SAHABE MÜDAFAASI

Bir pazartesi gecesiydi. Fatih’in çevresinde Haliç’e bakan bir evde dört köşesi kitaplarla dolu bir odada “Usul-u Fıkh” okuyorduk. Aslında başka dersler de vardı okuduklarımız arasında. Fakat bahse konu olan zamanda, rahlelerin üzerinde sadece “Usul” kitapları bulunuyordu. Dersin son anlarına doğru içeriye uzun boylu, kırk yaşlarında birisi girdi. Selamlaştık. Boş bir yere oturup dersi dinlemeye başladı. “Fatiha” dedikten sonra, nereli olduğunu sordum. “Azeriyim fakat İran’da ikamet etmekteyim” dedi. Ne işle iştigal ettiğini sorunca; tahsil için bulunduğu bütün mektepleri uzun uzun tâdat etti. Bunlar arasında teşehhüt miktarı bulundukları da vardı. Anlaşılan ya da anlatılmak istenen karşımızdakinin sıkı bir molla olduğuydu. Elân bir üniversitede ders okutmaktaydı.

Molla’nın ifadeleri heyecanlı olduğunu ihsas ettirmekte idi. Münazara yapmaya geldiği her halinden belliydi. Harici hadiselere dair birkaç kelam henüz etmiştik ki meramını yani gelişinin nedenini izhar etti; “Ben dedi, sizinle asırların davasını yani Ehl-i Sünnet’le Şia arasında ihtilafa sebep olan “İmamet meselesini, Hz. Ali’ye (r.a.) karşı(!) olan sahabenin durumunu konuşmaya geldim.”

Karşımızda, okuduğu mantık ilminin kudretine sığınan bir Şii Molla vardı. Kendince haklı olduğunu ve bütün Müslümanların da onun gibi inanması gerektiğini iddia ediyordu. Çeşitli mekanlarda tartıştığı Sünnilerin suallerini yanıtlayamadığını, suküt ederek bir anlamda haklılığını kabul ettiklerini söylüyordu.

Hâdiselere bu zaviyeden bakan ve anlamamada ısrar eden mağrur Şii Molla’ya, İslam’ın hakikatini bildirmek haktan öte bir vazife olmuştu. Fakat münazaranın ilmi usuller çerçevesinde cereyan edebilmesi için bir takım esaslar tayin etmek gerekliydi. Teklifimiz üzerine delillerin Kur’an ve Sünnet’ten getirilmesini, sahabenin rivayet ettiği, senedinde problem olmayan hadislere muhalefet edilmemesini kerhen de olsa kabul etti.

İMAMET

Şii: Müslümanların din ve dünya işleri ile alakalı devlet başkanlığı sistemi olan “İmamet”in ne olduğunu tesbit, atanacak kişiyi tayin, şer’i hususların işleyişi, değişim ve ziyadelikten korunması, Allah Teala’ya vaciptir. Cenab-ı Hakk adına vücübiyet kesp eden böylesine mühim bir konuda nass bulunmaması, imametin kime ait olduğunun tayin edilmemesi muhaldir. Sahabenin önemli bir bölümü bu husustaki nassları redderek irtidat etmiştir.

Sünni: Her hangi bir hususun Cenab-ı Hakk’a vacip olduğunu iddia etmek aynı zamanda O’nun aciz olduğunu da kabul etmek anlamına gelir. Eğer bahsettiğiniz husus vacipse muhakkak ki onu vacip kılan bir güç vardır. Bu durumda Cenab-ı Hakk’ın üzerinde bir otorite kabul etmiş oluyorsunuz ki bu insanı küfre götürür.

O (c.c.) her şeyin hak ve yetkisini sınırlandırır fakat kendisi sınırlandırılamaz. Bu yüzden “imamet”in ne olduğunu tespit ve kime ait olduğunu tayin, ancak müslümanlara vaciptir. Devlet başkanını tayin etmenin Allah Teala’ya değil, ümmete vacip olduğunu gösteren deliller bağlamında şunlar söylenebilir:

Allah Rasülü’nün (s.a.v.) ahirete irtihalini takip eden süreç içerisinde ümmetin yaptığı ilk iş devletin başına kimin geçeceğini belirlemek olmuştur. Sahabe halife tayinini en mühim vazife kabul etmiştir. Nitekim Hz. Ebu Bekir (r.a.) henüz Efendimiz (s.a.v.) defnedilmeden şu meyanda meşhur bir hutbe irat etmiştir: “Ey insanlar! Kim Muhammed’e (s.a.v.) ibadet ediyorsa bilsin ki O vefat etmiştir. Kim de Muhammed’in (s.a.v.) Rabbine ibadet ediyorsa bilsin ki O (c.c.) Hayy’dır ve asla ölmeyecektir. Bu dinin işlerini yürütecek bir emirin olması gerekir. Düşünün, görüşlerinizi getirin.”[1] Hz Ebu Bekir’i dinleyenler doğru söylüyorsun dediler; Görüşlerini onayladılar ve bu hususta ittifak ettiler.

O an, Allah Rasülü’nün (s.a.v.) tekfin ve techizi en mühim meseleydi. Fakat sahabe bunları bırakıp “imamet” meselesini halledebilmek için “Ben-u Saide” çardağında toplandı.[2] Bu, sahabenin ehem mühim karşılaştırması yaptığına ve sorumlulukları itibariyle “imamet”i ehem gördüğüne tanıklık eder.

Allah Teala cezaların ikamesini, İslam coğrafyasının müdafaasını, orduların ihzarını, devletin bir nizam dahilinde işlemesini emretmektedir. Bütün bunlar devlet başkanın mevcudiyetine bağlıdır. Söz konusu hususlar vacipse onların tahakkuku için gerekli olan devlet başkanın tayini de vacip olur.

Cemiyet için mukadder olan zararların def’i, faydaların temini devlet başkanının varlığıyla mümkündür. Güçleri yettiği ölçüde zararı def etmek müslümanlara vacip olduğuna göre imamete kimin geleceğini tayin de vacip olur. Aksi halde cemiyette anarşi zuhur eder. İnsanlar eşkıyaya karşı can ve mallarını korumaktan, din ve dünya işlerine vakit ayıramazlar. Bu durum, dinin terk edilmesine Müslümanların yok olmasına yol açar.[3] Bu hususta icma vardır. Yani Sünnet ve Cemaat alimleri de ‘halifenin tayini vaciptir’ diyorlar. Fakat bunu, sizin gibi Allah Teala’ya değil ümmete tahsis ediyorlar.

İmametin aidiyetiyle alakalı nassa gelince; “Ben-u Saide” çardağında mesele konuşulurken sahabeden tek bir kişi çıkıp da imamet şu ayetin açık delaletiyle falanca sahabiye aittir dememiştir. Bilakis kibar-ı sahabe birbirine biat etmeyi teklif etmiştir; Hz Abbas Ali’ye “Uzat elini sana biat edeyim. İnsanlar Peygamberin amcası yeğenine biat etti derler.” demiştir. Hz Ömer, Ebu Ubeyde’ye aynı teklifi yöneltmiştir. Hz Ebu Bekir ise ne yapmaları gerektiğini soranlara; “Ömer ya da Ebu Ubeyde’ye biat edilmesini” telkin etmiştir. Bütün bunlar, söylediğiniz meyanda bir nassın olmadığını göstermektedir. Hem sonra Şia’ya ait kitaplar Hz Ebu Bekir’i anlatırlarken O’nun korkak bir adam olduğundan bahsederler. Bu iftiranın bir an doğru olduğunu kabul edelim. Bu durumda Halilfe’ye “eğer yanlış yaparsan seni kılıçlarımızla düzeltiriz.” diyen sahabenin “imamet” ile alakalı bir nassın mevcudiyetine rağmen Hz Ebu Bekir’in (r.a.) konuşmasına ya da seçilmesine sessiz kalmaları mümkün müdür?! Ya da O böyle bir şeye cesaret edebilir mi idi?! Allah Teala’nın “sahabi” olma şerefine erdirdiği o mübarek ve mübeccel kuşağın, Efendimiz’in (s.a.v.) ahirete irtihalinden birkaç saat sonra imametle alakalı nassları reddederek toptan irtidat etmesi nasıl söylenebilir?! İmam Razi’nin de naklettiği gibi “Gulat-ı Şia”nın “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) irtihalinden geriye sadece on kadar sahabi kaldı.” iddiası kayıtlara, insanlık tarihinin en büyük iftiralarından biri olarak geçmiştir.[4]

Şia’nın Hz. Ali İçin Kullandığı Delil Ebu Bekir’e İşaret Etmektedir

Şii: Ben-u Saide çardağında ve diğer yerlerde Hz. Ali’nin hilafetine işaret eden deliller serdedilmiştir. Fakat, malum sahabiler onlara itibar etmemiştir. Bu husustaki deliller bağlamında şunları söyleyebilirim: “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Rasülü’dür (s.a.v.), iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekatı verirler.”[5] Bu ayet, rukû halinde iken yanına gelen dilenciye yüzüğünü veren Hz. Ali (r.a.) hakkında inmiştir. Ayette ki “veliyy” kelimesi, işleri idare eden (mutasarrıf) anlamındadır. Buna göre mana şu şekildedir; “Ey müminler! işlerinizin idarecisi Allah, Rasülü (s.a.v.) ve namaz kılmak-zekat vermek gibi sıfatlarla anılan falanca müminlerdir.” Ayet, Hz. Ali hakkında indiğine göre “veliyy” kelimesinin muhatabı da odur. Ayrıca “velayet”in yardım anlamı içeren versiyonu da her hususa şamildir. Mana nasıl verilirse verilsin her halukarda Hz. Ali ümmetin bütün işlerinin velisidir. Bu da devlet başkanı O’nun olması gerektiğine işaret eder.

Sünni: Ayette zikredilen “veliyy” kelimesinin her iki anlamının; -“yardım eden” ve “mutasarrıf”ın- birlikte kullanılması caiz değildir. Hâdise “usul-u fıkh”ın ilgi alanına girer ki, o da “müşterek lafzı” iki anlamıyla birlikte kullanmaktır.

“Veliyy” kelimesini sizin yaptığınız gibi “mutasarrıf” anlamında değil, “yardım eden/dost” anlamında kullanmak gerekir. Çünkü ayetin öncesi ve sonrası sizin mana edişinize uygun değildir. Nitekim ayetin başında Cenab-ı Hakk; “Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin (veliyy/evliya)”.[6] buyurmaktadır. Burada ki “veliyy/evliya”dan gaye, “Yahudi ve Hrıstiyanları mallarınızda ve vicdanlarınızda mutasarrıf değil hayatınızda dostlar/yardımcılar edinmeyin” demektir. Allah Teala “Ehl-i Kitap”la dostluğu en üst perdeden yasakladığını göstermek için de, yasaklanan “velayet”in (dostluğun) müslümanlarca hangi koordinatlar çerçevesinde anlaşılması gerektiğini bildirmektedir: “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Rasülü’dür (s.a.v.), iman edenlerdir.” Yani Hz. Ali’nin imametini isbat için getirdiğiniz ayetteki “velayet” dostluk anlamındadır. Söz konusu[7] ayetin devamı da te’vilinizin aleyhine delildir: “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kafirleri dost edinmeyin.” Görüldüğü gibi Allah Teala’nın yasakladığı “velayet”ten maksat, “dostluk”tur. Kimlerle dost olamayacakları bildirilen müslümanlara söz konusu ayetle kimlerle dost oldukları belirtilmektedir. Dolayısıyla Maide 55’teki ayette geçen “veliyy”den murad; yardımcıdır.[8]

Ayrıca ayetin iniş sebebiyle alakalı farklı sahabilerin adları da zikredilmektedir. Hz. Ebu Bekir’e (r.a.) işaret ettiğine dair sahih rivayetler vardır. Muhal farz, “veliyy” ile alakalı te’viliniz doğru olsa dahi bu Hz. Ali’nin (r.a.) değil, Hz. Ebu Bekir’in hilafetini teyit eder.

En Doğrunun En Yanlış Te’vili

Şii: Şûra süresinin yirmi üçüncü ayeti ( De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. ) Hz. Ali’yi sevmenin gerekliğinden bahsetmektedir. Fakat Hz. Ebu Bekir ya da Hz. Ömer için benzer muhtevada bir ayetin varlığından söz edemezsiniz.

Sünni: Hz. Ali’nin hilafetine delil olarak gösterdiğiniz ayetle alakalı üç farklı tefsir yapılmıştır. Bunların en zayıfı ise “Ehl-i Beyt”le alakalı olanıdır. Kaldı ki o da Hz Ali’yi değil bütünüyle “Ehl-i Beyt”i sevmeyi talep etmektedir.

Ayetle alakalı üç farklı tefsirden birincisine göre mana: “Hiç olmazsa sizinle akrabalığımdan dolayı (Ey Kureyş) haklarıma saygı göstermenizi isterim.” şeklindedir.

İbn-i Abbas bir soru üzerine, Said b. Cübeyr’in söz konusu ayette geçen “ille’l-meveddete fi’l-kurba” ibaresinden muradın “Âli Muhammed” akrabalığıdır demesini aceleyle söylenen bir ifade kabul ettiğini bildirmiş ve tashihi mahiyetinde şunları söylemiştir: “Kureyş’ten hiçbir soy yoktur ki Allah Rasülü’ne (s.a.v.) akrabalığı olmasın.”[9] Buna göre mana: “Nübüvvetle alakalı hukukumu tanımıyorsunuz, bari aramızdaki akrabalık hukukuna saygı gösterin,” şeklinde olur.

İkinci mana: “Benimle akrabalığı olanları sevmenizi isterim.” Said b. Cübeyr’in verdiği anlam bu çerçevededir.

Sizce malum olan hususi bir çevrede bu ayeti Hz Ali ve Fatıma nesline ait kılmak istemiştir.

Üçüncü mana: “Yakınlıkta sevgi, güzel amellerle Allah Teala’ya yakınlık noktasındaki sevgidir” ki buna göre ayetteki “kurba”dan maksat nesep, soy yakınlığı değil “kurbet” yani Cenab-ı Hakk’a yakınlıktır. Bu mana hem genel geçer hem de ayetin siyak sibakına daha uygundur.

Ayette Hz. Ali ile alakalı hususi bir ifade olmamasını nasıl göz ardı eder ve hatanızdan hareketle “Şeyhayn”de eksiklik ararsınız?

İstidlal ettiğiniz bu ayet görüyorsunuz ki Hz. Ali’den bahsetmiyor. Bu durum O’nun adına bir eksikliktir mi diyeceğiz? Hayır. Hz. Ali’den bahsetmemesi nasıl O’nun adına bir eksiklik değilse Ebu Bekir ve Ömer’den söz etmemesi de aynı şekilde Onlar namına bir noksanlık değildir.

Kur’an-ı Hakim Ebu Bekir’den bahsederken O’na (r.a.); “İkinin ikincisi”[10] diyor. Kur’ani sıralamada Allah Rasülü’nden (s.a.v.) sonra hemen O geliyor. Hz. Ömer’le alakalı ise Allah Rasülü (s.a.v.); “Eğer benden sonra Peygamber olsaydı muhakkak Ömer b. Hattab olurdu.”[11] buyuruyor. İlki Kur’an’ın ifadesi ikincisi ise sahih bir hadis. Bunlara karşı sizin söyledikleriniz ise, hususi mahfillerde Şia tarafından uydurulan tevillerden ibarettir. Nelerle neyi kıyas ediyorsunuz.

ĞADİR HUM

Şii: Ayetin Ali’nin hilafetine delaletine itiraz ediyorsunuz. Peki delaleti açık olan hadis-i şeriflere ne diyeceksiniz? Mesela “Ğadîr hum” hâdisesi… Allah Rasülü (s.a.v.) “Veda Hacc”ından dönerken Mekke ile Medine arasında Cuhfe’de yer alan bölgede deve semerlerinin bir araya getirilmesini emreder, üzerlerine çıkar ve ashabına şöyle buyurur:

-“Ben sizlere canlarınızdan daha yakın değil miyim?

- Öylesin ya Rasülellah (s.a.v.).

- Ben kimin “Mevla”sı isem Ali de onun “Mevla”sıdır.

Allahım! Ali’ye dost olana sahip çık, düşmanlık edene düşman ol, O’na yardım edene yardım et, Ondan yardımını esirgeyeni hizlana uğrat!”[12]

Hadiste geçen “Mevla” kelimesinin çeşitli anlamları vardır. Bu bağlamda şunlar söylenebilir: Köle azat eden, azat edilen, komşu, amcaoğlu, yardımcı, yemin eden, idareye daha layık olan kişi… Fakat hadiste zikredilen “Mevla” kelimesinin “idareci” anlamının dışında bunların hiç biriyle en küçük bir münasebeti yoktur. Velayet, siyasi işlerde tasarruf, cemiyete idareci kimliğiyle müdahil olmak ve benzeri anlamlar, “imamet” makamına sahip olan kişinin vazifeleri arasındadır. Efendimiz (s.a.v.), bu hadis-i şerifle Ali’yi ümmete “Mevla” yani halife olarak bizzat atamıştır.

Sünni: Bu rivayetin başında ve sonunda Şia’nın eklemeleri vardır. Nitekim muhakkik muhaddisler hadisin sıhhatini tenkit etmektedirler. Üstelik “Buhari” ve “Müslim” hadisi hiç nakletmemektedir. Nakledenler de sizin Hz. Ali’nin imametine delil olarak kullandığınız ilk kısmı rivayet etmemektedir. Bu durumda son kısımda yer alan “Allahumme vâli men vâlâhu…” deki “vâli…”nin anlamının; “Ali’ye dost/yardımcı olana yardım et…” şeklinde olması işaret etmektedir ki hadisin başında yer alan “Mevla” kelimesi de “yardımcı/dost” anlamındadır. Nitekim “Kur’an-ı Hakim, “mevla” ile aynı kökten gelen “evliya”[13] kelimesini dostlar/yardımcılar anlamında kullanmaktadır.

Hadiste Hz. Ali’nin imametine işaret eden küçük de olsa bir işaret yok. Muhal farz, olsa bile Hz. Ebu Bekir’in halife olduğuna dair icma var. Üstelik bu icmanın içinde Hz. Ali de var. Haber-i ahad olmadan öteye geçmeyen, Buhari ve Müslim’in de rivayet etmediği, edenlerin de sizin eklemeleriniz olmaksızın naklettiği bir rivayetin icma karşısında değeri ne olabilir ki?

Bu hadisin doğru anlaşılabilmesi, söylenmesine sebep olan olayla birlikte değerlendirilmesine bağlıdır. Yani burada arka plan (sebeb-i vurud) bir zarurettir. Hadisin vüruduna sebep olan olay şöyle gelişmiştir: İmran b. Hasin? diyor ki, Allah Rasülü (s.a.v.) Hz. Ali’nin komutasında bizi cihada göndermişti. Hz. Ali esir alınan cariyelerden birini idaresi altına aldı. Onunla birlikte cihada çıkan dört kişi hâdiseyi Allah Rasülü’ne (s.a.v.) ilettiler. Efendimiz (s.a.v.) bundan çok üzüldü ve şöyle buyurdu: “Ali’den ne istiyorsunuz? Ali bendendir. Ben de Ondanım. Benden sonra O her müminin (mevlası) yardımcısıdır.”[14]

Hz. Ali ile alakalı olan bu hadis-i şerif O’na karşı yapılan haksızlığın izalesini talep etmekte ve müminleri O’nu sevmeye çağırmaktadır. Bu çağrı sadece Hz Ali ile sınırlı değildir. Aynı çağrı taraf-ı Risalet’ten sizin rivayetlerini reddettiğiniz Ebu Hureyre için de yapılmıştır. Bu nevi hadisler “mukteza-i hal”e göre serdedilmişlerdir. Tıpkı farklı zamanlardaki soruları Allah Rasülü’nün (s.a.v.) şartları dikkate alarak değişik tanzim etmesi gibi. Mesala “Hangi ibadet daha faziletlidir?” sualinin muhtelif zaman ve zeminlerde ki farklı cevapları bunun en bariz örneğidir. Sonra hadis mecmualarının yanı sıra Kur’an-ı Hakim’de müminlerin birbirlerini sevmelerinin gerekliliğiyle alakalı ayetlerle doludur. Yani sevilmesi talep edilen kişi sadece Hz Ali değil, topyekün ashaptır.

Hz. Ali’nin Hz. Harun’a Benzetilmesi

Şii: Allah Rasülü (s.a.v.), Hz. Ali’yi kastederek buyuruyor ki; “Benim yanımdaki konumun Musa’nın (a.s.) yanındaki Harun (a.s.) gibidir. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir.”[15] Kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğini bildirilen Efendimiz (s.a.v.) “Musa’nın (a.s.) yanındaki Harun (a.s.) gibi” ibaresiyle Hz. Ali’nin yetki alanının idari işlerle alakalı olduğunu ihsas ettirmektedir. Bu da O’nun halife olmasını gerektirir.

Sünni: Bu hadis Hz. Ali’nin değil Hz Ebu Bekir’in imametine delalet eder. Şöyle ki; Efendimiz (s.a.v.) Tebük seferine çıkarken ordunun başına Ebu Bekir’i imam olarak atamıştı. Medine’ye de Muhammed b. Mesleme’yi emir bırakmıştı. Hz Ali’yi ise kendisi Tebük’te kaldığı müddet içerisinde “Ehli Beyt”in işleriyle alakadar olması için görevlendirmişti. Fakat münafıklar Hz. Ali hakkında gayri ahlaki sözler sarfettiler. O da bunlara içerlendi, silahını aldı ve Medine’ye üç mil uzaklıktaki “Cürf”? denen yerde Allah Rasülü’ne (s.a.v.) yetişti. Efendimiz’e (s.a.v.) münafıkların sözlerinden rahatsız olduğunu ve harbe katılmak istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Benim yanımdaki konumun Musa’nın (a.s.) yanındaki Harun (a.s.) gibidir,” diyerek[16] Medine’de bıraktığı Hz. Ali’yi teselli etti.

Allah Rasülü’nün (s.a.v.) kendisini Hz. Musa’ya (a.s.) Ali’yi de Hz. Harun’a (a.s.) benzetmesi, Musa’nın (a.s.) Tur’a giderken yerine Harun’u (a.s.) vekil bırakması cihetiyledir. Fakat burada Ali’nin sorumluluk alanı Harun’a (a.s.) göre daha hususidir. Çünkü Harun (a.s.) bütün ümmetten mes’ül iken, Hz. Ali sadece “Ehl-i Beyt”in işleriyle alakadar olacaktır.

Eğer Medine’de bırakılmak halife olmaya işaret etseydi bu durumda Medine’ye emir olarak atanan Muhammed b. Mesleme’nin (a.s.) halife olması gerekirdi. Ya da ashaba namaz kıldırma vazifesini üstlenen Ebu Bekir’in… Ayrıca Allah Rasül’ü (s.a.v.) Medine dışına çıktıklarında genellikle yerine a’ma sahabi Abdullah b. Ümmi Mektum’u bırakırdı.[17] Buna göre başka birisi de halife Abdullah b. Ümmi Mektum olmalıydı diyebilir. Bütün bunlardan öte, Hz. Ali bu görevlendirmede pasif bir konumdadır. Kendisine ev işleriyle alakadar olması telkin edilmiştir.

Halifelerin İslam’dan Önceki Halleri

Şii: Hz. Ali, iman etmeden önce bir an dahi küfür üzere yaşamadı. Fakat aynı şeyi Ebu Bekir ya da Ömer için söyleyemezsiniz. Bu zaviyeden bakıldığında Hz Ali’nin bariz üstünlüğü vardır. Bu yüzden halifelik öncelikle O’nun hakkı olmalıdır.

Sünni: Sizin mantığınızla hareket edildiği takdirde Müslüman bir ailede doğan her çocuk ashaptan daha üstündür. Çünkü sahabenin çoğunluğu sonradan Müslüman oldu, Müslüman bir ailede doğup-ölenlerse hayatlarının başlangıcından sonuna kadar Müslüman olarak yaşadılar. Ne var ki Allah Rasülü’nün (s.a.v.) hadisi bu mantığın yanlış olduğunu bildirmektedir. O (s.a.v.) ashabını sair insanlarla mukayese sadedinde buyuruyor ki; “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki her hangi biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse onlardan birinin bir müdd, hatta yarım müdd sadakasına yetişemez.”[18] Çünkü Onlar, -yine Fahr-i Kainat Efendimiz’in (s.a.v.) ifadesiyle- bütün zamanların en hayırlı kuşağıdır.[19]

Ayrıca Hadis-i Şerifler tövbenin geçmişte yapılan bütün günahları kesip attığını bildirmektedir. Buna rağmen böyle konuşmanız bana acaba muhatabım Hz. Ebu Bekir ya da Hz. Ömer’in tövbelerini kabul etmeme gibi ilahi bir yetkiyle mi mücehhezdir kanaatinin oluşmasına sebep oldu.

Akrabalık Referans Olsa İdi Halife Hz. Abbas Olurdu

Şii: Hz. Ali, Allah Rasülü’nün (s.a.v.) amcasının oğlu, kızı Fatıma’nın eşi ve de ahiret kardeşidir. Bütün bunlar O’nun (r.a.) üstünlüğüne işaret etmektedir. Benzer meziyetleri başka hangi sahabi de görebilirsiniz?

Sünni: Eğer “karabet” cihetiyle Allah Rasülüne (s.a.v.) yakınlık “devlet başkanı” seçilmek için gerekli olsaydı halife, Hz. Ali değil, Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Abbas olmalıydı. Çünkü amca, kişiye amcaoğlundan daha yakındır. Fakat kimse Hz. Abbas adına böyle bir iddiada bulunmamıştır. Çünkü İslam’da üstünlükler neseplere göre değil ilim ve takvaya göre ayarlanmıştır. Ayrıca krallıkla yönetilen ülkelerde esas olan, bir sistemi İslam adına bağlayıcı kabul etmek “beşeri” olanı “ilahi” olandan daha üstün kabul etmek anlamına da gelir.

Hz. Ali bahsettiğiniz özelliklerle nasıl şerefyab olduysa benzer hususiyetler Şeyhayn içinde geçerlidir. Hz Ebu Bekir, dünya ve ahirette Allah Rasülü’nün (s.a.v.) eşi, Cebrail’in selamladığı ve hakkında tam on ayet getirdiği Hz Aişe’nin babasıdır. Hz. Ömer’in kızı Hafsa’da Efendimiz’in (s.a.v.) eşidir.

Şeyhayn’ın Hizmeti

Şii: Allah Rasülü’nden (s.a.v.) sonra İslam’a en büyük hizmeti Hz. Ali yapmıştır. Tebliğde de, muharebede de en önde O vardır. Kale kapıları O’nun elleriyle açılmıştır. “Saadet Asrı”nın hangi şubesine bakarsanız bakın görürsünüz ki, Ali (r.a.) olmak adeta her yerde en önde durmak demektir. Aynı şeyleri Şeyhayn için söylemek mümkün değildir.

Sünni: Muhakkak ki Hz. Ali büyük hizmetlere imza atmıştır. Fakat Hz. Ebu Bekir ile Ömer’in yaptığı hizmetler gerek keyfiyet ve gerekse de kemmiyet açısından çok daha ileri derecededir. Söylediklerimizi daha somut bir çerçevede izah etme gerekirse şunlar söylenebilir:

Ebu Bekr’in (r.a.) İslam’a olan pazarlıksız teslimiyeti o kadar içtendi ki Allah Rasülü (s.a.v.) hiç tereddüt etmeden O’nun malı üzerinde kendi malı gibi tasarrufta bulunurdu. Müslüman olduğu gün yanındaki kırk bin dirhemi infak etmişti. [20] Ezilen Müslüman köleler O’nun paralarıyla azat olmuştu. Sehl ve Süheyl’den satın alınan Mescid-i Nebevi’nin arsa parası O’nun altınlarıydı.

Allah Rasülü’nün (s.a.v.) ahirete irtihali ardından başlayan “irtidat” hareketleri O’nun mukavemetiyle etkisiz hale getirildi. Namazla zekatın arasını ayırıp “Biz zekat vermeyiz” diyenlerle o harp etti. Yemame’de Müseylemetü’l-Kezzab’ı yere seren Halid b. Velid (r.a.) O’nun komutanıydı. Dolayısıyla Müseyleme’yi öldüren Hz Vahşi de O’nun askeriydi.[21]

Yemame sonrası gündeme oturan “Kur’an nasıl korunacak” endişelerini izale eden Kur’an’ı Kerim’in cem edilişi Ebu Bekir’in (r.a.) emriyle (Hz. Ömer’in (r.a.) teklifi) oldu.[22]

Hz. Ömer (r.a.) zamanda İslam yeni iklimlere açıldı. Müslümanlar yeni ülkelerle tanıştı. Büyük fütuhat yapıldı. İslam devleti kurumsallaştı. Farklı kültürlerle bir arada olmanın doğal sonucu olarak ortaya çıkan sorunları yaptığı ictihatlarla aştı. İslam’ı hayata müdahil kıldı.

Hanefi, Maliki ve Şafii mezhebinin bir çok esası Hz. Ömer’in o ictihatlarına dayanmaktadır. Nitekim Hanefi mezhebinin isnadgahı Abdullah b. Mes’ud’un hocası Hz. Ömer idi.

Allah Rasülü’nün (s.a.v.) vaz’ ettiği ölçüler dahilinde oluşan meşhur dört mezhepte Şeyhayn’in etkisi barizdir. Bu yüzden fıkhın gelişmesinin hakiki sebeplerinden biri de onlardır. Yapılan bütün hasenata ortaktırlar. Ne var ki Şeyhayn’in yaptığı hizmetler cinsinden Hz. Ali pek bir şey yapamamıştır. Devr-i hilafetinde hiçbir küfür diyarı fethedilememiştir. Çünkü neredeyse bütün mesaisini iç karışıklıkları izale etmeye hasretmiştir.

Şii: Madem İslam dünyasında yapılan bütün hasenata ortaktırlar Muaviye’nin (r.a.) oğlu Yezid’in Kerbela’da Hz. Hüseyin’i (r.a.) şehit etmesine de ortak mıdırlar?.

Sünni: Nasıl ki Hz. Ali Efendimiz, O’na aidiyet iddiasında bulunan İmamiye, İsmailiyye ve Zeydiyye’nin sapıklıklarına ortak değildir. Tıpkı bunun gibi Şeyhayn’de Yezid’in fiillerinden mesul değildir.

EBU BEKİR’İN HİLAFETİ

Şii: Hz. Ali’nin imametine dair getirdiğim rivayetlerin tamamını indi te’viller olarak nitelediniz. En azından Şia’nın indi de kabul etseniz bu kadar delili var. Ehl-i Sünnet’in Hz Ebu Bekir’in hilafetine dair tek bir delili mevcut mudur?

“Beni Bulamazsan Ebu Bekir’e Sor”

Sünni: Hz. Ebu Bekir’in ilklerin imamı olduğuna dair Fahri Kainat Efendimiz’den (s.a.v.) mervi bir çok haber vardır. Onlardan bir kaçını tadat edersek şunları söyleyebiliriz; Allah Rasülü (s.a.v.) “Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer’e uyun” buyurmaktadır.[23] Efendimiz’in (s.a.v.) ümmetten Ebu Bekir adına talep ettiği iktida dini ve dünyevi bütün işleri kapsamaktadır. Bunun için de Ebu Bekir’in idare makamında olması gerekmektedir. Orası ise imamettir.

Devr-i Risalet’te Efendimiz’in (s.a.v.) yanına bir kadın gelir. Ayrılırken, Allah Rasülü (s.a.v.) tekrar gelmesini söyler. Kadın, sanki ölümü kastederek “Geldiğimde seni bulamazsam ne yapayım” Ya Rasülellah (s.a.v.) diye sorar. Efendimiz (s.a.v.) ; “Beni bulamazsan Ebu Bekir’e git,” diye karşılık verir. Allah Rasülü (s.a.v.) kendisinden sonra ümmetinin sorularının muhatabı Ebu Bekir’i gösterir.

Enes b. Malik naklediyor; Benu Mustalik kabilesi “Senden sonra zekatları kime vereceğiz?” diye sormak için beni Allah Rasülü’ne (s.a.v.) gönderdi. Geldim, sordum. Buyurdular ki; “Ebu Bekir”e versinler.[24]

Ebu Bekir’e Söyle Namazı Kıldırsın

Hz Aişe anlatıyor; Allah Rasülü (s.a.v.) son hastalıklarında bana “Baban ve kardeşin Abdurrahman’ı çağır da, Ebu Bekir adına bir belge yazayım, ardımdan kimse ihtilaf etmesin” buyurdu. Sonra “bırak çağırma” dedi. “Allah korusun! Müslümanlar Ebu Bekir hakkında ihtilaf ederler.”[25] Yine Aişe (r.ah.) rivayet ediyor; Allah Rasülü’nün (s.a.v.) hastalağı artınca “Ebu Bekir’e git söyle namazı kıldırsın.” buyurdu.

- “Ya Rasülallah (s.a.v.) O ince kalpli birisidir. Sizin yerinize geçince namaz kıldırmaya güç yettiremez.” dedim.

- “Git Ebu Bekir’e söyle namazı kıldırsın.” buyurdu.

Aynı gerekçeyi arz ederek namaz kıldırmaması gerektiğini tekrar ettim. Efendimiz (s.a.v.) de emri tekrar etti; “Git Ebu Bekir’e söyle namazı kıldırsın.”[26]

Nerede Ebu Bekir?

Bir defasında “Hz Ömer iftitah tekbirini aldı. Efendimiz (s.a.v.) , Ömer’in sesini işitince kızgın bir şekilde başını kaldırıp; ‘Nerede Ebu Kuhafe oğlu’[27] diyerek Ebu Bekir’i aradı. Namazı O’nun kıldırması gerektiğini ihsas ettirdi.

Allah Rasülü (s.a.v.) “Bir kavme, Kur’an’ı en iyi bilen imamlık eder.” buyuruyor. Ebu Bekir Ensar ve Muhacirinin yer aldığı cemaate imamlık yaptı. Hadis-i Şerifin işaret ettiği mana gereği, sahabe içerisinde Kur’an’ı en iyi bilen kişi O’dur. Bu yüzden hilafete en layık kişi de O olmalıdır.

Sıddıkların Şahadeti

Cenab-ı Hakk Mekke’den Hicrete zorlanan muhacirleri anlatırken “işte doğru olanlar bunlardır.”[28] buyuruyor. Ayette muhacirin sadakati anlatılırken “ulâike”den sonra “zamiri fasl” (hum) getirildi. Bu, manayı te’kit etmek içindir. Kur’an’ın şehadetiyle sadaketleri tescil edilen muhacirin Ebu Bekir’e; “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) halifesi” diye hitap etmesi, sahabenin içtenlikle Ebu Bekir’in hilafetini kabul ettiği anlamına gelir. Aksi bir anlayış “Kur’an’ın “sıddık” diye nitelediği muhacirin yalan konuşma ihtimalini gündeme getirir ki, bu Kur’an’a yöneltilen en büyük iftiralardan biri olur.

Tâdat ettiğimiz bütün bu hakikatler işaret ediyor ki; Ebu Bekir (r.a.) sahabenin en faziletlisi ve hilafete en layık olanıdır. Sahabe O’na biat ederek bu gerçeği teyit etmiştir.

Kur’an ile Yanlış İstidlal Dalaletten Başka Ne İfade Eder?

Şii: Hz. Ali’nin imametine dair delil olarak takdim ettiğim, sizinse hevai tevil diyerek reddettiğiniz malumat arasında ayetler de vardı. Fakat Ebu Bekir’in hilafetine delil olabilecek rivayetlerin neredeyse tamamını hadislerden getirdiniz. Bu da göstermektedir ki imamet mevzuunda Şia’nın delilleri Kur’ani olmaları hasebiyle Ehl-i Sünnetinkiler’den daha kuvvetlidir.

Sünni: Delil, yanlış kullanıldıktan sonra Kur’ani olsa dahi ne ifade eder?! Nitekim bütün sapık mezhepler de bir takım indi yorumlar yaparak Kur’an’a dayandıklarını iddia etmektedirler. Bu durumda onlar da İslami’dirler mi diyeceksiniz!? Hâdise karşısında ki tutumunuz Hakem olayında Hz. Ali’ye “Hüküm ancak Allah’ındır.” ayetiyle karşı çıkan Haricilerle ayniyet arz etmektedir. Bu durumda istidlallerinizin en camî cevabı Hz. Ali’nin Haricilere söylediği şu cümledir: “İfade doğru fakat ondan yanlış mana kast ediliyor.”[29]

Davanızı desteklemek için ayeti yanlış yerde kullanmanız, indi teviller yapmanız “mümin” kimliğinizi tartışılır hale getirir. Çünkü Allah Rasülu (s.a.v), Kur’an’ı kendi gaye, ideoloji, meşreb ya da menfaatleri doğrultusunda açıklayanların nasıl değerlendirildiklerini ifade buyururken şunları söylemektedir: ‘Kim kendi görüşü ile Kur’an’ı tefsir ederse cehennemdeki yerini hazırlasın.’[30]

Ayrıca Kur’an’ı Kerim’de Hz. Ebu Bekir’in hilafetine “işaret” eden bir çok ayet vardır. Üstelik bunların tesbiti bana değil Kur’an’ın inişine, Hz. Cebrail’in gelişine şahitlik eden ashaba aittir. Bütün bu hakikatler Ebu Bekir’e işaret eden ayetlerin delalet gücünü de artırmaktadır.

Ayetler de Ebu Bekir’i İşaret Eder

Şii: Madem ayetle istidlal edebiliyordunuz da niçin öncelikle hadisleri naklettiniz?

Sunni: Hadis-i Şeriflerin bir kısmı tevatür derecesindedir.[31] Nitekim onların Allah Rasülüne (s.a.v.) aidiyetlerine siz de itiraz edemediniz. Hilafete delaletleri ayetlerden daha aşikar olduğundan öncelikle onları tâdat ettim.

Şii: Ya ayetler. Hangileriyle neye göre istidlal ediyorsunuz?

Sünni: Hasan Basri diyor ki; “Vallahi; ‘Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki): Allah, sevdiği ve kendisini seven… bir toplum getirir.’[32] Ayetinde zikri geçen mürted kavmin yerine geldiği bahsedilen cemaat Ebu Bekir ve dostlarıdır. Çünkü bu ayet Allah Rasülü’nün (s.a.v.) irtihalinden hemen sonra başlayan irtidat hareketleri ve onları etkisiz hale getiren Ebu Bekir ve mübarek ordusu hakkında inmiştir.’[33] Bu noktada büyük müfessir Katade de benzer şeyleri söylemektedir.[34]

“A’rabilerin geri bırakılmış olanlarına de ki; Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız veya Müslüman olurlar.”[35] Bu ayet Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetine delalet etmektedir. Çünkü Huneyn muharebesinden geri kalan A’rabileri, ayette kast edilen Müseyleme’nin kavmi Hanif oğulları ile savaşa ilk defa çağıran Ebu Bekir’dir. Yine bir başka tefsire göre “çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız,” ayetinden maksat İran ve Rumlardır. Ümmeti onlarla ilk defa muharebeye çağıran da Hz. Ömer’dir. Ordulara savaş emrini vermek bütün dünya devletlerinde devlet başkanına aittir. Bu durumda savaşa çağrı ameliyesini devlet adına üstlenen Ebu Bekir ve Ömer’in riyasetini Kur’an bizzat tasdik etmektedir.

Şii: Fakat Tabiin kuşağının Sünni müfessirlerinden İkrime ve Katade “savaşılmaya çağrılan kavmin “Hevazin” ve “Ğatafan” olduklarını bildirmektedir. Buna göre savaşa çağıran Ebu Bekir (r.a.) ya da Ömer (r.a.) değil, Allah Rasülü’dür (s.a.v.).

Sünni: Ümmeti savaşa çağıran kişinin Hz. Rasülullah (s.a.v.) olması mühaldir. Çünkü O buyurdu ki; “Artık bundan sonra benimle birlikte sefere çıkamayacak, düşmanla savaşmayacaksınız.” Hadisin delalet ettiği mana savaşa çağıranın Allah Rasülü (s.a.v.) olmasına manidir. Efendimiz’in (s.a.v.) irtihalini takiben ümmeti muharebeye çağıran ilk kişi Ebu Bekir sonra Ömer olduğuna göre bizim naklettiğimiz tefsir tercihe şayan olandır.[36]

Bu ayetin inişiyle Ebu Bekir’in savaş çağrısı arasında, İslam Devleti tarafından yapılmış hiçbir harp daveti yoktur. Bu hususta ulema hem fikirdir.[37] Hakikatin bu minval üzere olmasındandır ki Sünnet ve Cemaat alimleri; “Ebu Bekir’in hilafetinin Kur’ani şahidi bu ayettir” demişlerdir.

“Bu İkisinden Birine Biat Ediniz”

Şii: Madem naklettiğiniz ayet ve hadisler Ebu Bekir’in hilafetine işaret ediyor bu durumda niçin O, Ben-u Saide çardağında Hz Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde’yi göstererek “Bu ikisinden birine biat ediniz” demiştir. Ebu Bekir’in tavrı halife olacağına işaret eden her hangi bir delilin ademiyetini göstermez mi? Ya da kendi adına nass varken hilafeti başkalarına havale etmek haram değil mi?

Sünni: Hz. Ebu Bekir bu hareketiyle göreve talip olmadığını, bizzat matlup olduğunu sahabenin ileri gelenlerine de söyletmek istemiştir. Bir anlamda bu “malumu i’lam” kabilindendir. Nitekim Hz Ali “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) umur-u diniyyede imamımız olmasına razı olduğu Ebu Bekir’i niçin dünya işlerinde de imam yapmayalım.” diyerek Ebu Bekir’in niyetini ilk okuyan sahabi olmuştur.

FEDEK

Şii: Efendimiz (s.a.v.) ahirete irtihal ettiğinde Hayber’de yer alan “Fedek” adındaki köy şahsi mülkündeydi. Hz. Fatıma “Eğer (babadan geriye kalan) yalnız bir kadınsa (mirasın) yarısı onundur.”[38] ayetine istinaden Fedek’in yarısını talep etmişti.

Nasıl ki Allah Rasülü (s.a.v.) masumdur, Onun kızı da günah ve yalandan korunmuştur. Çünkü O (s.a.v.) buyurmuştu ki; “Fatıma (r.ah.) benden bir parçadır.” Küll masumsa O’nun (s.a.v.) parçası da masum olur. Fatıma masum olduğuna göre miras iddiasında Hz Rasülullah’a (s.a.v.) yalan ya da yanlış isnat etmesi mümkün değildir. Fakat Ebu Bekir, masumiyeti aşikar olan Fatıma’nın bu talebini reddetmiştir. Fedek arazisini ona vermemiştir. Halife tarafından sergilenen bu tavır, açık nasslara muhaliftir. Böyle birisinin hilafetini nasıl ve niçin savunuyorsunuz?

Sünni: Allah Rasülü’nün (s.a.v.) vefatından hemen önce atadığı Usame b. Zeyd’in komutanlığı Ebu Bekir’in devr-i hilafetinin ilk günlerinde tartışmaya açıldığında (Usame’nin değiştirilmesi talep edildiğinde); “Değil Usame’yi değiştirmek, Hazreti Rasüllah’ın (s.a.v.) attığı bir düğümü dahi zait görüp çözmem.”[39] diyen Ebu Bekir’in miras ayetine muhalefet ettiğini nasıl iddia edebilirsiniz?! Kur’an’a muhalefet etmekle itham ettiğiniz Ebu Bekir bu noktada öylesine hassastır ki; şu serzenişler O’na aittir: “Bilmediğim konularda Allah’ın kitabı hakkında tefsirde bulunursam hangi sema beni gölgesine kabul eder ve hangi arz beni üzerinde barındırır.”[40]

Hz. Ebu Bekir, Fedek arazisinin Hz. Fatıma’ya verilmesi meselesinde ayete muhalefet etmemiş bilakis bütün ayetleri açıklama vazifesi kendisine verilen Allah Rasülü’nün (s.a.v.) sünnetiyle miras ayetini tahsis etmiştir. Şöyleki; “Âmm” olan miras ayetini “Biz Peygamberler cemaati miras bırakmayız. Bize kimse varis olmaz. Terikemiz sadakadır.” hadis ile sınırlandırmıştır.

Şii: Muhassıs (tahsis eden) olarak ileri sürdüğünüz delil neticede bir hadistir. Karşıda ise vurud-u kat’iyyet ifade eden bir ayet vardır. Ayete mukabil hadis nasıl tercihe neden olabilir?

Sünni: Bu noktada haber-i vahid’in hükmünü, hangi durumlarda nasıl değerlendirilmesi gerektiğini konuşacak değilim. Buna gerek de yok. Çünkü Hz. Ebu Bekir Rasülullah’tan (s.a.v.) neyi, nasıl ve ne kadar işittiğine hakimdir. Merviyyatını karıştırdığına işaret eden hiçbir emare mevcut değildir.

Miras meselesinde karinelerle ihtimaller ortadan kalkmış, Hz. Ebu Bekir katında “haber-i vahid” mirasla ilgili genel hükümleri sınırlandıran kesin bir delile dönüşmüştür. Ayrıca peygamberlerin hakiki miraslarının ilim olması, Ebu Bekir’in uygulamasını desteklemektedir.

Veraset

Şii: Kur’an “Süleyman Davud’a (a.s.) varis oldu.”[41] diyor. Önceki peygamberlerin çocukları babalarına varis oluyor da Fatıma niçin babası Fahri Kainat Efendimiz’in (s.a.v.) malından hissesini alamıyor?

Sünni: İstidlal ettiğiniz ayette bahsi geçen veraset hakiki manada müsta’mel değildir. Çünkü Hz. Davud’un (a.s.) on dokuz tane evladı vardı. Süleymen (a.s.) onlar içinde nübüvvet ve idareye varis olmakla temayüz etmişti. Eğer ayette bahsi geçen miras hakiki manada kullanılmış olsa idi o takdirde Davud’un (a.s.) bütün çocukları verasette eşit olmalı idi. Fakat mana buna müsait değildir. Çünkü ayette zikr olunan miras, mecazi anlama masruftur. Tıpkı “alimler nebilerin varisleridir.” hadisinde olduğu gibi.[42]

Hz. Fatıma’nın masumiyeti meselesine gelince; İstidlal ettiniz hadis mecazi manadadır.[43] Buna göre hadis, karabet yoluyla oluşan kül-cüz ilişkisini ifade etmektir. Bu yüzden Allah Rasülü’nün (s.a.v.) masumiyetinin aynısını Hz. Fatıma’da aramak doğru değildir.

Fedek’teki Şahitler

Şii: Hz. Fatıma Fedek arazisini Hz. Ebu Bekir’den talep ederken Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve Ümmü Eymen (r.anhum) ona şehadet etmişti. Ebu Bekir onların şehadetini reddederek zulme irtikap etmiştir.

Sünni: İsimleri yan yana tâdat ederek söz bolluğuyla hakikati perdelemek ister bir tavrınız var. Söz konusu isimleri tek tek tahlil edersek ortaya şöyle bir netice çıkar: Hasan ve Hüseyin, Fatıma’nın (r.anhum) çocuklarıdır. Çocuğun anne-baba lehine şehadeti makbul değildir. Bütün bunlardan öte, o ikisi şehadet vaktinde küçük çocuktular. Nasıl şehadet etsinler?! Hz Ali ve Ümmü Eymen’e gelince onların şehadeti nisab için yeterli değildir. Çünkü bu nevi davaların şehadeti için ya iki erkek ya da bir erkek iki kadın gereklidir.[44]Ayrıca bazı müctehidler eşlerin birbirleri lehine yaptıkları şehadeti reddetmektedir.[45]

Hâdisenin Ebu Bekir’i destekleyen bir başka yönü de var ki oda şöyledir: Allah Rasülü (s.a.v.) şahsi mallarında nasıl tasarrufta bulunduysa Ebu Bekir uygulamaya aynen muvafık kalmıştır. Efendimiz’in (s.a.v.) Beni Nadr, Hayber ve Fedek’de hurmalıkları vardı. Beni Nadr’ın gelirini memurlarına, Fedek’tekini fakirlere, Hayber’dekini ise üçe ayırırdı: Üçte ikisini Müslümanlara birini de “Ehl-i Beyt”ine verirdi.[46] Hz. Ebu Bekir halife olunca Allah Rasülü’nün (s.a.v.) uygulamasını değiştirmedi. Bu yüzden “Fedek” arazisindeki tavrı sünnete tıpkısıyla iktidadır. Hz. Ömer, devlet başkanı olunca Ali ve Abbas’ı çağırdı. Onlara Hz. Ebu Bekir’in Fedek hususunda ictihadına delil kullandığı hadis-i şerifi Rasülullah’tan (s.a.v.) işitip-işitmediklerini sordu. İşittik dediler. Nitekim Hz Ali’de devr-i hilafetinde mezkür Fedek arazisini çocuklarına vermedi. Eğer Ebu Bekir’in hükmüne itirazı olsa idi mukakkak ki onu değiştirirdi.

Hadis-i Şerife rağmen Hz. Fatıma validemiz’in Fedek arazisini istemesi ise babası Hz. Rasülullah’ın (s.a.v.) malı ile bereketlenmek içindir. O da bir insandı ve beşeri hasletleriyle hadiseye yaklaşıyordu. Fakat Hz. Ali’nin devr-i hilafetinde ki tavrı netice itibariyle Ebu Bekir’in ictihadının doğrulunu teyit etmektedir.

HAC BAHSİ

Şii: Allah Rasülü (s.a.v.) ehemmiyet arz eden hiçbir meselede Ebu Bekir’e görev vermemiştir. Hac mevsiminde “Berae” süresini okuması için Onu Mekke’ye göndermişti ki Ali’yi ardından yollayıp Onu azletmiştir. Buyurdu ki; “Bunu ancak benden olan birisi tebliğ edebilir.” Bu da göstermektedir ki Ebu Bekir sureyi tebliğ etmeye ehil değildir. Hüccaca emir olamayan nasıl olur da bütün bir ümmete halife olabilir.

Sünni: Naklettiğiniz hadiseye tarihi malumat çerçevesinde bakıldığında onu doğrulamak mümkün değildir. Çünkü Allah Rasülü (s.a.v.) Hz. Ebu Ebu Bekir’i görevden azletmiyor bilakis Hz. Ali’yi onun emrine veriyor. “Berae” süresi Hac kafilesinin Medine’den ayrılmasını muteakip nazil olduğundan dolayı Ebu Bekir sureden haberdar olamıyor. Bu yüzden Efendimiz (s.a.v.) sureyi Hz. Ali’ye veriyor. İlan etme vazifesini Hz. Ali’ye vermesi ise şunun içindir; Bir anlaşma yapılırken ya da iptal edilirken bunu ya bizzat kişinin kendisi ya da amca oğullarından birisi yapmalıydı. Arapların adeti böyleydi. Hadiseye mevcut gelenek çerçevesinde bakıldığında görülecektir ki Ebu Bekir’in azledilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Hz. Ali’nin ilan vazifesini Ebu Bekir’in emri altında ifa etmesi Şia’nın lehine değil aleyhine bir delidir.

MESNEDSİZ BİR İDDİA

Şii: Peki Allah Rasülü’nün (s.a.v.) Ebu Bekir’i namaz kıldırmaktan azletmesine ne diyeceksiniz?

Sünni: Bu en hafif ifade ile yalandır, uydurmadır, Hz. Rasülullah’a (s.a.v.) iftiradır. Bu husustaki sahih rivayetler iddialarınızın meşrep taassubuyla söylendiğini teyit etmektedir. Hz. Ali’nin amcaoğlu Abdullah b. Abbas diyor ki; “Allah Rasülü (s.a.v.) iki kişinin arkasında namaz kılmıştır. Biri Ebu Bekir diğeri ise Abdurrahman b. Avf’tır.” Enes b. Malik rivayet ediyor: “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) vefat ettiği hastalığı esnasında Ebu Bekir ashaba imamlık etmekteydi. Pazartesi günü onlarla namaz safındaydı. Allah Rasülü (s.a.v.) hücre-i saadetin perdesini kaldırdı, ayakta bize bakıyordu. Sanki yüzü mushaf sahifesiydi. Sonra tebessüm etti. Onu o halde görünce biz neredeyse sevincimizden uçacaktık. Hadiseye tanıklık eden Ebu Bekir namaz kıldırmaktan kendini geri aldı. Zannetti ki Allah Rasülü (s.a.v.) namaza çıkacak. Efendimiz (s.a.v.), “namazınızı tamamlayın” diye işaret etti ve perdeyi indirdi. O gün de vefat etti.”[47] İşte Fahri Kainat Efendimiz’in (s.a.v.) dünyadaki son anları… Mübarek bakışlarıyla mihrabındaki halifesi Ebu Bekir’in (r.a.) imametini tasdik ediyor. Fazla söze ne hacet.

KIRTAS HADİSESİ

Şii: Allah Rasülü (s.a.v.) son hastalığında ağrısı şiddetlenince; “Yazı ile alakalı edevatı getirin, size öyle bir belge yaz(dır)ayım ki benden sonra sapıklığa düşmeyiniz.” buyurmuştu. Fakat Hz. Ömer; Hz. Rasülüllah’ın (s.a.v.) hastalığı arttı, yanımızda Allah’ın kitabı var o bize yeter.” diyerek buna engel oldu.[48]

Hz. Ömer bu tavrıyla Rasülullah’ın (s.a.v.) ilahi emri tebliğ etmesine karşı çıkmıştır. Gayesi ise Hz. Ali’nin halife olarak atanmasına mani olmaktır.

Sünni: Faraziyeler üzerine akide inşa ediyorsunuz. Söyledikleriniz ilmi esaslardan uzaktır. Nereden biliyorsunuz Efendimiz’in (s.a.v.) Hz. Ali’yi halife olarak atayacağını. Ahmed b. Hanbel Müsned’inde Allah Rasülü’nün (s.a.v.) “Yazı yazacak edevatı getiriniz.”[49] mealindeki emrinin Hz Ali’ye (r.a.) yönelik olduğunu bildirmektedir. Zaten müşarün ileyh’in hilafete getirilmesini muhtevi bir belgenin kendisi tarafından kaleme alınması inandırıcılığını zedeler. Çünkü kişinin kendi görev kağıdını telif etmesi töhmete yol açar. Hz. Ali ile alakalı durum bu noktada iken Allah Rasülü (s.a.v.) bizzat Aişe’ye Hz. Ebu Bekir’in hilafetine dair belge yazdırmak istediğini beyan etmiştir. Bu da göstermektedir ki; Efendimiz (s.a.v.) tarafından halife tayini söz konusu olacak idiyse bu listenin başında Ebu Bekir’in adı olacaktı. Çünkü Allah Rasülü (s.a.v.) hastalığının başında Onun adını telaffüz etmişti.[50]

Hz. Ömer’in malum tavrının arka planında müslümanların yapmaktan aciz kalacakları emirlerin kayda geçirilme korkusu vardı. Beyhagi’ye göre Hz. Ömer’in maksadı son hastalığında Allah Rasülü’nün (s.a.v.) rahat bırakılmasıydı. Eğer Efendimiz’in (s.a.v.) isteği, murat ettiği meselenin yazılmasından yana olsaydı, sahabenin ihtilafından dolayı bunu terk etmez, ısrarcı olurdu. Fakat öyle yapmadı. Bir anlamda hadise İlahi takdire havale edildi.

Sahabe Allah Rasulü’nün (s.a.v.) kesin bir şekilde görüş beyan etmediği hususlarda Onunla istişare eder bazen de farklı görüş izhar ederdi. Nitekim akli meseleler ve ictihadi hükümlerde ashabın Allah Rasülü (s.a.v.) ile fikir teatisinde bulunmasını Kur’an da desteklemiştir. Allah Teala; “(Umuma ait) işlerde onlara danış.”[51] buyurmaktadır. Buna göre ashabın ictihadi meseleleri reddetme ve değiştirme yetkisi vardır. Zira bir işin istişare ile tasavvur edilmesi değiştirmeye musait olduğunu gösterir. Bu çerçevede Allah Rasülü (s.a.v.) bir çok hususta ashabı ile istişare etmiştir. Bedir esirleriyle alakalı meselede istişare edilmiş, Hz. Ömer genel kanaate muhalif fikir beyan etmiştir. Çoğunluk fidye almaktan yana iken Hz. Ömer “katl”den yana tavır almıştır. Neticede ayet Hz. Ömer’in görüşüne muvafık olarak nazil olmuştur. Allah Rasülü (s.a.v.); “Eğer bu hadiseden dolayı azap inecek olsaydı Ömer ve Sa’d b. Muaz’dan başka kurtulan olmazdı” buyurmuştur.[52] Abdullah b. Übeyy’in cenaze namazının kılınıp-kılınmaması, Hudeybiye’de Kureyşlilerle yapılan sulh üzerine akdedilen konuşmalar, ashapla Efendimiz (s.a.v.) arasındaki fikir alış verişinin en canlı örneklerindendir.

Hz. Ömer’in “Efendimiz’in (s.a.v.) hastalığı arttı, yanımızda Allah’ın kitabı var, o bize yeter.” şeklindeki ifadesi istişarenin bir parçasıdır. Allah Rasülü (s.a.v.) kağıdı tekrar istemeyerek, Hz. Ömer’in ictihat ederek istişareye yaptığı katkıyı tasvip etmiştir. Sahabenin bu nevi bir bakışa sahip olmasında Allah Rasülü’nün (s.a.v.) teşvik ve onayı vardır. Sahabe dini ve dünyevi bütün meselelerini vahiyle çözmekteydi. Vahyin tamamlanmasını müteakip zuhur edecek problemleri fasl edebilmeleri için istişarede meleke kesbetmeleri gerekliydi. Efendimiz (s.a.v.) sahabeye istişare imkanı vererek bir anlamda onları kendinden sonraki hayata hazırlıyordu, kabiliyeti olanları yetiştiriyordu. Yapılan istişareler neticesinde Allah Rasülü (s.a.v.) bir görüşü benimsediyse bu tasvip yoluyla sünnete dönüşmüştür. Kırtas hadisesinde Hz. Ömer Allah Rasülü’nün (s.a.v.) rahat bırakılması gerektiğini, dinin kemal bulduğunu, yirmi üç yılda söylenmesi gereken her şeyin söylendiğini,[53] şimdi ise Hz. Peygamber’i Cenab-ı Hakk ile baş başa bırakmanın elzem olduğunu söylemekteydi. Onu, “bize Allah’ın kitabı yeter” dedirten düşüncenin arka planında işte bu hakikatler vardır. Ayrıca Allah Rasülü’nün (s.a.v.) “kağıt getirin” emri “vücup” değil “ibaha” ifade eder. Yani kağıt getirme işlemi huzurda bulunan ashabın ihtiyarına terk edilmiştir. Eğer emir “vucup” ifade etseydi hadiseden sonra dört gün daha yaşayan Hz. Peygamber (s.a.v.) talebini yinelerdi. Nitekim O (s.a.v.) kendisine karşı yapılan muhalefeti dikkate alarak hiçbir vazifeyi terk etmedi. Bu noktada aksi bir kanaate sahip olmak Allah Rasülü’nün (s.a.v.) tebliğ vazifesini ifa etmediği anlamına gelir ki bu da Kur’an’ın şu ayetini inkar olur: “Rasüle düşen (vazife) ancak tebliğdir.”[54]

Şii: Ortada bir talep bir de Hz. Ömer’in onu reddedişi var. Hâdise bu kadar basitken Ömer’den yana konuşmak için derin izahlara girişmek sadece kelam israfı olur.

Sünni: Hz. Ömer’in kağıdın getirilmesine engel olması red ya da inkar değildir. Beklemeden yana tavır almıştır. Gayesi ise Efendimiz’in (s.a.v.) meramını anlayabilmektir. Yani eğer Fahri Kainat Efendimiz (s.a.v.) kağıdı ısrarla isterse, emir vahiydir ve kağıt getirilmelidir. Aksi takdirde bu bir ictihattır bunun için de Allah Rasülü’nün (s.a.v.) başını ağrıtmak doğru olmaz. Çünkü ictihad Allah Rasülü’nün (s.a.v.) hayatında ve hatta huzurunda caiz olduğuna göre O’nun irtihalinden sonra da evleviyetle caiz olur.

Efendimiz’in (s.a.v.) kağıt talebinde ısrar etmemesi/vazgeçmesi göstermektedir ki; bu ictihadi bir meseledir.

Talebi anlamak için durup beklemek -şer’an- yadırganmamıştır. Zira Melekler bile Hz. Adem’in hilafeti söz konusu olunca anlama ve bilgi sahibi olma kabilinden Melik-i Allâm’a (c.c.) şöyle bir arzda bulunmuşlardır: “Bizler seni hamd ile tesbih ve takdis ederken yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?”[55] Yine istifsar yani hadiseyi öğrenme babından Zekeriyya (a.s.) kendisine Yahya (a.s.) müjdelendiğinde; “Bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik eşimde kısır olduğuna göre benim nasıl oğlum olabilir?”[56] diye sormuştur. Hz. Meryem de aynı şekilde; “Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?”[57]diye teennide bulunarak durumunu tefsir etmeye çalışmıştır.[58]

Görüldüğü gibi metafizik boyutu olan her hangi bir hadise hakkında kesin ve tam malumat sahibi olabilmek için durup bekleyen, sözün muradını “istifsar” etmeye çalışan sadece Hz. Ömer değil, Kur’an-ı Hakim’in ifadesiyle grupta melekler, peygamber ve peygamber annesi de var. Bu durumda –haşa- onlara da mı küfür isnadında bulunacaksınız?! Ayetlerde bahsi geçen anlama ameliyesi ne kadar içten ve samimi ise Hz. Ömer’in ki de aynı içtenlik ve samimiyettedir.

Şii: Kur’an’ı Hakim Allah Rasülü’nün (s.a.v.) söze dair tasarrufunu beyan ederken; “O, kötü arzularına göre konuşmaz. O(nun konuşması, kendisine) vahyedilenden başkası değildir.”[59] buyurmaktadır. Bu ayete göre Hz. Ömer vahyi engellemiş oluyor. Onu engellemek de Kur’ani ifade ile küfürdür: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.”[60]

Sünni: Küfürle itham ettiğiniz kişi Allah Rasülü (s.a.v.) ile birlikte olabilme devletine erişenlerin en büyüklerindendir. Allah Rasülü (s.a.v.) Onun için buyuruyor ki; “Eğer benden sonra Peygamber gelseydi muhakkak ki O Hattap oğlu Ömer olurdu.” O Ömer, İslam’ı yüceltmek ve Hazreti Rasülullah’a (s.a.v.) yardım etmek için gece gündüz demeden malını infak etmiştir. O’nun (s.a.v.) sevgisi uğruna yurdunu terk etmiştir. Cibril’in gelişine, vahyin inişine, mucizelerin oluşuna tanık olmuştur. Allah Teala’nın rızasına ulaşan 1400 civarındaki Hudeybiye cemaati içinde O da vardır: “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur.” ayetinin ifade ettiği mana gereği Allah Teala’nın rızasına nail olan Ömer’e küfür isnadında bulunmak ne çürük bir idraktir. Şunu da unutmamak gerekir ki Efendimiz (s.a.v.); “Semre ağacı altında biat edenlerden hiçbirisi cehenneme girmeyecek”[61] buyurmaktadır. Ömer Hudeybiye’de biat edenlerin ilklerindendir. Sonra O, dünyada iken cennetle müjdelenen on büyük sahabiden birisidir. Bu hadis “manevi tevatür” derecesindedir.

Hz. Ömer İslam için O kadar mühimdir ki; Abdullah b. Abbas diyor ki; “Ey peygamber! Sana ve sana tabi olan müminlere Allah yeter.” ayeti Hz. Ömer’in Müslüman olması üzerine inmiştir.[62]

Bütün bunları alt alta koyun, sonrada “Müslüman’a küfür isnadında bulunan kafir olur.” hadisi fehvasınca söylediklerinizi yeniden tahlil edin. İşte o zaman küfür yaftasının kime münasip olduğunu doğru bir şekilde idrak etme imkanı bulacaksınız.

Hz. Ömer’i küfürle itham babında İstidlal ettiğiniz ayet, Efendimiz’in (s.a.v.) Peygamber kimliğiyle söyleyip, yaptıklarıyla alakalıdır. İnsan olmanın gereği olarak yaptıkları bu fasla dahil değildir. Bütün müfessirler bu görüştedir.

Şii: Bu tadat ettiğiniz meseleler ne ifade eder? Ortada cevap bekleyen azim bir hadise var. Hz. Ömer vahyin tatbikine mani olmuştur.

Sünni: Söyledikleriniz hilafı hakikattir. Çünkü Efendimiz’in (s.a.v.) bütün konuşmaları “vahyi” değildir. Eğer öyle olsaydı bir takım tasarrufatına Cenab-ı Hakk’ın müdahalesi yersiz olurdu. Bu durumda Tebük seferine çıkarken özür beyan edip izin isteyen münafıklara olumlu cevap vermesini konu edinen şu ayetteki affın bir anlamı kalmazdı: “Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?”[63]

Şii: Hz. Ömer’in tavrı ve onu yorumlamadaki mütalaanız Allah Rasülü’nün (s.a.v.) hayatında sehvin mümkün olduğuna işaret ediyor. Bu durumda İslam zarfı içinde hataların mevcudiyetini iddia edenlere fırsat vermiş oluyorsunuz.

Sünni: Sehiv ve unutma Allah Rasülü (s.a.v.) için caizdir. Hatta olmuştur da. Bir defasında dört rekatlı namazın ikinci rekatında selam verdi. Zülyedeyn; “Ya Rasülellah (s.a.v.) namaz mı kısaldı yoksa son iki rekatı mı unuttunuz.” diye sordu. Zülyedeyn’in söylediği hazirun tarafından da doğrulanınca Allah Rasülü (s.a.v.) kalkıp iki rekat daha kıldı.

Beşeriyetin bir gereği olarak sıhhatli halinde Allah Rasülunden (s.a.v.) sehiv ve nisyanın sadır olması caiz olduğuna göre ölüm hastalığında hiçbir kasıt ve ihtiyar olmadan yine beşeriyetin bir gereği olarak sehvin vaki olması neden caiz olmasın? Böyle bir durumda niçin şer-i hükümlere güven kalksın?[64]

Kaldı ki Cenab-ı Hakk Allah Rasülü’nü (s.a.v.) unutma ve sehve karşı kesin bilgi sahibi yapmış, mutlaka vahiyle gerçeğe muttali kılmıştır. Bu yolla doğru, yanlıştan temyiz edilmiştir. Allah Rasülü’nün (s.a.v.) hata üzerine takriri/tasvibi caiz değildir.

Efendimiz (s.a.v.) neticede bir insandı. Onda da insani özellikler vardı. Bu, örnek alınabilmesi için de en ideal olanıydı. Yanılmasında bile hikmetler saklıydı. Eğer namazda sehiv ya da unutması söz konusu olmasaydı ibadet ederken yanılan ne yapacaktı, bunu nereden ve nasıl öğrenecekti? Beşeriyete onların içinden bir Rasül (s.a.v.) gönderildi, bir çok özelliği onlarla ayniyet arz eden bir Rasül (s.a.v.) … Fakat İslam’la alakalı beşeri özellikleri sehiv halinde mutlaka vahiyle tashih edilmiş bir Rasül (s.a.v.) … Bu yüzden hadiseyle bağlantı kurup şer’i hükümlerin güvenini tartışmak “kıyas-ı me’al farık”tır.

***

Ashaba hüsn-ü zan göstermek imani bir zorunluluktur. Çünkü Allah Rasülü (s.a.v.) Onları sevmeyi kendini sevmeye, onlara buğzetmeyi de kendine olan nefrete bağlamıştır. Onlar Peygamberlerden sonra insanlık tarihinin en hayırlı kuşağıdır. Hz. Ömer de o hayırlı kuşağın en büyüklerindendir. Öyle ki Fahri Kainat Efendimiz (s.a.v.) O’nun için (önceden de nakledildiği gibi) buyurdu ki, “Eğer benden sonra peygamber olsaydı muhakkak ki O, Ömer b. Hattap olurdu.”[65]

Kırtas hadisesinin arka planında Hz. Ömer’in halife olma sevdası vardır, iddianız Onun şu sözü karşısında ne kadar anlamsız durmaktadır; “Eğer halifeliği satın alacak birisini bulsam şüphesiz onu bir dirheme satarım.”[66]

NETİCE

Hz. Osman, Aişe, Muaviye ve onların içinde yer aldığı hadiseler… Bunları da konuştuk. Ne ki müdafaanın bu bölümleri yerin azizliğine uğradı. Bizde saklı olan malumatı ileride, kitap çapında yapılacak bir çalışmaya havale edelim.

***

Kur’an sahabenin birbirine bakışını anlatırken, merhamette son derece hasbi olduklarını ifade ediyor.[67] Bize düşen de Kur’an’ı, hareket noktası kabul etmektir. Aralarındaki savaşlara gelince; İmam Şafi’nin şu sözü takınılması gereken tavrı ne güzel özetliyor: “O bir kandı. Allah ondan yana ellerimizi temiz tuttu. Biz de sükut ederek dillerimizi temiz tutalım.”[68]

Ehli Sünnet’in Ehli Beyti sevdiği kadar Şia da sahabeye muhabbet beslese ortada hiçbir müşkil kalmayacaktır. Maalesef ki bu noktada az da olsa bir mesafe kat edilememiştir. Şia’nın programladığı bazı Sünnilerin de desteklediği “et-Takrib beyne’l-Mezahib” (mezhepleri birbirine yaklaştırma) projesi gerçekte Şia’nın doğrularını kabul ettirme amacına matuf bir çalışmadır. Sünni görünerek Ezher’de okuyan Hintli bir Şiinin yıllar sonra Zahit Kevseri Hazretlerinin huzurunda yaptığı itiraf bu acı gerçeğin belgelerinden sadece biridir: “Şu mavi kubbenin altında Ebu Bekir ve Ömer’in Müslüman olduğuna inanan İmamiye’ye mensup hiçbir Şii yoktur.”[69] (Bunun istisnaları olabilir.)

Aslında bu hususta teberriden yanayız. Mesele ne kadar konuşulursa ümmet arasında ki adavet o kadar derinleşecektir. Bunun bilincindeyiz. Alem-i İslam’ın bu gün vahdete duyduğu ihtiyaç her zamankinden daha ileri derecededir. Bu da aşikar. Fakat mezhepleri birbirine yaklaştırma projesiyle etkisiz hale getirilen nice Sünni Müslüman zamanla sahabeye ta’n eder hale gelmiştir. Bu durum, bir Şii ile yaptığımız münazarayı neşretmeye bizi mecbur etmiştir. Birilerinin bilerek ya da bilmeyerek Şia meddahlığına soyunup ashaba ta’n etmeleri Sünnet ve Cemaat şuuruna sahip müslümanlara yeni bir vazife yüklemiştir. Hakkı tutup kaldırmak birinci ödevimiz olmuştur.

----------------------------------------

[1] Buhari, Kitabu’l-Cenaiz, 5; Fedail-u Ashabi’n-Nebi, 5; İbn Mace, Sünen, 83; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 220.

[2] Mes’ud b. Ömer b. Abdillah Teftazani, Şerhu´l-Makasıd, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, III, 474.

[3] Seyyid Şerif Ali Muhammed Cürcani, Şerhu’l-Mevakif, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998, VIII, 378.

[4] Bkz. Teftazani, a.g.e., III, 495.

[5] Kur’an, Maide (5): 55.

[6] Kur’an Maide (5): 51.

[7] Kur’an, Maide (5): 57.

[8] Ayrıntı için bkz. Fahruddin Muhammed b. Ömer Razi, et-Tefsiru’l-Kebîr, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990,XII, 24-25; Teftazani, a.g.e., III, s.501-503.

[9] Bkz. Buhari, Menakib, 1; Tirmizi, Tefsir-u Suret-i 42, 1; Ahmed, Müsned, I, 286.

[10] Kur’an, Tevbe (9):40.

[11] Tirmizi Sünen, V, 619 , Ahmed, Müsned, IV, s.154; Şihabuddin Ebû’l-Fadl Ahmed b. Ali İbn Hacer Askalani, Fethu’l-Bâri bi Şerh-i Sahihi’l-Buhâri, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1988, VII, 51.

[12] Tirmizi, Menakib, 5; İbn Mace, Sünen (Mukaddime), 11.

[13] Kur’an, Tevbe (9):71.

[14] Tirmizi, Menakib, 5; İbn Mace, Sünen (Mukaddime), 11.

[15] Buhari, Fedail-u Ashabi’n-Nebi, 9; Tirmizi Menakib, 20; İbn Mace, Mukaddime, 11; Ahmed, Müsned, I, 170.

[16] Muhyiddin Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref Nevevi, Şerh-u Sahih-i Müslim, (tah. M.Fuad Abdulbaki), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, I, 195; İsmail b. Muhammed b. Abdilhadi Aclûni, Keşfu’l-Hafâ ve Müzilu’l-İlbas amma İştehere mine’l-Ehâdisi ala Elsineti’n-Nâs, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, II, 550.

[17] Muhammed Rıza, Muhammed Rasülullah, Beyrut, ty., s. 418.

[18] Buhari, 62/Kitab-u Fedaili’s-Sahabe, 5; Müslim, 44/Kitab-u Fedaili’s-Sahabe, 54; Tirmizi, Sünen, 50/Kitabu’l-Menakib, 58.

[19] Buhari ,Sahih, II, 932 ; Müslim, Sahih, IV,1962; Tirmizi, Sünen, IV, 549; İbn Mace, Sünen, II,791.

[20] Celaluddin Suyuti, Tarihu’l-Hulefa, Daru’l-Marife, Beyrut, 1996, s.40.

[21] Suyuti, a.g.e., s. 70.

[22] Buhari, Sahih, IV, 225, IX, 92-93.

[23] Tirmizi, Sünen, V, 672; Hakim, Müstedrek, III,79-80.

[24] Hakim, Müstedrek, III, 82.

[25] Müslim’in rivayet ettiği hadis için bkz. Teftazani, a.g.e., III, 495.

[26] Müslim, Sahih, V, 313.

[27] Suyuti, a.g.e., s. 6.

[28] Kur’an, Haşr (28): 8.

[29] Şihabuddin Ahmed b. Hacer Mekki, el-Hayratu’l-Hisan, Beyrut, ty., s. 33.

[30] Tirmizi, a.g.e., s.48/Kitab-u Tefsiri’l-Kur’an, 1, (IV, 439-440, H.no: 2959-2960).

[31] Suyuti, a.g.e., s.59.

[32] Kur’an, Maide (5): 54.

[33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, Daru’l-Kurani’l-Kerim, Beyrut, 1399, I, 527.

[34] Suyuti, a.g.e., s. 61.

[35] Kur’an, Fetih (48): 16.

[36] Görüşlerin tahlili için bkz. Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el-Cami’u li Ahkâmi’l-Kur’an, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, XVI, 180.

[37] Suyuti, a.g.e., s.62.

[38] Kur’an, Nisa (4): 11.

[39] S.

[40] İbn Kesir, a.g.e., I, 13.

[41] Kur’an, Neml (27): 16.

[42] Kurtubi, a.g.e., XIII, 110; İbn Kesir, a.g.e., II, 667.

[43] Cürcani, a.g.e., VIII, 387.

[44] Kur’an, Bakara (2): 282.

[45] Cürcani, a.g.e., VIII, 387.

[46] Ebu Davud, Sünen, III, 141, H. No :2967, Beyhaki, Sünen, VII, 59, H. No:13148.

[47] Buhari’nin rivayet ettiği hadis için bkz. Teftazani, a.g.e., VIII, 388.

[48] Bkz. Buhari, İlim, 39; Cihad, 176; Cizye, 6; Megazi, 83; İ’tisam; 26; Müslim; Vasiyyet, 20-33; Hadisin mealindeki tasarruflar için bkz. Ebu’l-Fadl Şihabuddin Ahmed b. Hacer Askalani, Fethu’l-Bari Şerh-u Sahihi’l-Buhari, Beyrut, 1988, I, 168-169; Bedruddin Ebu Muhammed Ahmed Ayni, Umdetu’l-Kari Şerh-u Sahihi’l-Buhari,Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, II, 255-259.

[49] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 222, H. No: 1935.

[50] Müslim, Sahih, I,313, H. No: 418.

[51] Kur’an, Al-i İmran (3): 159.

[52] Bkz. Ahmed Faruk Serhendi İmam-ı Rabbani, el-Mektubat, Fazilet Neşriyat, İstanbul, ty., II, 227.

[53] İlgili ayetler için bkz. En’am,(6) 38; Nahl (11) 89.

[54] Kur’an, Maide (5): 99.

[55] Kur’an, Bakara (2): 30.

[56] Kur’an, Al-i İmran (3): 40.

[57] Kur’an, Meryem (19): 20.

[58] Bkz. İmam Rabbani, a.g.e., II, 230.

[59] Kur’an, Necm (53): 3-4.

[60] Kur’an, Maide (5): 44.

[61] Begavi’nin Mealimu’t-Tenzil’inden naklen bkz. İmam-ı Rabbani, a.g.e., II, 229.

[62] Celaluddin Suyuti, Lübabu’n-Nukul fi Esbabi’n-Nüzül, Daru’l-Marife, Beyrut, 1997, s. 145.

[63] Kur’an, Tevbe (9): 43.

[64] İmam Rabbani, a.g.e., II, 228.

[65] Tirmizi, Sünen, V, 619; Ahmed, Müsned, IV, 154 , İbn Hacer, Fethu’l Bari, VII, 51.

[66] İmam Rabbani, a.g.e., II, 232.

[67] Kur’an, Fetih (48) 29.

[68] Cürcani, a.g.e. VIII, 380.

[69] Muhammed Zahid Kevseri, Makalatu’l-Kevseri, el-Mektebetu’t-Tevfikiyye, Kahire, ty., s. 128.

Kaynak:İnkişaf DERGİSİ