kulların yeryüzüne varis oldukları/olacakları anlatılmaktadır. (Bkz. Enbiya, 21/105-106) Kur’an’da bu hakikati de ifade eden değişik ayetler vardır. Yeryüzünün idaresi durmadan el değiştirecek ve neticede her şey, imanı tam, ameli sağlam salih kulların eline geçecektir.

Kur’an, tarihi devr-i daimleri anlatırken: “Ve tilke’l-eyyâmu nüdâviluhâ beyne’n-nâs - Biz zafer ve muvaffakiyet günlerini insanlar arasında döndürür dururuz.” (Âl-i İmran, 3/140) buyurmaktadır.

Bugün bazılarına bayram ve seyran, yarın da başkalarına.. bugün bazıları mâmureler içinde mutlu ve müreffeh, yarın da başkaları..

"Ümmî Peygamber" tabirini nasıl anlamalıyız?

Ümmi: “Dünyevî bir tahsil görmemiş olan” demektir.

Ümmeti, bu ümmiyetteki inceliği çok iyi kavramış olmalı ki, bilhassa teravihlerde salâvat getirirlerken, o Resul-i kibriyayı (a.s.m.) bu vasıfla yad ederler: Nebiyy-i ümmî

O nebiyy-i ümmî (a.s.m.) kötülük namına bir şey bilmezdi. Dünyanın bütün ihtiraslarından, hilelerinden, tuzaklarından beriydi. Allah, onu lekesiz, tozsuz, parlak bir ayna olarak hazırlamış, terbiye etmişti. İşte “ümmiyet” denilen bu sâfiyet aynasında vahiy tezahür etti. “Sanki o zat, vahy-i ilâhînin makesi olan masum ruhuyla zaman ve mekânı tayyederek, o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir.” İşârat-ül icaz

Âlemlerin rabbi, o şanlı peygamberini kimseye talebe etmedi. İlâhî takdiriyle buna engel oldu. Bu okuma tehir edildi; tâ “oku” emri gelinceye kadar. Bu emri alan o nebiyy-i ümmî (asm.), insanlık âlemine Kuranı tâlim etti; kâinat kitabını rabbinin ismiyle okudu. Ondaki hikmetleri, ince mânâları, gayeleri anlattı. İnsanın mahiyetini, hakikatini, vazifesini öğretti.

O, rabbinin lütfuyla âhireti, arşı, levh-i mahfuzu okurken, müşrikler kendi yaptıkları putlara tapmakla meşgûldüler. Ne kâinatı okuyabiliyorlardı, ne kendilerini, ne de yaptıkları putları. Okuyabilselerdi, kendilerini o taşlara isnat etmezlerdi. Onların okur yazarları en inatçıları, en cahilleriydi.