SELEFİLİK İTİKADI BİR MEZHEP MİDİR?
Nazariyede doğru kabul edilebilir gibi görünen, fakat pratikte yanlış neticelere sebeb olan hükümlere “Paradoks” denilir. Bu hal, insan aklının kendi kendine kurduğu bir tuzaktır. Muhakkak ki her mü’min; Resûl-i Ekrem (sav) ve Ashabının takip ettiği yolu (yani Asr-ı Saadeti) esas kabul eder. Ehl-i Sünnet ve’l cemaate mensup olabilmenin ilk şartı budur. Son yıllarda “Selefilik” adı altında; herhangi bir usule bağlanmayı ve müctehid imamlara tabi olmayı hakir gören bir akım teşekkül etmiştir. Daha ziyade sloganlarla ve suçlayıcı mantıkla yürüyen bu akımın, selefi salihin ile bir alakası yoktur. Bazen hak bir söz ile batıl murad edilebilir. Nitekim hariciler; “Hakem Hadisesini” bahane ederek ve “Hüküm ancak Allahû Teâla (cc)’ya aittir” diyerek, Hz. Ali (ra)’yi küfre düşmekle suçlamışlardır. Bunu duyan Hz. Ali (ra): “- Hak bir söz!.. Ancak bununla batıl murad edilmekte” demiş ve üzüntüsünü beyan etmiştir.
İslâm teşri tarihinde; “Selefilik” diye bir mezhep ve usûl mevcut değildir. Selef-i Sali-hin’e muhabbet noktasında her mü’min samimidir. Bazı kimselerin “-Biz selefiyiz” diyerek, diğer mü’minleri “Selef-i Salihin’e muhalefetle” suçlamaları iftiradan ibarettir.
Son yıllarda yayınlanan bazı eserlerde; itikadi mezhepler tasnif edilirken “Selefilik, Eş’arilik ve Maturidilik” seklinde ifade edilmektedir. İmam-ı Eş’ari’nin ve İmam-ı Maturidi’nin “Selef-i Salihin’e” bağlı olmadığını ima eden bu tasnif, son yüzyılda ortaya çıkmıştır. Aşağıda giriş bölümünün tercümesini bulacağınız S. Ramazan El Buti’nin “Es Selefiyye” isimli eseri, bu konudaki güzel bir araştırmadır.
SELEF KELİMESİ[1]
Selef kelimesi lügat manası itibariyle, nisbi bir mana taşımaktadır. Birbirini takibeden zaman dilimlerinden her birisi, kendisinden sonra gelen zamanlara göre selef (geçmiş)tir. Daha önceki zaman dilimleri itibariyle ise halef (gelecek)tir.
Ancak bu kelime, zamanla bundan çok farklı ıstılahi bir mana kazanmış ve hep bu yeni manasıyla kullanılır olmuştur. “İslâm ümmetinin ilk üç asırlık dönemi” diye tarif edilebilecek olan bu yeni mana, ifadesini İslâm tarihinin en şerefli ve en çok itibara layık nesillerinden bahseden şu hadis-i şerifte bulmaktadır:
Buhari ve Müslim, Abdullah b. Mesud (ra)’dan Rasülûllah (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: “İnsanların en hayırlısı benim asrım (daki Ashabım)dır. Sonra, onlara yakın olanlar (Tabiin)dir. Sonra da onlara yakın olanlar (Etba-ı Tabiin)dir. Sonra bir takım kavimler gelir ki, onlardan birinin şehadeti (ihtirasla) yemininin, yemini de şehadetinin önüne geçer.”[2]
Fakat Rasülûllah (sav)’ın genel olarak derecelendirdiği bu hayırlı nesillerden maksat acaba, bu sıfatı taşımayan kimseler de bulunmakla birlikte, o dönemde yaşayan müslümanların geneli mi, yoksa bir tek istisna bile olmadan Ümmetin bütün fertleri midir?
Bu mevzuda cumhur ulemanın görüşü şudur: Hz. Peygamber (sav)’in selef için tesbit ettiği, insanların en hayırlıları olma özelliği, İslâm’a bağlılık ve yaşantı noktasındaki farklılıklarına rağmen, bütün fertler için geçerlidir. İbn Abdil Berr (h. 363-463) ise, bu özelliğin müslümanların geneline (îlk üç asırda) ait olduğunu, daha sonraki nesiller içerisinde selef asrı müslümanların pek çoğundan daha faziletli insanlar bulunabileceğini ifade etmiştir.[3]
Şüphesiz o insanlara bu şerefi kazandıran, daha sonraki nesilleri nübüvvet kaynağına ve risalet öğretilerine ulaştıran zincirin ilk halkalarını temsil ediyor olmalarıdır.
Birinci halka: İslâm’ın temel prensip ve inanç esaslarını bizzat Allah Rasülû (sav)’nden alan, dinin ahkâm ve adabını her türlü şüphe ve bid’at tehlikesinden uzak olarak zihinlere ve dillerine nakşetmiş olan ve kendilerine sahabe denilen öncü grubtur.
İkinci halka: Tabiin neslini temsil eder. Ashabın, Rasüllûllah (sav)’i bizzat görüp onun nasihatlarına muhatap olmak suretiyle elde ettiği aydınlık yolu takip etmeleri yönüyle, tabiin müslümanlarını da nübüvvet nuru ışıtmakta idi.
Üçüncü halka ise: Fitnelerden arınmış İslâm fıtratının ve fikir duruluğunun yok olmaya yüz tuttuğu bir devrenin müslümanlarını, etba-ı Tabiin’i temsil eder. Artık bu dönemin sonuna doğru bid’atlar hızla ortaya çıkmaya başlar. Üç kutlu asrın aydınlık yolundan ayrılan sapık fırkalar birbirini izler ve her bir fırka, sırat-ı müstakimden ayırdığı sokağın başına geçip insanları oraya çağırır. Ama hiçbirisi şu ilahi düsturu çiğnediğini düşünmemektedir:
“Şüphesiz bu (Kur’an veya İslâm) benim dosdoğru yolumdur. (Sırat-ı Müstakim). (Başka) yollara (sapıklık, bid’at ve şüphelere) uymayın. Zira o (başka) yol sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte (kötülükten) sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (Enam 154.)
Günümüze kadar devam edecek olan heva, bid’at ve sapıklık rüzgarları artık esmeye başlamıştır. Nitekim, müslümanlar Enes b. Malik (ra)’a Haccac’ın zulmünden şikayet ettikleri zaman şöyle demişti:
“Sabrediniz! Çünkü bundan sonra üzerinize gelecek zaman, muhakkak bundan daha şerli olacaktır. Ve bu fenalık (siz ölüp de) Rabbinize kavuşuncaya kadar (asırlarca) böyle sürüp gidecektir. Ben bu sözü Peygamberimiz (sav)’den işittim.”[4] Öyleyse daha sonra yaşayan müslümanlar ne yapmalıydı?
SELEFE BAĞLILIK
Fikir ve davranışları itibariyle bir çok üstünlüklere sahib olan altın nesil kendilerine tabi olunması gereken insanlardır. Ama tabi oluş herşeyden önce, bir samimiyet ve sevgi ister. Selefe tabi olmak onların şeri tashih ve ikmal ederek muhafaza etmektir. Sonra üzerinde ittifak edilmiş olan itikad, ibadet ve ahlak prensiplerine bağlı kalarak bu ittifaka değer vermeyen kimselere de itibar eetmemektir. Bu konuda Resulullah (sav) Efendimizin bizlere bir vasiyyeti vardır: “Şüphesiz İsrailoğulları yetmişiki millete ayrılmıştı. Benim Ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır.Biri hariç tamamı cehennemdedir.” O müstesna topluluk kimdir Ya Resulullah? sorusuna ise şöyle cevap vermişdi: “Benim ve Ashabımın yolunda olanlar (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat)dır.”[5]
“Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılmak” diye kısaca ifade edilebilecek olan bu talimata hakkıyla uyabilmek, selef-i salihinin metodlarına bağlı kalmadan mümkün olmayacaktır. Burada gaye, zaman itibariyle bizden bir süre önce yaşamış olan bir gurup insanı, bunlar bizim atalarımızdır diye, taklid etmek değildir. Onlar, Allah kelamının manalarına vakıf olma ve nebevi sünneti anlama hususunda ümmetin önde gelenleri oldukları için bu böyledir. Zira, yaratılışları itibariyle Arap dinini en iyi anlama kabiliyetine sahib idiler. Arapça’yı ve İslâm’ı sonradan öğrenmenin sebeb olabileceği birtakım problemleri yoktu. Yine onlar, Rasülûllah (sav)’in hayatıyla içiçe yaşadıkları için, onu en güzel şekilde yorumlayıp daha sonraki nesillere aktarmışlardır. Yaşayış itibariyle Peygamber Efendimiz (sav)’in hayatına en yakın, fıtratları, en temiz, bütün bid’at, yapmacık ve gösterişlerden en uzak, dolayısıyla itimad edilmeye en layık olan yine onlardı.
Öyle anlaşılıyor ki, fikir ayrılıkları ve münakaşalar ortaya çıktığı, özellikle birçok müslümanın Arapça’nın temel mantığını yitirmesiyle dildeki fesahat ve belagat bozulmaya yüz tuttuğu zamanlardan bu örnek neslin eğiliminden geçmek gerekmektedir.
“Selefe bağlılık” manasına gelecek olan bu tedrisat, bazı cüzi meselelere saplanıp kalmak ya da onların cümlelerine, ifadelerine harfiyyen ve körükörüne sarılmakla olmayacaktır. Zaten onları kendi seleflerine karşı tavırlarında da böyle bir uygulamaya rastlamak kabil değildir. Yapılması gereken, nassların (ayet ve hadislerin) tefsir ve te’vili için koydukları prensipler ile ictihad usûllerinde onlara müracaat etmektir.
Üzerinde durulması gereken önemli bir husus da şudur. Bu kaide ve prensiplere bağlı kalmak, daha sonra yaşayacak müslümanların bütünü için geçerlidir. Yoksa sadece herhangi bir devirde yaşamış veya belli özellikleri taşıyan bir grup bundan sorumludur, demek son derece anlamsızdır. Zamanları ve mekanları ne kadar farklı olursa olsun, bütün müslümanlar bu ortak paydada birleşmek zorundadırlar.
Bu mevzuda altın nesle yakın olanların bir üstünlüğünden bahsedebilir ki biz de bu yönüyle onları örnek almak durumundayız. Altın neslin takipçileri, devraldıkları ilim ve kültür mirasının ne kadar önemli olduğunun farkına varmış ve altın neslin koymuş olduğu kaide ve usulleri daha sonra geleneklerin de hizmetine sunmak için tedvin etmişlerdir. Bu meziyetleri de daha sonra kazanacakları başarıların ana sebebi olmuştur.
SELEFİLİK
Selef kelimesinden, daha sonraları, İslâm düşünce ve teşri tarihinde hiç rastlanmamış olan yeni bir ıstılah türetilmiştir: Selefiyye (selefilik). Yapılan hata buradadır. Adeta bu kelimeyi, müslümanlardan belli bir grubun özel ismi yapıyoruz ve onlar da bu isimden hareketle kendilerine has bir düşünce yapısı ve buna bağlı olarak bir takım ayırdedici özellikler kazanıveriyorlar. Böylece de, sürekli münakaşa ederek müslümanları üzen ve çoklukları ile -sanki- iftihar eden müslüman fırkalardan birisi oluyorlar. Öyle bir fırka ki, fikir ve arzuları, kendilerine has karakter ve ölçüleriyle diğer müslümanlardan farklı bir yapı arzediyor..
İşaret ettiğimiz manasıyla böyle bir ıstılah türetmek, bırakın onlara bağlılığı, selef-i salihinin ve onları izleyen halefin bu ümmete tanıtmadığı bir bid’attır, desek herhalde mübalağa etmiş olmayız. Zira Selef bu kelimeye kesinlikle, belli bir grubu veya fikri oluşumu diğerlerinden ayıracak böyle bir mana vermemiştir. Ayrıca selef kendi inanç ve davranış ölçülerini müstakil bir düşünce, fikir ve şahsiyete sahip bir grubun tekeline de vermiş değildir. Aksine selef ile daha sonra yaşayan bütün nesiller arasında en ileri derecede bir etkileşim, ilim, kültür ve metod alışverişi vardır. Tabi ki bahsettiğimiz ölçüler dahilinde. Yine hiç düşünülmemiştir ki bir grup müslüman çıkıp (selefe bağlılık adına) bir takım engeller ortaya koyacak ve bu engeller yüzünden sözü geçen etkileşim ve diyalog kesilecek sonuçta da müslüman nesiller, fikir, tasavvur ve hedefleri tamamen farklı iki ayrı parçaya ayrılacak.
“Selefe bağlılık” başlığı altındaki açıklamalar gözönünde tutulduğu zaman görülecektir ki, “selefilik nedir?” ya da “selefi olmak ne gibi esaslara bağlı kalmayı gerektirir?” sorularına verilecek iki cevap vardır.
Birinci cevap: Selefilik, selefin sürekli bağlı kaldığı adetler, yaşayış biçim ve sözlere, hiçbirşey eksiltip eklemeden, harfiyyen uymaktır.
Tahlil: Unutulmamalıdır ki; onlar, kendi söz ve fiillerini böylesine dokunulmaz konum da görmemişlerdir. Bu hakkı sadece Allah’ın kitabı ve Allah Rasulü (sav)’nün sahih sünnetine layık görmüşler ve bu naslara, çıkarılan hükümlerin illetlerinin değerlendirilmesi, hayattaki değişim ve yenileme, sürekli en doğruya ulaşma ideali ışığında sımsıkı yapışmışlardı. Bunu yaparken mutlak otorite olarak kabul ettikleri Kur’an ve Hadis naslarının çizdiği sınırları ihlal etmediği sürece, bölgeden bölgeye, nesilden nesile meydana gelen bütün değişim ve yenilikleri dikkate aldıklarını görüyoruz.
Nebi (sav) ve ashabının Mekke’de iken sahih oldukları ve uygulayageldikleri birtakım örf-adetleri var idi. Oysa Medine’ye hicretten sonra, daha önce bilmedikleri yeni uygulamalarla karşılaşacaklardı. Bu ise bölge halkı ile aralarındaki etkileşim ve dayanışmanın tabi sonucu idi. İşte müslümanlar da bunları gayet normal karşılayarak yeni hayata adapte oldular. Bu mevzuda aşağıdaki olaylar örnek olarak verilebilir.
• Mekke’de bulundukları sürece müslümanlar dikişli elbiseyi tanımadılar. Ama Medine’ye yerleşip çevre kabile ve bölgelerle ilişkiler başlayınca, pahalı İran ve Yemen kumaşlarından dokunmuş elbiseler giydiklerini görüyoruz…
• Rasülûllah (sav) gerek Mekke’de gerekse Medine döneminin ilk yıllarında yüzük kullanmamıştı. Ancak kendisine, kralların mühürsüz mektupları okumadığı söylenince gümüş bir yüzük yaptırıp üzerine mühür olarak Muhammed’ün-Rasülûllah cümlesini kazdırmıştır.[6]
• Rasülûllah (sav), Cuma hutbelerini, 7-8 yıl boyunca bir hurma kütüğüne dayanarak irad eyledi. Buhari’nin Cabir (ra)’den rivayetine göre, Ensar’dan bir kadın gelerek marangoz bir oğlu olduğunu ve hutbeler için güzel bir minber yaptırabileceğini söylemişti. Rasülûllah (sav) bunu kabul etmiş olmalı ki karşı koymamış ve artık hutbeleri o minberden vermiştir.
• Müslümanlar Mekke ortamında okuma-yazma ile gerektiği gibi ilgilenememişlerdi. Allah Rasulü (sav) Medine’ye hicretten hemen sonra ashabını sürekli ilme ve eğitime teşvik etmişti.
• Sahabe devri boyunca, satın alma ya da kiralama usulü ile, Mina topraklarında bina yapmak serbest iken Ömer b. Abdülaziz (ra), sayıları gittikçe artan hacıların daha rahat hareket etmelerini sağlayabilmek için mina çevresinde bina yapmayı yasaklamıştı..
• Sahabe özellikle itikad konularında, Kur’an ve sünnete mutlak bir teslimiyet ile her türlü tartışmadan şiddetle kaçınırdı. Hatta bir kimse kafasındaki şüpheleri gidermek için bu mevzuda uzun münazaralar yapacak olsa hemen onu azarlayıp bid’atçılıkla itham ederlerdi. Ama ne zaman ki tabiin asrı başladı, bir yandan ilim meclisleri çoğalırken öteyandan sahabe sayısı azaldı, fetihlerin genişlemesiyle fırklı dinlerin mensupları (hristiyan, yahudi, zerdüşt, mani) İslâm’a girdiler ve zihinlerindeki pek çok şüphe ve batıl inancı da beraberlerinde getirdiler, artık bu tür münakaşa ve münazaralar kaçınılmaz hale geldi. Çünkü onların itikadi ve fikri problemlerini çözmek ve bunun için de ilmi mantıki izahlar yapmak gerekiyordu. Aslında sahabenin ileri gelenlerinden bazıları, mesela Hz. Ali (ra), Abdullah b. Abbas (ra), kaza-kader, cebr-i ihtiyar gibi bazı mevzularda, şüphelerini gündeme getiren müslümanları sapıklıktan korumak için bazı mantiki izahlar ve münazalar yapmışlardı. Ama içlerinde Hasan-ı Basri, Ömer b. Abdülaziz, Ata b. Rebah, Süleyman b. Yesar, Tavus b. Keysan gibi ilim otoritelerinin de bulunduğu tabiin nesli ulemasının girdiği kıyasıya mücadeleler ve şiddetli tartışmalar bunun çok ötesindeydi. Mesela Beyhaki’nin “Kitabu’1-Esmâ ve Sıfat” adlı eseri incelendiğinde, bu türden sahabenin şiddetle kaçındığı pek çok meseleler ve münakaşalar görülebilir…
Bütün bu sayılanlar selef-i salihinin örnek hayatında meydana gelmiş olan ve normal karşılanması gereken değişim ve yenilenmeye dair bazı örneklerdir. Dikkat edilirse, bu tür örnekler birinci hicri asrın sonlarına doğru yani altın neslin ilk görülmeye başlanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, selefiliği, bütün bu örnekleri gözardı ederek, kurukuruya bir taklid olarak tanımlamak, kendisini selef pratiğine uydurmak isteyenler için son derece anlamsız ve değersiz olacaktır.
İkinci cevap: Selefilik, nasların tefsiri, hüküm istinbatı ve ictihad için gerekli olan kaideleri belirleyebilmek için onların ortaya koyduğu usûlleri öğrenip, uygulamaktır. . .
Tahlil: Tabi ki böylesine bir selef bağlılığı, kitap ve sünneti en doğru şekilde anlamak ve değişmezlik özelliğine sahip şer’i hükümlerle, zaman ve mekana göre değişebilenleri titizlikle ayırabilmek gibi güzel bir neticeye götürecektir. Ancak önemli olan böyle bir selef bağlılığı ile seleflik adı altında ekolleşme arasında ne derece bir irtibat olduğunu tesbit etmektir.
Bütün ilim adamları ve araştırmacılar tarafından kabul edilmiştir ki, bahsedilen bu usûl ve metodlara bağlılık herhangi bir dönemde belli bir müslüman grubun mümeyyiz vasfı olmamıştır. Zaten selef asrının (h. 2. asır) ortalarına kadar bu tür usûl ve metodlar tedvin edilmiş değildi. O zamanlar nasları iyi anlamak ve kavrayış sahibi olmak, yaratılış ve dil yapısı itibariyle Arap mantığına sahip olmaya bağlı idi. İşte her ne kadar selefiyye ekolü fikri ve ruhi temellerini bu dönemde buluyor idiyse de tabiin asrında ortaya çıkan rey ve hadis ekolleri de bütün farklılıklarına rağmen selef asrının özünü temsil etmektedirler. Tabiin dönemi, rey ve hadis ekolleri arasındaki pek çok fikri ve içtihadı münakaşalara sahne olmuştu.
Neticede, başlarında İmam Şafii’nin bulunduğu, devrin uleması, arap lügatini olgunlaştırmak ve anlayıp en güzel şekilde kullanma prensiplerini ortaya koymak suretiyle ve aynı zamanda dildeki safiyet ve tabiliklerini kaybetmemiş olan cahiliye arapları ile ilk dönem müslümanlarına da müracaat ederek, nasların tefsiri ve ictihadda kullanılacak olan prensipleri tesbit etmişlerdi. Bu tesbit, bütün müslümanların aynı ölçüde faydalanabileceği daha doğrusu faydalanması gereken bir kıstas ortaya çıkarmıştı. Bu kıstas, nasların otoritesine boyun eğen ictihad anlayışı ile onları kendi istek ve arzularına göre yorumlamak isteyen şahsi görüşleri birbirinden ayıracaktır. Bu genel-geçer kıstas, o gün bugündür bütün müslümanların anlama ve kavrama kabiliyetlerini şekillendirmiştir. Bu hususta kimsenin imtiyaz hakkı yoktur. Şeri ilimlerde araştırma yapan herhangi bir müslüman, bu kaideleri dikkate almayacak olursa dini hafife almış kabul edilir. Belki de bu yaptığı, bir sapma alameti olarak gösterilir.
Demek oluyor ki bu usûl ve kaidelere bağlı kalan bir kimse, Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılma talimatına hakkıyla uymuş ve Allah Resulü (sav)’nün “benim ve ashabımın yolu” diye tabir ederek iştirak edilmesini emir buyurduğu cemaatin bir ferdi olmuş oluyor.
Selef döneminde veya daha sonra yaşamış olması hatta selefilerce kabul edilip edilmemesi sonucu etkileniyor.
Usullere bağlılık ne kazandırır?
Selef metodunda içtihadı ilgilendiren meselelerin özel bir yeri vardır. Ulema herkes tarafından çözülemeyen bu tür konularda farklı görüşler ileri sürmüş ve çoğu kez ittifaka varmak mümkün olmamıştır. İşte böyle hassas bir noktada bu usullere riayet etmek, bütün farklı görüş sahiplerini Ehl-i Sünnet vel cemaat sınırları içinde tutan bir güvence dolayısıyla bir müsamaha ortamı oluşturmaktadır. Bir kimsenin kendi görüşünü doğru kabul etmesi en tabi hakkıdır. Ama doğru olmayan, farklı anlayış sahiplerini yanlış yolda olmak (sapıklık)’la itham etmesidir. Zira faklı yorumlara açık olan ve böylece ittifaka ulaşmayı engelleyen bu tür kapalı meselelerde tabii olarak farklı ictihadlar ortaya çıkacaktır. Herhalde kendi fikrini doğru kabul etme hakkını başkalarından esirgemek bencillik ve fikri bir zulüm olur. Şu kadarı var ki bir müctehid diğer müctehidin hatalı gördüğü noktalarını gösterebilir. Ama hatalı bile olsa bir müctehidin gerekli samimiyet ve şartları yerine getirdiği sürece en az bir mükafat alacağını ve onun böylesine hayırlı bir işle uğraştığını aklından çıkarmamalıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Altbaşlıklar bölümü mütercime aittir
[2] Tecrid-i Sarih tere. ve şerhi c.8, s.66. “Yani bu üç asır halkından sonra gelecek olan bazı insanlar,dini ve ahlaki kaidelere bağlı kalmayıp bu meselelere önem vermeyecek.”
[3] Bu mevzuda bkz.: Fethu’1-Barî Şerh-i Sahih-il Buharı 4/7.
[4] Buharî Kitabu’l-Fiten 6. bab.
[5] Tirmizi’deki bu lafız her ne kadar zayıf kabul ediliyorsa da diğer üç kitapta sahih rivayetle gelen farklı lafızlar vardır.
[6] Tecrid-i Sarih tere. ve şerhi c. 12, shf. 58
( Misak Mecmuası, sayı:20. Sh:26-31)
İslâm teşri tarihinde; “Selefilik” diye bir mezhep ve usûl mevcut değildir. Selef-i Sali-hin’e muhabbet noktasında her mü’min samimidir. Bazı kimselerin “-Biz selefiyiz” diyerek, diğer mü’minleri “Selef-i Salihin’e muhalefetle” suçlamaları iftiradan ibarettir.
Son yıllarda yayınlanan bazı eserlerde; itikadi mezhepler tasnif edilirken “Selefilik, Eş’arilik ve Maturidilik” seklinde ifade edilmektedir. İmam-ı Eş’ari’nin ve İmam-ı Maturidi’nin “Selef-i Salihin’e” bağlı olmadığını ima eden bu tasnif, son yüzyılda ortaya çıkmıştır. Aşağıda giriş bölümünün tercümesini bulacağınız S. Ramazan El Buti’nin “Es Selefiyye” isimli eseri, bu konudaki güzel bir araştırmadır.
SELEF KELİMESİ[1]
Selef kelimesi lügat manası itibariyle, nisbi bir mana taşımaktadır. Birbirini takibeden zaman dilimlerinden her birisi, kendisinden sonra gelen zamanlara göre selef (geçmiş)tir. Daha önceki zaman dilimleri itibariyle ise halef (gelecek)tir.
Ancak bu kelime, zamanla bundan çok farklı ıstılahi bir mana kazanmış ve hep bu yeni manasıyla kullanılır olmuştur. “İslâm ümmetinin ilk üç asırlık dönemi” diye tarif edilebilecek olan bu yeni mana, ifadesini İslâm tarihinin en şerefli ve en çok itibara layık nesillerinden bahseden şu hadis-i şerifte bulmaktadır:
Buhari ve Müslim, Abdullah b. Mesud (ra)’dan Rasülûllah (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: “İnsanların en hayırlısı benim asrım (daki Ashabım)dır. Sonra, onlara yakın olanlar (Tabiin)dir. Sonra da onlara yakın olanlar (Etba-ı Tabiin)dir. Sonra bir takım kavimler gelir ki, onlardan birinin şehadeti (ihtirasla) yemininin, yemini de şehadetinin önüne geçer.”[2]
Fakat Rasülûllah (sav)’ın genel olarak derecelendirdiği bu hayırlı nesillerden maksat acaba, bu sıfatı taşımayan kimseler de bulunmakla birlikte, o dönemde yaşayan müslümanların geneli mi, yoksa bir tek istisna bile olmadan Ümmetin bütün fertleri midir?
Bu mevzuda cumhur ulemanın görüşü şudur: Hz. Peygamber (sav)’in selef için tesbit ettiği, insanların en hayırlıları olma özelliği, İslâm’a bağlılık ve yaşantı noktasındaki farklılıklarına rağmen, bütün fertler için geçerlidir. İbn Abdil Berr (h. 363-463) ise, bu özelliğin müslümanların geneline (îlk üç asırda) ait olduğunu, daha sonraki nesiller içerisinde selef asrı müslümanların pek çoğundan daha faziletli insanlar bulunabileceğini ifade etmiştir.[3]
Şüphesiz o insanlara bu şerefi kazandıran, daha sonraki nesilleri nübüvvet kaynağına ve risalet öğretilerine ulaştıran zincirin ilk halkalarını temsil ediyor olmalarıdır.
Birinci halka: İslâm’ın temel prensip ve inanç esaslarını bizzat Allah Rasülû (sav)’nden alan, dinin ahkâm ve adabını her türlü şüphe ve bid’at tehlikesinden uzak olarak zihinlere ve dillerine nakşetmiş olan ve kendilerine sahabe denilen öncü grubtur.
İkinci halka: Tabiin neslini temsil eder. Ashabın, Rasüllûllah (sav)’i bizzat görüp onun nasihatlarına muhatap olmak suretiyle elde ettiği aydınlık yolu takip etmeleri yönüyle, tabiin müslümanlarını da nübüvvet nuru ışıtmakta idi.
Üçüncü halka ise: Fitnelerden arınmış İslâm fıtratının ve fikir duruluğunun yok olmaya yüz tuttuğu bir devrenin müslümanlarını, etba-ı Tabiin’i temsil eder. Artık bu dönemin sonuna doğru bid’atlar hızla ortaya çıkmaya başlar. Üç kutlu asrın aydınlık yolundan ayrılan sapık fırkalar birbirini izler ve her bir fırka, sırat-ı müstakimden ayırdığı sokağın başına geçip insanları oraya çağırır. Ama hiçbirisi şu ilahi düsturu çiğnediğini düşünmemektedir:
“Şüphesiz bu (Kur’an veya İslâm) benim dosdoğru yolumdur. (Sırat-ı Müstakim). (Başka) yollara (sapıklık, bid’at ve şüphelere) uymayın. Zira o (başka) yol sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte (kötülükten) sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (Enam 154.)
Günümüze kadar devam edecek olan heva, bid’at ve sapıklık rüzgarları artık esmeye başlamıştır. Nitekim, müslümanlar Enes b. Malik (ra)’a Haccac’ın zulmünden şikayet ettikleri zaman şöyle demişti:
“Sabrediniz! Çünkü bundan sonra üzerinize gelecek zaman, muhakkak bundan daha şerli olacaktır. Ve bu fenalık (siz ölüp de) Rabbinize kavuşuncaya kadar (asırlarca) böyle sürüp gidecektir. Ben bu sözü Peygamberimiz (sav)’den işittim.”[4] Öyleyse daha sonra yaşayan müslümanlar ne yapmalıydı?
SELEFE BAĞLILIK
Fikir ve davranışları itibariyle bir çok üstünlüklere sahib olan altın nesil kendilerine tabi olunması gereken insanlardır. Ama tabi oluş herşeyden önce, bir samimiyet ve sevgi ister. Selefe tabi olmak onların şeri tashih ve ikmal ederek muhafaza etmektir. Sonra üzerinde ittifak edilmiş olan itikad, ibadet ve ahlak prensiplerine bağlı kalarak bu ittifaka değer vermeyen kimselere de itibar eetmemektir. Bu konuda Resulullah (sav) Efendimizin bizlere bir vasiyyeti vardır: “Şüphesiz İsrailoğulları yetmişiki millete ayrılmıştı. Benim Ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır.Biri hariç tamamı cehennemdedir.” O müstesna topluluk kimdir Ya Resulullah? sorusuna ise şöyle cevap vermişdi: “Benim ve Ashabımın yolunda olanlar (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat)dır.”[5]
“Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılmak” diye kısaca ifade edilebilecek olan bu talimata hakkıyla uyabilmek, selef-i salihinin metodlarına bağlı kalmadan mümkün olmayacaktır. Burada gaye, zaman itibariyle bizden bir süre önce yaşamış olan bir gurup insanı, bunlar bizim atalarımızdır diye, taklid etmek değildir. Onlar, Allah kelamının manalarına vakıf olma ve nebevi sünneti anlama hususunda ümmetin önde gelenleri oldukları için bu böyledir. Zira, yaratılışları itibariyle Arap dinini en iyi anlama kabiliyetine sahib idiler. Arapça’yı ve İslâm’ı sonradan öğrenmenin sebeb olabileceği birtakım problemleri yoktu. Yine onlar, Rasülûllah (sav)’in hayatıyla içiçe yaşadıkları için, onu en güzel şekilde yorumlayıp daha sonraki nesillere aktarmışlardır. Yaşayış itibariyle Peygamber Efendimiz (sav)’in hayatına en yakın, fıtratları, en temiz, bütün bid’at, yapmacık ve gösterişlerden en uzak, dolayısıyla itimad edilmeye en layık olan yine onlardı.
Öyle anlaşılıyor ki, fikir ayrılıkları ve münakaşalar ortaya çıktığı, özellikle birçok müslümanın Arapça’nın temel mantığını yitirmesiyle dildeki fesahat ve belagat bozulmaya yüz tuttuğu zamanlardan bu örnek neslin eğiliminden geçmek gerekmektedir.
“Selefe bağlılık” manasına gelecek olan bu tedrisat, bazı cüzi meselelere saplanıp kalmak ya da onların cümlelerine, ifadelerine harfiyyen ve körükörüne sarılmakla olmayacaktır. Zaten onları kendi seleflerine karşı tavırlarında da böyle bir uygulamaya rastlamak kabil değildir. Yapılması gereken, nassların (ayet ve hadislerin) tefsir ve te’vili için koydukları prensipler ile ictihad usûllerinde onlara müracaat etmektir.
Üzerinde durulması gereken önemli bir husus da şudur. Bu kaide ve prensiplere bağlı kalmak, daha sonra yaşayacak müslümanların bütünü için geçerlidir. Yoksa sadece herhangi bir devirde yaşamış veya belli özellikleri taşıyan bir grup bundan sorumludur, demek son derece anlamsızdır. Zamanları ve mekanları ne kadar farklı olursa olsun, bütün müslümanlar bu ortak paydada birleşmek zorundadırlar.
Bu mevzuda altın nesle yakın olanların bir üstünlüğünden bahsedebilir ki biz de bu yönüyle onları örnek almak durumundayız. Altın neslin takipçileri, devraldıkları ilim ve kültür mirasının ne kadar önemli olduğunun farkına varmış ve altın neslin koymuş olduğu kaide ve usulleri daha sonra geleneklerin de hizmetine sunmak için tedvin etmişlerdir. Bu meziyetleri de daha sonra kazanacakları başarıların ana sebebi olmuştur.
SELEFİLİK
Selef kelimesinden, daha sonraları, İslâm düşünce ve teşri tarihinde hiç rastlanmamış olan yeni bir ıstılah türetilmiştir: Selefiyye (selefilik). Yapılan hata buradadır. Adeta bu kelimeyi, müslümanlardan belli bir grubun özel ismi yapıyoruz ve onlar da bu isimden hareketle kendilerine has bir düşünce yapısı ve buna bağlı olarak bir takım ayırdedici özellikler kazanıveriyorlar. Böylece de, sürekli münakaşa ederek müslümanları üzen ve çoklukları ile -sanki- iftihar eden müslüman fırkalardan birisi oluyorlar. Öyle bir fırka ki, fikir ve arzuları, kendilerine has karakter ve ölçüleriyle diğer müslümanlardan farklı bir yapı arzediyor..
İşaret ettiğimiz manasıyla böyle bir ıstılah türetmek, bırakın onlara bağlılığı, selef-i salihinin ve onları izleyen halefin bu ümmete tanıtmadığı bir bid’attır, desek herhalde mübalağa etmiş olmayız. Zira Selef bu kelimeye kesinlikle, belli bir grubu veya fikri oluşumu diğerlerinden ayıracak böyle bir mana vermemiştir. Ayrıca selef kendi inanç ve davranış ölçülerini müstakil bir düşünce, fikir ve şahsiyete sahip bir grubun tekeline de vermiş değildir. Aksine selef ile daha sonra yaşayan bütün nesiller arasında en ileri derecede bir etkileşim, ilim, kültür ve metod alışverişi vardır. Tabi ki bahsettiğimiz ölçüler dahilinde. Yine hiç düşünülmemiştir ki bir grup müslüman çıkıp (selefe bağlılık adına) bir takım engeller ortaya koyacak ve bu engeller yüzünden sözü geçen etkileşim ve diyalog kesilecek sonuçta da müslüman nesiller, fikir, tasavvur ve hedefleri tamamen farklı iki ayrı parçaya ayrılacak.
“Selefe bağlılık” başlığı altındaki açıklamalar gözönünde tutulduğu zaman görülecektir ki, “selefilik nedir?” ya da “selefi olmak ne gibi esaslara bağlı kalmayı gerektirir?” sorularına verilecek iki cevap vardır.
Birinci cevap: Selefilik, selefin sürekli bağlı kaldığı adetler, yaşayış biçim ve sözlere, hiçbirşey eksiltip eklemeden, harfiyyen uymaktır.
Tahlil: Unutulmamalıdır ki; onlar, kendi söz ve fiillerini böylesine dokunulmaz konum da görmemişlerdir. Bu hakkı sadece Allah’ın kitabı ve Allah Rasulü (sav)’nün sahih sünnetine layık görmüşler ve bu naslara, çıkarılan hükümlerin illetlerinin değerlendirilmesi, hayattaki değişim ve yenileme, sürekli en doğruya ulaşma ideali ışığında sımsıkı yapışmışlardı. Bunu yaparken mutlak otorite olarak kabul ettikleri Kur’an ve Hadis naslarının çizdiği sınırları ihlal etmediği sürece, bölgeden bölgeye, nesilden nesile meydana gelen bütün değişim ve yenilikleri dikkate aldıklarını görüyoruz.
Nebi (sav) ve ashabının Mekke’de iken sahih oldukları ve uygulayageldikleri birtakım örf-adetleri var idi. Oysa Medine’ye hicretten sonra, daha önce bilmedikleri yeni uygulamalarla karşılaşacaklardı. Bu ise bölge halkı ile aralarındaki etkileşim ve dayanışmanın tabi sonucu idi. İşte müslümanlar da bunları gayet normal karşılayarak yeni hayata adapte oldular. Bu mevzuda aşağıdaki olaylar örnek olarak verilebilir.
• Mekke’de bulundukları sürece müslümanlar dikişli elbiseyi tanımadılar. Ama Medine’ye yerleşip çevre kabile ve bölgelerle ilişkiler başlayınca, pahalı İran ve Yemen kumaşlarından dokunmuş elbiseler giydiklerini görüyoruz…
• Rasülûllah (sav) gerek Mekke’de gerekse Medine döneminin ilk yıllarında yüzük kullanmamıştı. Ancak kendisine, kralların mühürsüz mektupları okumadığı söylenince gümüş bir yüzük yaptırıp üzerine mühür olarak Muhammed’ün-Rasülûllah cümlesini kazdırmıştır.[6]
• Rasülûllah (sav), Cuma hutbelerini, 7-8 yıl boyunca bir hurma kütüğüne dayanarak irad eyledi. Buhari’nin Cabir (ra)’den rivayetine göre, Ensar’dan bir kadın gelerek marangoz bir oğlu olduğunu ve hutbeler için güzel bir minber yaptırabileceğini söylemişti. Rasülûllah (sav) bunu kabul etmiş olmalı ki karşı koymamış ve artık hutbeleri o minberden vermiştir.
• Müslümanlar Mekke ortamında okuma-yazma ile gerektiği gibi ilgilenememişlerdi. Allah Rasulü (sav) Medine’ye hicretten hemen sonra ashabını sürekli ilme ve eğitime teşvik etmişti.
• Sahabe devri boyunca, satın alma ya da kiralama usulü ile, Mina topraklarında bina yapmak serbest iken Ömer b. Abdülaziz (ra), sayıları gittikçe artan hacıların daha rahat hareket etmelerini sağlayabilmek için mina çevresinde bina yapmayı yasaklamıştı..
• Sahabe özellikle itikad konularında, Kur’an ve sünnete mutlak bir teslimiyet ile her türlü tartışmadan şiddetle kaçınırdı. Hatta bir kimse kafasındaki şüpheleri gidermek için bu mevzuda uzun münazaralar yapacak olsa hemen onu azarlayıp bid’atçılıkla itham ederlerdi. Ama ne zaman ki tabiin asrı başladı, bir yandan ilim meclisleri çoğalırken öteyandan sahabe sayısı azaldı, fetihlerin genişlemesiyle fırklı dinlerin mensupları (hristiyan, yahudi, zerdüşt, mani) İslâm’a girdiler ve zihinlerindeki pek çok şüphe ve batıl inancı da beraberlerinde getirdiler, artık bu tür münakaşa ve münazaralar kaçınılmaz hale geldi. Çünkü onların itikadi ve fikri problemlerini çözmek ve bunun için de ilmi mantıki izahlar yapmak gerekiyordu. Aslında sahabenin ileri gelenlerinden bazıları, mesela Hz. Ali (ra), Abdullah b. Abbas (ra), kaza-kader, cebr-i ihtiyar gibi bazı mevzularda, şüphelerini gündeme getiren müslümanları sapıklıktan korumak için bazı mantiki izahlar ve münazalar yapmışlardı. Ama içlerinde Hasan-ı Basri, Ömer b. Abdülaziz, Ata b. Rebah, Süleyman b. Yesar, Tavus b. Keysan gibi ilim otoritelerinin de bulunduğu tabiin nesli ulemasının girdiği kıyasıya mücadeleler ve şiddetli tartışmalar bunun çok ötesindeydi. Mesela Beyhaki’nin “Kitabu’1-Esmâ ve Sıfat” adlı eseri incelendiğinde, bu türden sahabenin şiddetle kaçındığı pek çok meseleler ve münakaşalar görülebilir…
Bütün bu sayılanlar selef-i salihinin örnek hayatında meydana gelmiş olan ve normal karşılanması gereken değişim ve yenilenmeye dair bazı örneklerdir. Dikkat edilirse, bu tür örnekler birinci hicri asrın sonlarına doğru yani altın neslin ilk görülmeye başlanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, selefiliği, bütün bu örnekleri gözardı ederek, kurukuruya bir taklid olarak tanımlamak, kendisini selef pratiğine uydurmak isteyenler için son derece anlamsız ve değersiz olacaktır.
İkinci cevap: Selefilik, nasların tefsiri, hüküm istinbatı ve ictihad için gerekli olan kaideleri belirleyebilmek için onların ortaya koyduğu usûlleri öğrenip, uygulamaktır. . .
Tahlil: Tabi ki böylesine bir selef bağlılığı, kitap ve sünneti en doğru şekilde anlamak ve değişmezlik özelliğine sahip şer’i hükümlerle, zaman ve mekana göre değişebilenleri titizlikle ayırabilmek gibi güzel bir neticeye götürecektir. Ancak önemli olan böyle bir selef bağlılığı ile seleflik adı altında ekolleşme arasında ne derece bir irtibat olduğunu tesbit etmektir.
Bütün ilim adamları ve araştırmacılar tarafından kabul edilmiştir ki, bahsedilen bu usûl ve metodlara bağlılık herhangi bir dönemde belli bir müslüman grubun mümeyyiz vasfı olmamıştır. Zaten selef asrının (h. 2. asır) ortalarına kadar bu tür usûl ve metodlar tedvin edilmiş değildi. O zamanlar nasları iyi anlamak ve kavrayış sahibi olmak, yaratılış ve dil yapısı itibariyle Arap mantığına sahip olmaya bağlı idi. İşte her ne kadar selefiyye ekolü fikri ve ruhi temellerini bu dönemde buluyor idiyse de tabiin asrında ortaya çıkan rey ve hadis ekolleri de bütün farklılıklarına rağmen selef asrının özünü temsil etmektedirler. Tabiin dönemi, rey ve hadis ekolleri arasındaki pek çok fikri ve içtihadı münakaşalara sahne olmuştu.
Neticede, başlarında İmam Şafii’nin bulunduğu, devrin uleması, arap lügatini olgunlaştırmak ve anlayıp en güzel şekilde kullanma prensiplerini ortaya koymak suretiyle ve aynı zamanda dildeki safiyet ve tabiliklerini kaybetmemiş olan cahiliye arapları ile ilk dönem müslümanlarına da müracaat ederek, nasların tefsiri ve ictihadda kullanılacak olan prensipleri tesbit etmişlerdi. Bu tesbit, bütün müslümanların aynı ölçüde faydalanabileceği daha doğrusu faydalanması gereken bir kıstas ortaya çıkarmıştı. Bu kıstas, nasların otoritesine boyun eğen ictihad anlayışı ile onları kendi istek ve arzularına göre yorumlamak isteyen şahsi görüşleri birbirinden ayıracaktır. Bu genel-geçer kıstas, o gün bugündür bütün müslümanların anlama ve kavrama kabiliyetlerini şekillendirmiştir. Bu hususta kimsenin imtiyaz hakkı yoktur. Şeri ilimlerde araştırma yapan herhangi bir müslüman, bu kaideleri dikkate almayacak olursa dini hafife almış kabul edilir. Belki de bu yaptığı, bir sapma alameti olarak gösterilir.
Demek oluyor ki bu usûl ve kaidelere bağlı kalan bir kimse, Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılma talimatına hakkıyla uymuş ve Allah Resulü (sav)’nün “benim ve ashabımın yolu” diye tabir ederek iştirak edilmesini emir buyurduğu cemaatin bir ferdi olmuş oluyor.
Selef döneminde veya daha sonra yaşamış olması hatta selefilerce kabul edilip edilmemesi sonucu etkileniyor.
Usullere bağlılık ne kazandırır?
Selef metodunda içtihadı ilgilendiren meselelerin özel bir yeri vardır. Ulema herkes tarafından çözülemeyen bu tür konularda farklı görüşler ileri sürmüş ve çoğu kez ittifaka varmak mümkün olmamıştır. İşte böyle hassas bir noktada bu usullere riayet etmek, bütün farklı görüş sahiplerini Ehl-i Sünnet vel cemaat sınırları içinde tutan bir güvence dolayısıyla bir müsamaha ortamı oluşturmaktadır. Bir kimsenin kendi görüşünü doğru kabul etmesi en tabi hakkıdır. Ama doğru olmayan, farklı anlayış sahiplerini yanlış yolda olmak (sapıklık)’la itham etmesidir. Zira faklı yorumlara açık olan ve böylece ittifaka ulaşmayı engelleyen bu tür kapalı meselelerde tabii olarak farklı ictihadlar ortaya çıkacaktır. Herhalde kendi fikrini doğru kabul etme hakkını başkalarından esirgemek bencillik ve fikri bir zulüm olur. Şu kadarı var ki bir müctehid diğer müctehidin hatalı gördüğü noktalarını gösterebilir. Ama hatalı bile olsa bir müctehidin gerekli samimiyet ve şartları yerine getirdiği sürece en az bir mükafat alacağını ve onun böylesine hayırlı bir işle uğraştığını aklından çıkarmamalıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Altbaşlıklar bölümü mütercime aittir
[2] Tecrid-i Sarih tere. ve şerhi c.8, s.66. “Yani bu üç asır halkından sonra gelecek olan bazı insanlar,dini ve ahlaki kaidelere bağlı kalmayıp bu meselelere önem vermeyecek.”
[3] Bu mevzuda bkz.: Fethu’1-Barî Şerh-i Sahih-il Buharı 4/7.
[4] Buharî Kitabu’l-Fiten 6. bab.
[5] Tirmizi’deki bu lafız her ne kadar zayıf kabul ediliyorsa da diğer üç kitapta sahih rivayetle gelen farklı lafızlar vardır.
[6] Tecrid-i Sarih tere. ve şerhi c. 12, shf. 58
( Misak Mecmuası, sayı:20. Sh:26-31)
Konular
- İMAM EL- BUHÂRÎ VE ZAYIF HADİS
- İMAM EBÛ HANÎFE VE HADİS İLMİNDEKİ MEVKİİ
- İSLÂM VE KÖLELİK
- İÇTİHAT FARKLILIKLARI VE MEZHEPLER
- SÜNNET Mİ, GELENEK Mİ?
- SÜNNET'İN OTORİTESİ
- "FIKHUS SÜNNE" ÜZERİNE
- Modern İslam Düşüncesinin Fikrî Ve Toplumsal Tahribatı
- TARİHTE TESETTÜR DÜŞMANLIĞI
- Prof.Dr.Hüsameddin Farfûr :Modernistler İslami İlimlere Yabancı
- DİN ADINA KONUŞMAK
- İÇİMİZE AYRILIK ATEŞİ DÜŞMESİN
- SAHABE KUŞAĞININ DİNDEKİ YERİ
- KIYAMET ALAMETLERİ:MESİH,MEHDİ
- DİN KİMİN EMRİNDE?
- EHL-İ SÜNNET İNANCI VE TARİHSELLİK
- ÇAĞDAŞLIK VE HAKİKAT
- MAHREMİYET VE TESETTÜR
- AYDIN İLAHİYATÇI'NIN KUR'AN ANLAYIŞI
- YARIM HOCA DİNDEN EDER
- KUR'ÂN İSLÂMI ( ! ) ÜZERİNE
- EMPERYALİZM’İN KEŞİF KOLU: ORYANTALİZM
- Ebubekir Sifil İle Mezhepler Ve Mezhepsizlik Fitnesi
- İSLAM ALİMLERİNİN PAPAYA CEVABI
- SAHTE PEYGAMBER 'AHMED KADİYANİ'
- 'SAPKINLIĞIN KAYNAĞI SÜNNETİ İHMALDİR'
- SÜNNET'SİZ DİN DÜŞÜNÜLEBİLİR Mİ?
- EHL-İ SÜNNET ÜZERİNE
- İslam'ı Anlamada Ve Yaşamada Doğrular Yanlışlar Bid'atler
- Prof. Dr. Lütfullah Cebeci İle Mülakat Kur'an Ve Sünnet İlişkisi