Emsâlsiz Örnek Şahsiyetten Yüce Ahlâk Ölçüleri -1-
Bir mü’minin, rûhânî vasıflarını tekâmül ettirerek kâmil bir hâle gelebilmesi, ancak Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî hayâtından ve yüce ahlâkından nasiplenebilmesiyle mümkündür. Bu hâl, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e duyulan muhabbet ve O’nun rûhâniyetine bürünebilme nisbetinde gerçekleşir.
Zîrâ bütün insanlık âlemi, gönüllere şifâ ve ferahlık bahşeden ilâhî terennümleri, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek lisânından işitmiştir. Beşeriyet, Rahmân’ın uçsuz-bucaksız af ve kerem ummânına, O “Varlık Nûru”nun muhabbeti hürmetine mazhar olmuştur. Yine bütün günahlarına rağmen insanlık, Rabbimizin; “Ey benim kullarım!” şeklindeki müşfikâne hitâbına da, yine O Âlemlerin Efendisi’nin yüzü suyu hürmetine nâil olmuştur.
Bütün bu ihsan, ikram ve iltifatlar karşısında biz Ümmet-i Muhammed’e düşen vazîfe, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emir, nehiy ve tavsiyelerine cân u gönülden tâbî olarak hayâtımızı O’nun Sünnet-i Seniyye’sinin rûhâniyeti içinde yaşayabilmektir.
Rabbimiz, en yüce makâm olan “Makâm-ı Mahmûd”u, Efendimiz’e lutfetmiş, O’na lâyık olduğu makâmın yüceliğini ifâde eden tavsiyelerde bulunmuştur. O da ümmetine “çok şefkatli ve merhametli” olduğu için, kendisine lutfedilen bu tavsiyelere ümmetinin de icâbet etmesini arzulamıştır. O tavsiyelerden bir kısmı şöyledir:1
a. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyurur:
Rabbim bana gizli ve açık her durumda havf hâlinde bulunup kendisinden korkmamı emir buyurdu, (sizlere de tavsiye ederim.)
Rabbimizin her emri gibi bu emrine de büyük bir titizlikle tâbî olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Allâh’a yemin ederim ki, ben sizin, Allâh’tan en çok korkanınız ve O’na en çok huşû ve tâzîm hâlinde bulunanızım.” (Buhârî, Nikâh, 1) buyurmuş, herhangi bir meclisten kalkacağı zaman da dâimâ:
“Allâh’ım! Bize, günahlarla aramıza mâni olacak kadar korkundan hisse nasîb et!...” diye niyazda bulunmuştur. (Tirmizî, Deavât, 79)
Çünkü Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, insanlar içinde Allâh Teâlâ’yı en yakından tanımanın zirve tecellîlerine nâil olan zât-ı mübârek idi. Birgün ashâbına:
“Siz benim bildiklerimi bileydiniz, az güler çok ağlardınız.” buyurmuştu da sahâbe-i kirâm, yüzlerini kapatarak hıçkıra hıçkıra ağlamışlardı. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)
Cenâb-ı Hak, gizli ve açık her hâlükârda kendisinden korkan kulları için cennetini va’detmektedir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Her kim Rabbinin huzûrunda durup hesap vermekten korkar ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırırsa, şüphesiz onun varacağı yer, cennettir.” (en-Nâziât, 40-41)
“İşte size va’dedilen cennet! Ki o, Allâh’a yönelen, emirlerine riâyet eden, göremediği hâlde Rahmân’dan korkan ve «kalb-i münîb» (Allâh’a yönelmiş bir kalb) ile gelen kimselere mahsustur.” (Kâf, 32-33)
“Onların yanları (gece namazına kalkmak için, tatlı) yataklarından uzaklaşır, korku ve ümîd içinde Rablerine duâ ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan hayra sarf ederler.” (es-Secde, 16)
Bu sebeple peygamberler ve Hak dostlarının, Allâh korkusu ve O’nun sonsuz rahmetine ümîd duyguları içinde ihyâ ettikleri gece hayatları, gündüzlerinden daha berrak ve aydınlıktır. Zîrâ onların geceleri, gözyaşlarıyla feyizlenmiş secdelerin rûhâniyet ve huzûruyla doludur.
***
b. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyurur:
Rabbim bana öfke ve rızâ hâlinde adâletle hükmetmemi emir buyurdu, (sizlere de tavsiye ederim.)
Öfke hâli, insanın îtidâl ve istikâmetini muhâfaza etmekte zorlandığı, muvâzeneyi kaybedip adâletten kolayca sapabildiği anlardır. Böyle durumlarda daha büyük bir sabırla dâimâ Allâh’ı ve âhireti hatırlayıp sükûnetle hareket ederek haksızlığa meyletmemek îcâb eder.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“…Nefsinizin arzusuna uyarak adâletten uzaklaşmayın...” (en-Nisâ, 135)
“…Dâimâ âdil davranın. Muhakkak ki Allâh, âdil davrananları sever.” (el-Hucurât, 9)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtelif mevzûlara temâs ettiği bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“Üç kurtarıcı husus vardır:
1. Öfkeliyken de rızâ hâlindeyken de âdil davranmak,
2. Fakirlik ve zenginlik hâlinde de iktisâda riâyet,
3. Gizlide de açıkta da Allâh’tan korkmak…” (Heysemî, I, 90)
Bir hırsızlık hâdisesinde, cezânın tatbik edilmemesi için ricâda bulunmak üzere gelen kişiye Fahr-i Kâinât Efendimiz, en sevgili kızını misâl vererek:
“Allâh’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim.” buyurmuştur. (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Hudûd, 8, 9)
Zîrâ fert ve toplumların saâdeti için adâlet zarûrîdir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu hakîkate şu veciz sözüyle işâret eder:
•
“Adâlet, mülkün (devletin, bağımsızlık ve iktidârın) temelidir.”
İslâm târihinde beşinci büyük halîfe sayılan Ömer bin Abdülazîz’in, doksan iki yıllık Emevî saltanatı içindeki iki buçuk senelik hilâfeti sırasında, hudutların İspanya’yı dahî kuşatacak kadar genişleyip ahâlînin emniyet ve sükûn içinde yaşaması, ülkesindeki hak ve adâlet tevzîinin bir netîcesidir. Zîrâ zulüm ile âbâd olunamayacağı gibi, adâlet olmadan da devletler ayakta duramaz. Yine târihimizde bir hristiyan mîmarla mahkemeye çıkan Fâtih Sultan Mehmed’in, bizzat kendisinin kadı tâyin ettiği yakın dostu Hızır Bey tarafından haksız bulunarak aleyhine hüküm verilmesi, Osmanlı Devleti’nin asırlarca devâmını temin eden adâlet esâsının bir tezâhürüdür.
c. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
Rabbim bana fakirlikte ve zenginlikte iktisatlı davranmamı emretti, (sizlere de tavsiye ederim.)
İnsan, ilâhî taksîm îcâbı zengin de olsa, fakir de olsa iktisatlı davranmalı, hiçbir hususta ve hiçbir zaman isrâfa düşmemelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz, fakirlik gelmeden önce zenginliğin kıymetini bilmeyi tavsiye etmiştir.2
Cenâb-ı Hak, îtidâli ve iktisatlı olmayı şöyle emir buyurur:
“…Gereksiz yere saçıp savurma. Zîrâ böylesine saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27)
“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de (elini) açıp isrâf etme, sonra pişman olur, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (el-İsrâ, 29)
Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuştur:
“İktisatlı davranıp israftan uzak duranlar, kimseye muhtaç olmazlar.” (İbn-i Hanbel, I, 447)
“İstihâre yapan hüsrâna uğramaz, istişâre eden pişmân olmaz, iktisatlı olan fakir düşmez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II, 280)
Bu itibarla mü’min, mülkün gerçek sâhibinin Allâh olduğunun idrâki içinde bulunmalı, kendisini mülkün emânetçisi olarak telâkkî etmeli ve malını kifâyet miktarı kullanıp fazlasını Allâh yolunda sarf etmelidir. Allâh Teâlâ:
“...(Rasûlüm!) Sana (hayr u hasenât yolunda) neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaç fazlasını (verin)!..” (el-Bakara, 219) buyurmaktadır.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, imkânların az olduğu zamanlarda bile gönül zenginliğini tavsiye ederek:
“Yarım hurma ile de olsa ateşten korunun. Bunu da bulamayan, güzel ve hoş sözle korunsun.” (Buhârî, Edeb, 34) buyurmuştur.
Varlık ve zenginliğin hakîki saâdeti, Allâh yolunda infâk etmekle kazanılır. Allâh rızâsı istikâmetinde infak ve hizmetlerde bulunabilmek için helâl ve temizinden kazanmak ve maddî imkânları gönle koymadan sarf edebilmek îcâb eder. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Sâlih bir kimsenin elinde bulunan helâl ve faydalı mal ne güzeldir.” (İbn-i Hanbel, IV, 202)
Zîrâ sâlih kişi, merhamet ve şefkat sahibidir. Merhamet de, sende var olanı ondan mahrûm olana ikrâm etmendir. Diğer bir ifâdeyle merhamet, başkalarının mahrûmiyetini telâfî için onların yardımına koşmaktır. Merhamet ve cömertlik, dünyâda vicdan huzûru, âhiret için de ebedî saâdet müjdesidir.
Toplumlarda “ağniyâ-i şâkirîn” yâni şükreden ve infâk eden zenginler de, “fukarâ-i sâbirîn” yâni sabreden yoksullar da nâdir bulunan insanlardır. Bu sebeple her iki grup mü’minler de Allâh katında makbul kullardır. Şükür ehli cömert zenginler ile sabırlı ve haysiyetli fakirler, insanlık şerefinde ve ilâhî rızâda beraberdirler. Ancak İslâm’da, kibirli ve hasis zenginler ile hakkında takdîr edilene sabredemeyip isyanda bulunan fakirler zemmedilmiştir. Bu yüzdendir ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Yâ Rabbî! Fakirlik ve zenginliğin fitnesinden Sana sığınırım.” (Müslim, Zikir, 49) diye duâ etmiştir.
O hâlde kimde kanaat, tevekkül ve teslîmiyet gibi ulvî hasletler bulunur ise, gerçek zengin odur. Zenginliğin hakîkî saltanatı da, ancak infak saâdetiyle kâimdir.
Tebük Gazvesi için infak seferberliği başladığında, herhangi bir imkânı bulunmayan sahâbîler bile, mal ve candan fedâkârlık yapabilme heyecânıyla dolmuşlardı. Bunlardan biri olan Ebû Akîl -radıyallâhu anh-, bütün bir gece çalışarak iki ölçek hurma kazanmıştı. Bir ölçeğini ev halkına, bir ölçeğini de Tebük Seferi’ne iştirâk eden askerlere infâk etti.
Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allâh senin getirip verdiğini de alıkoyduğunu da bereketlendirsin!” buyurdu ve getirilen hurmayı, toplanan yardımlar içine döktürdü. (Taberî, Tefsîr, X, 251)
Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kirâm:
“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Şu cevâbı verdi.
“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yâni malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) (Çok büyük bir mal varlığına sahip olan) diğer bir kimse de malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)
Yâni birincisi, kendisinin de muhtaç olduğu bütün imkânlarının yarısını verdi; ikincisi ise, birincisinin infâk ettiğinden çok daha fazla olmasına rağmen, malının ancak küçük bir kısmını verdi. Demek oluyor ki infâkın makbûliyeti, onun maddî miktârının çokluğundan ziyâde, gönüldeki fedâkârlık duygusunun seviyesine bağlıdır. Meselâ Yermuk Harbi’nde üç şehîdin üçü de susuzluktan kıvranırken bir bardak suyu birbirine ikrâm etmeleri, gönüllerindeki infak duygusunun seviyesini göstermesi bakımından kâbına varılmaz bir numûne teşkil etmiştir.
İşte sahâbe neslinin ideali, Allâh Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmak idi. Bu yüzden onlarda merhamet ve zühd zirveleşti. Zîrâ o toplum, riyâzât hâlinde yaşıyordu. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş gibi israflar, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı idi. Onların zenginleri ağniyâ-i şâkirîn, fakirleri de fukarâ-i sâbirîn idi. Peygamber Efendimiz’in de, ganimetlerin geldiği vakitlerdeki hâli, ağniyâ-i şâkirîne; günlerce evinde sıcak yemeğin pişmediği ve açlıktan karnına taş bağladığı zamanlardaki hâli de, fukarâ-i sâbirîne en güzel bir misâl idi.
***
d. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
Rabbim, benimle alâkasını kesene sıla-ı rahimde bulunmamı emretti, (size de tavsiye ederim.)
Allâh Teâlâ, kullarına, akrabâlarıyla münâsebetlerini devâm ettirmelerini ve onlara ikram ve ihsanda bulunmalarını ısrarla emretmektedir. Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“Allâh Teâlâ beni akrabâyı koruyup gözetmek, putları kırmak ve Allâh’ın bir olduğunu bildirip O’na ortak koşulmaması gerektiğini anlatmak vazîfesiyle gönderdi.” (Müslim, Müsâfirîn, 294) buyurarak sıla-i rahim’in, yâni akrabâyı ziyâret etmenin, onları gözetip kollamanın ehemmiyetini beyân etmiştir.
Akrabâlar, bizim alâkamıza karşılık vermeseler, hattâ bizimle bağlarını koparsalar bile onlarla alâkayı devâm ettirmemiz ve onlara yumuşak bir lisân ile emr-i bi’l-mârûf’ta bulunmamız, îmânımızın gerektirdiği bir vazîfedir. Yine bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Akrabâsının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. (Gerçekte) akrabâyı koruyup gözeten kimse, kendisiyle alâkayı kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devâm edendir.” (Buhârî, Edeb, 15; Ebû Dâvûd, Zekât, 45)
Bu hususta da zirve misâl, hiç şüphesiz ki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Nitekim O, bir kurban kesecek olsa muhakkak Hazret-i Hatîce’nin akrabâlarına da gönderirdi.3 Yine O:
“Nesebinizi (soyunuzu), sıla-i rahimde bulunacağınız ölçüde öğrenin…” buyururdu. (Ali el-Müttakî, Kenz, X, 220, nr: 29162)
Cenâb-ı Hak, sıla-i rahim vazîfesini ihmâl eden, akrabâsını koruyup gözetmeyen kimselerin ziyâna uğrayacaklarını, âyet-i kerîmelerde şöyle bildirmektedir:
“Onlar ki, söz verip anlaştıktan sonra Allâh’a verdikleri sözü bozarlar. Allâh’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi (îman ve akrabâlık bağlarını) keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte zarara uğrayanlar onlardır.” (el-Bakara, 27)
“(Ey münâfıklar!) Siz iş başına geçecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkarır, akrabâlarla alâkanızı kesersiniz değil mi? İşte Allâh’ın lânete uğrattığı, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimseler bunlardır.” (Muhammed, 22-23)
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da, sıla-i rahim’e ehemmiyet vermeyen kimselerin ne dehşetli bir kayıp içinde olduklarını şöyle ifâde buyurur:
“Akrabâsıyla ilgisini kesen kimse, cennete giremez.” (Buhârî, Edeb, 11)
“Âhirette cezâsını ayrıca vermekle beraber, dünyâda Allâh Teâlâ’nın çabucak cezâlandırmasını en fazla hak ettiren günahlar, zulüm ve akrabâyı ihmâl etmektir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43; Tirmizî, Kıyâme, 57)
***
e. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
Rabbim, beni mahrum edene vermemi emretti, (size de tavsiye ederim.)
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“İyilikle kötülük bir olmaz Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost gibi olur.” (Fussilet, 34)
Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
“Seninle ilgisini kesenden sen ilgini kesme! Sana vermeyene sen ver! Sana kötülük edeni bağışla!” (İbn-i Hanbel, IV, 148, 158)
Hicretin yedinci senesinde Mekke’de kuraklık ve kıtlık başgöstermişti. Allâh Rasûlü, kendisine yirmi senedir amansız bir şekilde düşmanlık eden Mekkelilere, altın, arpa ve hurma göndererek yardımda bulundu. Ebû Süfyân, bunların hepsini teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıttı.
İnsan ihsâna mağluptur. İkram ve ihsan, düşmanın bile düşmanlığını yumuşatır. Allâh Rasûlü’nün Mekke fukarâsına yaptığı bu infâkı dolayısıyla Ebû Süfyân bile, kalbindeki katılık ve düşmanlık azaldığı için:
“Allâh, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın! Çünkü O, akrabâlık hakkını gözetti!” diyerek duyduğu memnûniyeti dile getirmiştir. (Ya’kûbî, Târîh, II, 56)
Bu âlicenaplık ve fazîlet karşısında pek çok insan İslâm ile şereflenmiştir.
Yûsuf -aleyhisselâm- da bu hususta güzel bir misâldir. Kardeşleri kendisini çekemeyip kuyuya attıkları hâlde o, kardeşlerine en güzel şekilde ikramda bulunmuş, hatâlarını yüzlerine vurmayıp onları affetmiş, bunun üzerine onlar da:
“...Yemîn ederiz ki Allâh, seni hakîkaten bizden üstün kılmıştır. Biz doğrusu hatâya düşmüşüz.” (Yûsuf, 91) demişlerdir.
Velhâsıl, insanları Hakk’a ve hayra yöneltmek için dâimâ onların kalbine giden bir damar bulmak îcâb eder. Bunun da en kestirme yolu; cömertlik, şefkat ve affedebilmektir. Yâni bu kalbî fazîletlerle Allâh’ın kullarına infâk edebilmektir.
Kâmil bir mü’min hâline gelerek Allâh Teâlâ’nın muhabbetine nâil olabilmek için “Allâh korkusu”nu dâimâ yüreğimizde taşımalı, öfke hâlinde de rızâ hâlinde de, yani her hâlükârda adâletten ayrılmamalı, fakirlikte de zenginlikte de iktisatlı davranarak imkânlarımız nisbetinde Allâh yolunda infâk edebilmeli, akrabâlarımızla alâkamızı kesmemeli, bizi mahrûm edene bile ikrâm etmeli ve bize zulmedeni dahî engin bir gönülle affedebilmeliyiz.
***
Rabbimiz, hulûlüyle müşerref olduğumuz üç ayları, içinde bulunduğumuz mübârek Şâban ayını ve onun müjdelediği Ramazân-ı Şerîf’i bütün ümmet-i Muhammed için hayırlı ve mübârek eylesin. Bilhassa, evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluş vesîlesi olan Ramazan-ı Şerîf’in mânevî müjdelerine nâil olabilmemizi nasîb ve müyesser eylesin! Bu ilâhî ikrâm ayında Rabbimiz cümlemizi gafletten muhâfaza buyursun!
Cebrâil -aleyhisselâm-, bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, ehemmiyetine binâen üç hususta îkazda bulunmuştu. Kâ’b bin Ucre -radıyallâhu anh- bunu şöyle anlatır:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizden, minbere yakın oturmamızı istedi. Biz de minberin tam önünde topluca oturduk. Bir basamak çıktı: “Âmîn!” dedi. Bir basamak daha çıktı. Yine “Âmîn!” dedi. Bir basamak daha çıktı. Yine “Âmîn!” dedi. Minberden indiğinde:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bugün Siz’den daha önce hiç işitmediğimiz yeni bir şey işittik.” dedik.
Bunun üzerine buyurdu ki:
“–Minberde iken Cebrâîl geldi. Bana birinci basamakta iken:
«–Ramazan-ı Şerîf’e erişip de bağışlanmayan, Allâh’ın rahmetinden uzak olsun!» dedi.
Ben de; «Âmîn!» dedim.
İkinci basamağa çıktığımda:
«–Yanında Sen’in adın söylendiği hâlde Sana salât ü selâm getirmeyen, Allâh’ın rahmetinden uzak olsun!» dedi.
Ben de; «Âmîn!» dedim.
Sonra üçüncü basamağa çıktığımda:
«–Ana-babasının yaşlılığına erişip de veya o ikisinden birinin ihtiyarlığını görüp de, cenneti kazanamayan kişi, Allâh’ın rahmetinden uzak olsun!» dedi.
Ben de; «Âmîn!» dedim.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 170)
Hadîs-i şerîf muktezâsınca, şu üç husûsa titizlikle riâyet etmemiz gerekmektedir:
1. Bilhassa ilâhî rahmetin tuğyân hâlinde olduğu bu mübârek günlerde anne-babaların gönüllerini daha ziyâde hoşnud etmeli, şâyet vefât etmişler ise onlar nâmına sadakalar ve ziyâfetler verip Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle onlara mânevî hediyeler ikrâm etmeliyiz.
2. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetimizi her zamankinden daha çok artırmalı, O’nun “örnek şahsiyet”ini hayatımızın her safhasında rehber edinmeliyiz. Gönlümüzden taşan salevât-ı şerîfeler, rûhumuza Efendimiz’in sadır âleminden akisler bahşetmelidir.
3. On bir ayın sultânı Ramazân-ı Şerîf’te namazlarımızı, Rabbimiz ile müstesnâ bir mülâkat vasfında kılmaya, oruçlarımızı bütün uzuvlarımız ile tutabilmeye gayret etmeliyiz. Bilhassa dilimiz rahmet tevzî etmelidir. Kadir gecemizin mânevî iklîminden lâyıkıyla istifâde etmeliyiz. Vereceğimiz zekât ve sadakalarla, garip, muhtaç, yetim ve kimsesizlerin gönüllerine bayram sevinci yaşatmalıyız. İç âlemimizi, bir gönle girebilmenin vicdan huzûruyla hakîkî bayramı idrâk etmenin niyâzı içinde bulundurmalıyız.
Rabbimiz, bu mânevî duygularla yaşanan mübârek Ramazân-ı Şerîfin feyz ve rûhâniyetini, on bir aya da yansıtabilmeyi cümlemize nasîb eylesin. Şu mübârek günler ve aylar hürmetine, Habîb-i Edîb’inin emir ve tavsiyelerine, gölgenin sâhibini tâkip ettiği gibi titizlikle ittibâ ederek, sevdiği kullarından olabilmeyi hepimize ihsân eylesin! Bizleri, bizzat terbiye ederek insanlığa “örnek şahsiyet” kıldığı Rasûlü’nün ahlâkı ile ahlâklandırsın ve yeryüzünde Yüce Zât’ının şâhitleri olan sâlih kulları zümresine ilhâk eylesin!..
Âmîn!
Dipnotlar: 1) Yazımız boyunca devam edecek olan hadîs-i şerîf için bkz: İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838. (Rezin tahric etmiştir.) 2) Bkz. Hâkim, el-Müstedrek, IV, 341. 3) Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20.
Altınoluk Dergisi Yıl: 2006 - Ay: Eylül - Sayı: 247
Zîrâ bütün insanlık âlemi, gönüllere şifâ ve ferahlık bahşeden ilâhî terennümleri, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek lisânından işitmiştir. Beşeriyet, Rahmân’ın uçsuz-bucaksız af ve kerem ummânına, O “Varlık Nûru”nun muhabbeti hürmetine mazhar olmuştur. Yine bütün günahlarına rağmen insanlık, Rabbimizin; “Ey benim kullarım!” şeklindeki müşfikâne hitâbına da, yine O Âlemlerin Efendisi’nin yüzü suyu hürmetine nâil olmuştur.
Bütün bu ihsan, ikram ve iltifatlar karşısında biz Ümmet-i Muhammed’e düşen vazîfe, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emir, nehiy ve tavsiyelerine cân u gönülden tâbî olarak hayâtımızı O’nun Sünnet-i Seniyye’sinin rûhâniyeti içinde yaşayabilmektir.
Rabbimiz, en yüce makâm olan “Makâm-ı Mahmûd”u, Efendimiz’e lutfetmiş, O’na lâyık olduğu makâmın yüceliğini ifâde eden tavsiyelerde bulunmuştur. O da ümmetine “çok şefkatli ve merhametli” olduğu için, kendisine lutfedilen bu tavsiyelere ümmetinin de icâbet etmesini arzulamıştır. O tavsiyelerden bir kısmı şöyledir:1
a. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyurur:
Rabbim bana gizli ve açık her durumda havf hâlinde bulunup kendisinden korkmamı emir buyurdu, (sizlere de tavsiye ederim.)
Rabbimizin her emri gibi bu emrine de büyük bir titizlikle tâbî olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Allâh’a yemin ederim ki, ben sizin, Allâh’tan en çok korkanınız ve O’na en çok huşû ve tâzîm hâlinde bulunanızım.” (Buhârî, Nikâh, 1) buyurmuş, herhangi bir meclisten kalkacağı zaman da dâimâ:
“Allâh’ım! Bize, günahlarla aramıza mâni olacak kadar korkundan hisse nasîb et!...” diye niyazda bulunmuştur. (Tirmizî, Deavât, 79)
Çünkü Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, insanlar içinde Allâh Teâlâ’yı en yakından tanımanın zirve tecellîlerine nâil olan zât-ı mübârek idi. Birgün ashâbına:
“Siz benim bildiklerimi bileydiniz, az güler çok ağlardınız.” buyurmuştu da sahâbe-i kirâm, yüzlerini kapatarak hıçkıra hıçkıra ağlamışlardı. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)
Cenâb-ı Hak, gizli ve açık her hâlükârda kendisinden korkan kulları için cennetini va’detmektedir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Her kim Rabbinin huzûrunda durup hesap vermekten korkar ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırırsa, şüphesiz onun varacağı yer, cennettir.” (en-Nâziât, 40-41)
“İşte size va’dedilen cennet! Ki o, Allâh’a yönelen, emirlerine riâyet eden, göremediği hâlde Rahmân’dan korkan ve «kalb-i münîb» (Allâh’a yönelmiş bir kalb) ile gelen kimselere mahsustur.” (Kâf, 32-33)
“Onların yanları (gece namazına kalkmak için, tatlı) yataklarından uzaklaşır, korku ve ümîd içinde Rablerine duâ ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan hayra sarf ederler.” (es-Secde, 16)
Bu sebeple peygamberler ve Hak dostlarının, Allâh korkusu ve O’nun sonsuz rahmetine ümîd duyguları içinde ihyâ ettikleri gece hayatları, gündüzlerinden daha berrak ve aydınlıktır. Zîrâ onların geceleri, gözyaşlarıyla feyizlenmiş secdelerin rûhâniyet ve huzûruyla doludur.
***
b. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyurur:
Rabbim bana öfke ve rızâ hâlinde adâletle hükmetmemi emir buyurdu, (sizlere de tavsiye ederim.)
Öfke hâli, insanın îtidâl ve istikâmetini muhâfaza etmekte zorlandığı, muvâzeneyi kaybedip adâletten kolayca sapabildiği anlardır. Böyle durumlarda daha büyük bir sabırla dâimâ Allâh’ı ve âhireti hatırlayıp sükûnetle hareket ederek haksızlığa meyletmemek îcâb eder.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“…Nefsinizin arzusuna uyarak adâletten uzaklaşmayın...” (en-Nisâ, 135)
“…Dâimâ âdil davranın. Muhakkak ki Allâh, âdil davrananları sever.” (el-Hucurât, 9)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtelif mevzûlara temâs ettiği bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“Üç kurtarıcı husus vardır:
1. Öfkeliyken de rızâ hâlindeyken de âdil davranmak,
2. Fakirlik ve zenginlik hâlinde de iktisâda riâyet,
3. Gizlide de açıkta da Allâh’tan korkmak…” (Heysemî, I, 90)
Bir hırsızlık hâdisesinde, cezânın tatbik edilmemesi için ricâda bulunmak üzere gelen kişiye Fahr-i Kâinât Efendimiz, en sevgili kızını misâl vererek:
“Allâh’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim.” buyurmuştur. (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Hudûd, 8, 9)
Zîrâ fert ve toplumların saâdeti için adâlet zarûrîdir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu hakîkate şu veciz sözüyle işâret eder:
•
“Adâlet, mülkün (devletin, bağımsızlık ve iktidârın) temelidir.”
İslâm târihinde beşinci büyük halîfe sayılan Ömer bin Abdülazîz’in, doksan iki yıllık Emevî saltanatı içindeki iki buçuk senelik hilâfeti sırasında, hudutların İspanya’yı dahî kuşatacak kadar genişleyip ahâlînin emniyet ve sükûn içinde yaşaması, ülkesindeki hak ve adâlet tevzîinin bir netîcesidir. Zîrâ zulüm ile âbâd olunamayacağı gibi, adâlet olmadan da devletler ayakta duramaz. Yine târihimizde bir hristiyan mîmarla mahkemeye çıkan Fâtih Sultan Mehmed’in, bizzat kendisinin kadı tâyin ettiği yakın dostu Hızır Bey tarafından haksız bulunarak aleyhine hüküm verilmesi, Osmanlı Devleti’nin asırlarca devâmını temin eden adâlet esâsının bir tezâhürüdür.
c. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
Rabbim bana fakirlikte ve zenginlikte iktisatlı davranmamı emretti, (sizlere de tavsiye ederim.)
İnsan, ilâhî taksîm îcâbı zengin de olsa, fakir de olsa iktisatlı davranmalı, hiçbir hususta ve hiçbir zaman isrâfa düşmemelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz, fakirlik gelmeden önce zenginliğin kıymetini bilmeyi tavsiye etmiştir.2
Cenâb-ı Hak, îtidâli ve iktisatlı olmayı şöyle emir buyurur:
“…Gereksiz yere saçıp savurma. Zîrâ böylesine saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27)
“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de (elini) açıp isrâf etme, sonra pişman olur, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (el-İsrâ, 29)
Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuştur:
“İktisatlı davranıp israftan uzak duranlar, kimseye muhtaç olmazlar.” (İbn-i Hanbel, I, 447)
“İstihâre yapan hüsrâna uğramaz, istişâre eden pişmân olmaz, iktisatlı olan fakir düşmez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II, 280)
Bu itibarla mü’min, mülkün gerçek sâhibinin Allâh olduğunun idrâki içinde bulunmalı, kendisini mülkün emânetçisi olarak telâkkî etmeli ve malını kifâyet miktarı kullanıp fazlasını Allâh yolunda sarf etmelidir. Allâh Teâlâ:
“...(Rasûlüm!) Sana (hayr u hasenât yolunda) neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaç fazlasını (verin)!..” (el-Bakara, 219) buyurmaktadır.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, imkânların az olduğu zamanlarda bile gönül zenginliğini tavsiye ederek:
“Yarım hurma ile de olsa ateşten korunun. Bunu da bulamayan, güzel ve hoş sözle korunsun.” (Buhârî, Edeb, 34) buyurmuştur.
Varlık ve zenginliğin hakîki saâdeti, Allâh yolunda infâk etmekle kazanılır. Allâh rızâsı istikâmetinde infak ve hizmetlerde bulunabilmek için helâl ve temizinden kazanmak ve maddî imkânları gönle koymadan sarf edebilmek îcâb eder. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Sâlih bir kimsenin elinde bulunan helâl ve faydalı mal ne güzeldir.” (İbn-i Hanbel, IV, 202)
Zîrâ sâlih kişi, merhamet ve şefkat sahibidir. Merhamet de, sende var olanı ondan mahrûm olana ikrâm etmendir. Diğer bir ifâdeyle merhamet, başkalarının mahrûmiyetini telâfî için onların yardımına koşmaktır. Merhamet ve cömertlik, dünyâda vicdan huzûru, âhiret için de ebedî saâdet müjdesidir.
Toplumlarda “ağniyâ-i şâkirîn” yâni şükreden ve infâk eden zenginler de, “fukarâ-i sâbirîn” yâni sabreden yoksullar da nâdir bulunan insanlardır. Bu sebeple her iki grup mü’minler de Allâh katında makbul kullardır. Şükür ehli cömert zenginler ile sabırlı ve haysiyetli fakirler, insanlık şerefinde ve ilâhî rızâda beraberdirler. Ancak İslâm’da, kibirli ve hasis zenginler ile hakkında takdîr edilene sabredemeyip isyanda bulunan fakirler zemmedilmiştir. Bu yüzdendir ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Yâ Rabbî! Fakirlik ve zenginliğin fitnesinden Sana sığınırım.” (Müslim, Zikir, 49) diye duâ etmiştir.
O hâlde kimde kanaat, tevekkül ve teslîmiyet gibi ulvî hasletler bulunur ise, gerçek zengin odur. Zenginliğin hakîkî saltanatı da, ancak infak saâdetiyle kâimdir.
Tebük Gazvesi için infak seferberliği başladığında, herhangi bir imkânı bulunmayan sahâbîler bile, mal ve candan fedâkârlık yapabilme heyecânıyla dolmuşlardı. Bunlardan biri olan Ebû Akîl -radıyallâhu anh-, bütün bir gece çalışarak iki ölçek hurma kazanmıştı. Bir ölçeğini ev halkına, bir ölçeğini de Tebük Seferi’ne iştirâk eden askerlere infâk etti.
Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allâh senin getirip verdiğini de alıkoyduğunu da bereketlendirsin!” buyurdu ve getirilen hurmayı, toplanan yardımlar içine döktürdü. (Taberî, Tefsîr, X, 251)
Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kirâm:
“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Şu cevâbı verdi.
“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yâni malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) (Çok büyük bir mal varlığına sahip olan) diğer bir kimse de malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)
Yâni birincisi, kendisinin de muhtaç olduğu bütün imkânlarının yarısını verdi; ikincisi ise, birincisinin infâk ettiğinden çok daha fazla olmasına rağmen, malının ancak küçük bir kısmını verdi. Demek oluyor ki infâkın makbûliyeti, onun maddî miktârının çokluğundan ziyâde, gönüldeki fedâkârlık duygusunun seviyesine bağlıdır. Meselâ Yermuk Harbi’nde üç şehîdin üçü de susuzluktan kıvranırken bir bardak suyu birbirine ikrâm etmeleri, gönüllerindeki infak duygusunun seviyesini göstermesi bakımından kâbına varılmaz bir numûne teşkil etmiştir.
İşte sahâbe neslinin ideali, Allâh Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmak idi. Bu yüzden onlarda merhamet ve zühd zirveleşti. Zîrâ o toplum, riyâzât hâlinde yaşıyordu. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş gibi israflar, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı idi. Onların zenginleri ağniyâ-i şâkirîn, fakirleri de fukarâ-i sâbirîn idi. Peygamber Efendimiz’in de, ganimetlerin geldiği vakitlerdeki hâli, ağniyâ-i şâkirîne; günlerce evinde sıcak yemeğin pişmediği ve açlıktan karnına taş bağladığı zamanlardaki hâli de, fukarâ-i sâbirîne en güzel bir misâl idi.
***
d. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
Rabbim, benimle alâkasını kesene sıla-ı rahimde bulunmamı emretti, (size de tavsiye ederim.)
Allâh Teâlâ, kullarına, akrabâlarıyla münâsebetlerini devâm ettirmelerini ve onlara ikram ve ihsanda bulunmalarını ısrarla emretmektedir. Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“Allâh Teâlâ beni akrabâyı koruyup gözetmek, putları kırmak ve Allâh’ın bir olduğunu bildirip O’na ortak koşulmaması gerektiğini anlatmak vazîfesiyle gönderdi.” (Müslim, Müsâfirîn, 294) buyurarak sıla-i rahim’in, yâni akrabâyı ziyâret etmenin, onları gözetip kollamanın ehemmiyetini beyân etmiştir.
Akrabâlar, bizim alâkamıza karşılık vermeseler, hattâ bizimle bağlarını koparsalar bile onlarla alâkayı devâm ettirmemiz ve onlara yumuşak bir lisân ile emr-i bi’l-mârûf’ta bulunmamız, îmânımızın gerektirdiği bir vazîfedir. Yine bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Akrabâsının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. (Gerçekte) akrabâyı koruyup gözeten kimse, kendisiyle alâkayı kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devâm edendir.” (Buhârî, Edeb, 15; Ebû Dâvûd, Zekât, 45)
Bu hususta da zirve misâl, hiç şüphesiz ki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Nitekim O, bir kurban kesecek olsa muhakkak Hazret-i Hatîce’nin akrabâlarına da gönderirdi.3 Yine O:
“Nesebinizi (soyunuzu), sıla-i rahimde bulunacağınız ölçüde öğrenin…” buyururdu. (Ali el-Müttakî, Kenz, X, 220, nr: 29162)
Cenâb-ı Hak, sıla-i rahim vazîfesini ihmâl eden, akrabâsını koruyup gözetmeyen kimselerin ziyâna uğrayacaklarını, âyet-i kerîmelerde şöyle bildirmektedir:
“Onlar ki, söz verip anlaştıktan sonra Allâh’a verdikleri sözü bozarlar. Allâh’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi (îman ve akrabâlık bağlarını) keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte zarara uğrayanlar onlardır.” (el-Bakara, 27)
“(Ey münâfıklar!) Siz iş başına geçecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkarır, akrabâlarla alâkanızı kesersiniz değil mi? İşte Allâh’ın lânete uğrattığı, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimseler bunlardır.” (Muhammed, 22-23)
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da, sıla-i rahim’e ehemmiyet vermeyen kimselerin ne dehşetli bir kayıp içinde olduklarını şöyle ifâde buyurur:
“Akrabâsıyla ilgisini kesen kimse, cennete giremez.” (Buhârî, Edeb, 11)
“Âhirette cezâsını ayrıca vermekle beraber, dünyâda Allâh Teâlâ’nın çabucak cezâlandırmasını en fazla hak ettiren günahlar, zulüm ve akrabâyı ihmâl etmektir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43; Tirmizî, Kıyâme, 57)
***
e. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
Rabbim, beni mahrum edene vermemi emretti, (size de tavsiye ederim.)
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“İyilikle kötülük bir olmaz Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost gibi olur.” (Fussilet, 34)
Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
“Seninle ilgisini kesenden sen ilgini kesme! Sana vermeyene sen ver! Sana kötülük edeni bağışla!” (İbn-i Hanbel, IV, 148, 158)
Hicretin yedinci senesinde Mekke’de kuraklık ve kıtlık başgöstermişti. Allâh Rasûlü, kendisine yirmi senedir amansız bir şekilde düşmanlık eden Mekkelilere, altın, arpa ve hurma göndererek yardımda bulundu. Ebû Süfyân, bunların hepsini teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıttı.
İnsan ihsâna mağluptur. İkram ve ihsan, düşmanın bile düşmanlığını yumuşatır. Allâh Rasûlü’nün Mekke fukarâsına yaptığı bu infâkı dolayısıyla Ebû Süfyân bile, kalbindeki katılık ve düşmanlık azaldığı için:
“Allâh, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın! Çünkü O, akrabâlık hakkını gözetti!” diyerek duyduğu memnûniyeti dile getirmiştir. (Ya’kûbî, Târîh, II, 56)
Bu âlicenaplık ve fazîlet karşısında pek çok insan İslâm ile şereflenmiştir.
Yûsuf -aleyhisselâm- da bu hususta güzel bir misâldir. Kardeşleri kendisini çekemeyip kuyuya attıkları hâlde o, kardeşlerine en güzel şekilde ikramda bulunmuş, hatâlarını yüzlerine vurmayıp onları affetmiş, bunun üzerine onlar da:
“...Yemîn ederiz ki Allâh, seni hakîkaten bizden üstün kılmıştır. Biz doğrusu hatâya düşmüşüz.” (Yûsuf, 91) demişlerdir.
Velhâsıl, insanları Hakk’a ve hayra yöneltmek için dâimâ onların kalbine giden bir damar bulmak îcâb eder. Bunun da en kestirme yolu; cömertlik, şefkat ve affedebilmektir. Yâni bu kalbî fazîletlerle Allâh’ın kullarına infâk edebilmektir.
Kâmil bir mü’min hâline gelerek Allâh Teâlâ’nın muhabbetine nâil olabilmek için “Allâh korkusu”nu dâimâ yüreğimizde taşımalı, öfke hâlinde de rızâ hâlinde de, yani her hâlükârda adâletten ayrılmamalı, fakirlikte de zenginlikte de iktisatlı davranarak imkânlarımız nisbetinde Allâh yolunda infâk edebilmeli, akrabâlarımızla alâkamızı kesmemeli, bizi mahrûm edene bile ikrâm etmeli ve bize zulmedeni dahî engin bir gönülle affedebilmeliyiz.
***
Rabbimiz, hulûlüyle müşerref olduğumuz üç ayları, içinde bulunduğumuz mübârek Şâban ayını ve onun müjdelediği Ramazân-ı Şerîf’i bütün ümmet-i Muhammed için hayırlı ve mübârek eylesin. Bilhassa, evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluş vesîlesi olan Ramazan-ı Şerîf’in mânevî müjdelerine nâil olabilmemizi nasîb ve müyesser eylesin! Bu ilâhî ikrâm ayında Rabbimiz cümlemizi gafletten muhâfaza buyursun!
Cebrâil -aleyhisselâm-, bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, ehemmiyetine binâen üç hususta îkazda bulunmuştu. Kâ’b bin Ucre -radıyallâhu anh- bunu şöyle anlatır:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizden, minbere yakın oturmamızı istedi. Biz de minberin tam önünde topluca oturduk. Bir basamak çıktı: “Âmîn!” dedi. Bir basamak daha çıktı. Yine “Âmîn!” dedi. Bir basamak daha çıktı. Yine “Âmîn!” dedi. Minberden indiğinde:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bugün Siz’den daha önce hiç işitmediğimiz yeni bir şey işittik.” dedik.
Bunun üzerine buyurdu ki:
“–Minberde iken Cebrâîl geldi. Bana birinci basamakta iken:
«–Ramazan-ı Şerîf’e erişip de bağışlanmayan, Allâh’ın rahmetinden uzak olsun!» dedi.
Ben de; «Âmîn!» dedim.
İkinci basamağa çıktığımda:
«–Yanında Sen’in adın söylendiği hâlde Sana salât ü selâm getirmeyen, Allâh’ın rahmetinden uzak olsun!» dedi.
Ben de; «Âmîn!» dedim.
Sonra üçüncü basamağa çıktığımda:
«–Ana-babasının yaşlılığına erişip de veya o ikisinden birinin ihtiyarlığını görüp de, cenneti kazanamayan kişi, Allâh’ın rahmetinden uzak olsun!» dedi.
Ben de; «Âmîn!» dedim.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 170)
Hadîs-i şerîf muktezâsınca, şu üç husûsa titizlikle riâyet etmemiz gerekmektedir:
1. Bilhassa ilâhî rahmetin tuğyân hâlinde olduğu bu mübârek günlerde anne-babaların gönüllerini daha ziyâde hoşnud etmeli, şâyet vefât etmişler ise onlar nâmına sadakalar ve ziyâfetler verip Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle onlara mânevî hediyeler ikrâm etmeliyiz.
2. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetimizi her zamankinden daha çok artırmalı, O’nun “örnek şahsiyet”ini hayatımızın her safhasında rehber edinmeliyiz. Gönlümüzden taşan salevât-ı şerîfeler, rûhumuza Efendimiz’in sadır âleminden akisler bahşetmelidir.
3. On bir ayın sultânı Ramazân-ı Şerîf’te namazlarımızı, Rabbimiz ile müstesnâ bir mülâkat vasfında kılmaya, oruçlarımızı bütün uzuvlarımız ile tutabilmeye gayret etmeliyiz. Bilhassa dilimiz rahmet tevzî etmelidir. Kadir gecemizin mânevî iklîminden lâyıkıyla istifâde etmeliyiz. Vereceğimiz zekât ve sadakalarla, garip, muhtaç, yetim ve kimsesizlerin gönüllerine bayram sevinci yaşatmalıyız. İç âlemimizi, bir gönle girebilmenin vicdan huzûruyla hakîkî bayramı idrâk etmenin niyâzı içinde bulundurmalıyız.
Rabbimiz, bu mânevî duygularla yaşanan mübârek Ramazân-ı Şerîfin feyz ve rûhâniyetini, on bir aya da yansıtabilmeyi cümlemize nasîb eylesin. Şu mübârek günler ve aylar hürmetine, Habîb-i Edîb’inin emir ve tavsiyelerine, gölgenin sâhibini tâkip ettiği gibi titizlikle ittibâ ederek, sevdiği kullarından olabilmeyi hepimize ihsân eylesin! Bizleri, bizzat terbiye ederek insanlığa “örnek şahsiyet” kıldığı Rasûlü’nün ahlâkı ile ahlâklandırsın ve yeryüzünde Yüce Zât’ının şâhitleri olan sâlih kulları zümresine ilhâk eylesin!..
Âmîn!
Dipnotlar: 1) Yazımız boyunca devam edecek olan hadîs-i şerîf için bkz: İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838. (Rezin tahric etmiştir.) 2) Bkz. Hâkim, el-Müstedrek, IV, 341. 3) Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20.
Altınoluk Dergisi Yıl: 2006 - Ay: Eylül - Sayı: 247
Konular
- Meal okuyarak dini anlamak
- NASIL HÜKMEDİYORSUNUZ
- Hayrettin Karaman Bey'den gelen cevaba cevabımdır
- Kur’ân’a Karşı Mes’ûliyetimiz
- Ebubekir Sifil hocamıza bir soru sorduk!
- BAZI ŞAHISLAR
- GAYR-I METLUV VAHİY
- İMAM EL-GAZÂLÎ VE İHYÂ
- Tasavvuf, İlâhî Takdirden Râzı Olma Sanatıdır
- Süleyman Ateş'in İlmihalindeki Yanlışlar Nelerdir?
- Eski Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş Hoca Vatan’da yazıyor
- AHMET HULUSİ’ NİN , İNSANI KÜFRE SOKACAK YANLIŞLARI
- Dinde Reformcular ile diyalogcuların benzer yönleri ve ehl-i sünntete saldırma sebebleri
- Kur’an’ı mehcur bırakmak
- Hayâtın Mertebe Mertebe Yükselişi
- AR DAMARI NASIL ÇATLAR?
- İSTİBRA - MÜSLÜMAN ERKEKLERİN DİKKATİNE - BİLHASSA İMAMLARIN-
- Ilgili Konular
- Eshab-ı Kiramın Büyüklüğü
- Yalnız Kuran Diyenler
- Vehhabilik
- Dinde Reform ve Reformcular
- Ehli Sünnet İtikadı
- Diyalogcular ve Diyalog Masalları
- Ehli Sünnet Alimleri
- Mezhepsizlik ve Mezhepsizler
- Hıristiyanlık ve Misyoner Faaliyetleri
- iPhone satin alan cehennemlik midir?
- Kaza ve Kader
- Peygamber Efendimiz (s.a.v.)