“Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” Hareketinin Seyrettiği İstikâmet

Aşağıda okuyacağınız ibret makalenin bir cümlesine katılmadığımı ifade etmeliyim. O da şudur : Bunca kelime-i küfrü kusan birine ben -haşa- ''hocaefendi'' demem! Gülen'le ilgili cancenk.blogspot.com'da da farklı uyarıcı bilgileri daha önce okumuştuk.( Abdülkadir )

F. Gülen Hocaefendi’nin Favorit Mecmuasındaki Mülâkâtı ve Bazı İfâdeleriyle Alâkalı Mülâhazalarımız

“Evet, aynı kökten geldikleri, aynı temel esaslara sahip bulundukları, aynı kaynaktan beslendikleri halde, asırlarca rakip dinler olarak yaşamış bulunan İslâm, Hıristiyanlık ve Mûse¬vîlik arasın-da başlayan, hattâ eski Hind ve Çin dinlerini de içine alacak şekilde gelişen diyalog teşebbüsleri¬nin olumlu netice-ler verdiği müşâhede olunmaktadır." (F.Gülen, Zaman, 04 Ekim 2004)

“Odessalı Hıristiyanların ise el¬bette rehberleri, din büyükleri vardır ve onla-ra söylenmesi gerekeni söyle¬mektedirler. Bir Müslüman, yani dinle¬rin temel birliğine inanan biri olarak, onların söylediklerinin bir Müslü¬man’ın söylediğinden ve söyleyece¬ğinden farklı olacağını düşünmüyo¬rum” (F.Gülen, Favorit, Nîsân 2009)

“Kâfire kâfir demek mü’minin vazi¬fesi değil. Kâfir demek insanın insan¬lığına saygısızlıktır.” (F.Gülen’le 11 Gün. s. 87)

“Biz renk körleriyiz” (F. Gülen’den naklen M. Şener)

“Bütün dinler buluşuyor, biz hepi¬miz kardeşiz” (4. Türkçe Olimpiyad finali)



Malumları, son zamanlarda Tür-kiye’nin gündemine giren ve üze-rinde harâretli tartışmaların cereyan ettiği mevzûlardan birisi de “Dinler-arası Diyalog ve Hoş¬görü” hare-keti olmuştur. Daha evvel pek âşinâ olmadığımız bu nev zuhûr mevzû, bilhâssa 1995’den sonra sür’atli bir inkişâf kaydetmiştir. Bunda, F.Gü len hocaefendinin son derece aktif bir rol oynadığı da herkes tarafın-dan bilinmekte ve kabûl edilmekte-dir.

“Dinlerarası Diyalog ve Hoş¬görü” hareketi; F. Gülen hocaefen-dinin; dînî bir cemâatin lideri olup, geniş bir nüfûz sâha¬sına sâhip olduğu; maddî-mânevî sevk ve idâresinde muhâfazakâr gazete, mecmua, radyo ve televiz¬yon gibi mühim neşir vâsıtalarıyla berâber dershâneler, kolejler ve üniversite-lerin de bulunduğu; kezâ, sevenle-rinin yurt içinde ve yurt dışında bir hayli aktif faaliyetler ifâ ettikleri; mühim bir finans müesse¬sesine sâhip bulunduğu da dikkate alındı-ğında, daha da ayrı bir ehemmiyet arz etmektedir.

Tabii bu arada “Dinlerarası Di-yalog ve Hoşgörü” hareketi ile alâkalı olarak zihinleri meşgûl eden; vuzûha kavuşmasını arzu ettiğimiz bazı “sisli” ve “mübhem” noktala-rın varlığı da, te’vil ve inkârı mümkin olmayan bir vâkıa olarak cümlenin mâlumu olsa gerek.

Meselâ, Vatikan’a gidilerek Pa-pa’nın ziyâret edilmesi ve; “Dinler-arası Diyalog İçin Papalık Konse-yi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyo-ruz”; “İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlar-dır.” gibi ifâdeler… On dört asırlık İslâm târihininin hiçbir safhasında emsâline rastla¬nılmayan bir ziyâret olup, son derece hayret ve endişey-le karşılanmışdır..

Bunların, yani bu “sisli” ve “mübhem” noktaların, birtakım “istifhamlara” sebebiyet verdiğini; kezâ bunlara karşı bazı “ithâm” ve “iddiâlar”ın mevcûdiyetini de ifâde etmeliyiz…

Yine bu “ithâm” ve “iddiâlar”ı ciddiye aldığımızı, daha doğrusu ciddiye almak mecburiyetinde bu-lunduğumuzu ve bunların tatmin edici cevablarının gâyet sarîh ve net olarak ortaya konulmasında mutlak zarûret olduğunu da ifâde etmek isteriz. Zira, zihinlerde mey¬dana gelen birtakım “şübhe”, “tereddüd”, hatta “teşevvüşler” var ki, bunlar, doğrudan halkımızın imân ve i’tikâdâtının sıhhat ve fesâdıyle alâkalıdır. Bu cihetle de hayâtî ehemmiyet arzetmektedir.

Evet, yukarıda işaret ettiğimiz hususlarla alâkalı olarak, Gülen hocaefendinin, Ukrayna’da münte¬şir Favorit mecmuasıyla Nisân 2009’da yaptığı mülakattaki, iki süâle karşı verdiği cevabı merkeze alıp, sonra da bu cevablarla şöyle veya böyle alâkalı gördüğümüz bazı hususları zikrederek mevzûyla alâkalı mülahazalarımızı arz etmek istiyoruz.

“Süâl: Hz. Îsâ’nın kişiliği İs¬lâm Dini’nde nasıl yorumlan¬maktadır?”

(…)

“Hz. Îsâ’ya ve Hz. Muham¬med’e, Kur’an’a ve İncil’e inan¬mayan bir Musevî yine Musevî-dir; Hz. Muhammed’e ve Kur’an’a inanmayan bir Hıristi¬yan yine Hıristiyan’dır ama, Hz. Îsâ’ya, Hz. Musa’ya, Hz. Davud’a, Hz, Sü-leyman’a, Hz. İbrahim’e, kısaca herhangi bir peygambere, bunun gibi İncil’e, Tevrat’a, Zebur’a inanmayan bir kimse asla Müs-lüman olamaz; bunlardan birine bile inanma¬mak, kişiyi İslâm dai-resinin dı¬şına çıkarır. Bundan dolayıdır ki, İslâm, kendinden önceki İlâhî gelenekleri asla dış-layıcı olma¬mış, onları kucakla-mış, birinci sorunun cevabında arz edilmeye çalışıldığı üzere, onların men¬suplarını Ehl-i Kitap olarak te¬lâkki etmiş, kendilerine ona göre davranmıştır.”

Ehemmiyetine binân şu ifâde¬lere dikkatleri çekmek istiyoruz:

“Hz. Îsâ’ya ve Hz. Muham¬med’e, Kur’an’a ve İncil’e inan¬mayan bir Musevî yine Musevî-dir” ,

“Hz. Muhammed’e ve Kur’an’a inanmayan bir Hıristi¬yan yine Hıristiyan’dır” cümlele¬rinin, “hâsıl-ı tahsîl”den başka bir mâna ifâde etmediğini, ancak büyük bir hakikatin ketmedildiğini ifâde etmek isteriz. Hakikati sak¬lamak ve ifâde etmekden imtinâ etmek, takdir edersiniz ki, büyük bir vebâl ve talihsizlikdir.

Şimdi bir de bu ifâdeleri, aşağı¬daki süâle karşı verilen şu cevab ile beraber mütâlea edelim:

“Odessalı Hıristiyanların ise elbette rehberleri, din büyükleri vardır ve onlara söylenmesi ge-rekeni söylemektedirler. Bir Müs-lüman, yani dinlerin temel birliği-ne inanan biri olarak, onla¬rın söylediklerinin bir Müslü¬man’ın söylediğinden ve söyle¬yeceğinden farklı olacağını dü¬şünmüyorum…”

Yani, “onların söylediklerinin bir Müslüman’ın söylediğinden ve söyleyeceğinden farklı ola¬cağını düşünmüyor”muş Hocae-fendi.

İşte o süâl ve cevabı:

Süâl: “Bütün dünya insanlığı için faydalı gayretlerde bulunan biri olarak, Odessa’lı Hıristiyan¬lara ne söylemek ve onlardan ne gibi dileklerde bulunmak ister¬siniz?”

Cevap: “Estağfirullah, bin de-fa estağfirullah. Yukarıda arz etmeye çalıştığım gibi, kimseye bir şey söyleme, yol gösterme mevkiinde değilim. İnsanlık için faydalı gayretlerde bulunduğum şeklindeki sözünüzü de sadece bir dua ve sizlerin bir teveccühü, hüsnüzannı olarak kabul edebili¬rim. Odessalı Hıristiyanların ise elbette rehberleri, din büyükleri vardır ve onlara söylenmesi ge-rekeni söylemektedirler. Bir Müs-lüman, yani dinlerin temel birliği-ne inanan biri olarak, onla¬rın söylediklerinin bir Müslü¬man’ın söylediğinden ve söyle¬yeceğinden farklı olacağını dü¬şünmüyorum. Hz. Îsâ gibi, bizim nazarımızda ülü’l-azm, yani tarih boyu gelmiş peygamberler ara¬sında en büyük beş peygamber¬den biri olan bir zatın ardından gitmek, onu takip etmek, yapıla¬bilecek en güzel şeylerdendir.”

“Bir Müslüman, yani dinlerin temel birliğine inanan biri ola¬rak…” ifâdesinin oldukça “muğ¬lak” ve “sisli” bir ifâde olduğunu; zihinlerinde “tevhîd-i edyân” takın-tısı olanlara medâr olacak birtakım “vehim” ve “vesvese¬lere” sebebi-yet vereceğini ifâde etmeliyiz. Yani, günümüzdeki muharref Yahudilik ve Hıristiyanlık ile İslam dini arasında bir “temel birliği”nden bahsetme-nin abes olduğunu söylemeye hiç hâcet var mıdır, bilmem ki?

Az-çok tahmin ediyoruz; “Efen-dim, Hocaefendi, onunla yok şunu kasdetmişdi, yok bunu kasdetmişdi…” diyerek bir takım mazeretlere sığınmak sûretiyle teselli bulmak ve avunmak iste¬yenler olacakdır. Ancak bunlara, nâfile tesellilerden ibârettir diyebili¬riz.

Sormak İstiyoruz:

“Odessalı Hıristiyanların ise elbette rehberleri, din büyükleri vardır ve onlara söylenmesi ge-rekeni söylemektedirler. Bir Müs-lüman, yani dinlerin temel birliği-ne inanan biri olarak, onla¬rın söylediklerinin bir Müslü¬man’ın söylediğinden ve söyle¬yeceğinden farklı olacağını dü¬şünmüyorum” diyen Hocaefen-di’ye, müsaadeleriyle şu hususu ehemmiyetle sormak iste¬riz:

“Odessalı Hıristiyanların reh-berleri, din büyükleri…” diye işâret ettiğiniz papazların, Odessalı Hıristiyanlara, Hz. Îsâ’nın “ilah” olduğunu, hem de “üç ilah’dan biri” olduğunu bugüne kadar söy-ledikleri gibi, bugün dahi söylemek-te olduklarını, hiç mi duymadınız, hiç mi işitmediniz?!. Duymadığınızı, işitmediğinizi kabul etmek mümkin olmadığına göre, bunu neyle izah edeceksiniz?

İsterseniz, “Odessalı Hıristi¬yanların rehberleri, din büyük¬leri” Hıristiyanlara neler “söylü¬yorlar”mış, bir görelim.

İşte onların imân esas¬ları:



"Görünen ve görünmeyen varlıkları Yaradanı, yeri ve göğü yaratan, Her şeye Kadir Tanrı Baba'ya inanıyorum. Tanrının biricik Oğlu tek Rab ve ezelde Baba'dan doğmuş olan Mesih İsâ'ya inanıyorum: O Tanrı'dan gelen Tanrı, Nur'dan Nur, Ger¬çek Tanrı'dan Gerçek Tanrı'dır. Yara-tılmış olmayıp, Baba ile aynı öz-dedir ve her şey onun aracılı¬ğıyla yaratılmıştır…." (Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, Fransızca'dan tercü-me eden: Dominik Pamir, s. 64)

“Bir Müslüman, yani dinlerin temel birliğine inanan biri ola¬rak, onların (yani papazların) söyledik-lerinin bir Müslüman’ın söyledi-ğinden ve söyleyeceğin¬den farklı olacağını düşünmüyo¬rum” diyen-lerin, diyebilenlerin, tam bir “küfür” ve “şirk” mani¬festosu olan bu ifâ-delere dikkat ve basîretle nazar buyurmalarını isteriz.

Ve ayrıca şunu sormak isteriz; bu ifâdelerde, zımnen küfrü takrir etmek gibi bir tehlikeyi “îhâm” eden mânâ yok mudur? Bunu sez-mek için dehâ sahibi olmak mı la-zım geliyor acaba?!. Neticesi son derece muhâtaralı bir vartaya düş-me tehlikesinden hiç mi endişe edilmiyor?

Hemen yukarıda görüldüğü üze-re “bir müslümanın söylediği ve söyleyeceği” ile, “onların (papaz-ların) söyledikleri ve söy¬leyecekleri” o kadar farklıdır ki; “müslümanın söylediği ve söy¬leyeceği” “imân” ve “tevhîd” olup, “onların (papazların) söyle¬dikleri ve söyleyecekleri” ise mutlak “küfür” ve “şirk”den ibâretdir. Kur’ân’ın ifâdesiyle birisi “nûr”, diğeri ise “zulümât”dır. Hocaefendi hakkında, “nûr” ile “zulümât” arasındaki o azîm “fark”ın farkına varamamasını tasavvur etmek mümkin olmadı¬ğına göre, bunun izahı ne ve nasıl olabi-lir ki? Cevabının ne olduğunu elbet-te bilmek isteriz.

Evet, “fark” o derece kat’î, o derece sarîhdir ki; “ebyenü mi-ne’ş- şems”. Binaenaleyh böyle bir söze terettüb edecek dinî-şer’î hükümden Allaha sığını¬rız.

Yine şu ifâdedeki vehâmete dik-katleri çekmek isteriz:

“Hz. Îsâ gibi, bizim nazarı¬mızda ülü’l-azm, yani tarih boyu gelmiş peygamberler arasında en büyük beş peygamberden biri olan bir zatın ardından git¬mek, onu takip etmek, yapılabi¬lecek en güzel şeylerdendir.”

Demek ne demekdir? Evet, bun-lar bir müslümana karşı söyle¬nebilir. Ancak buradaki muhatablar ise Hıristiyanlardır.

Bu söz, onlara zımnen: “Küf¬rünüze devam edebilirsiniz!.” Manasını tazammun etmez mi?

Bu ifâde de, i’tikâdî cihetten son derece tehlikeli bir ifâdedir. Zira Hıristiyanlar, “ardından git¬tiklerini” vehmettikleri zât’a yani Hz. Îsâ’ya “ülûhiyyet” pâyesi ver-mek suretiyle O’nu “ilâh” ola¬rak kabul etmektedirler. Bu sebeble mutlak “kafir” oldukları Kur’ân: 5/72,73; 9/30’da sarâhaten beyân buyrulmaktadır:

“Andolsun ki, ‘Allah kesin¬likle Meryem oğlu Mesîh’dir’ diyenler kâfir olmuşlardır….” (Kur’ân: 5/72)

“Andolsun ‘Allah üçün üçün¬cüsüdür’ diyenler de kâfir ol¬muşlardır…” (Kur’ân: 5/73)

Vâkıa bu iken:

“Hz. Îsâ gibi (…) bir zatın ar¬dından gitmek, onu takip etmek, yapılabilecek en güzel şeyler¬dendir.” demek ne demekdir? Evet, bunlar bir müslümâna karşı söylenebilir. Ancak buradaki muha-tablar ise Hıristiyanlardır.

Bu söz, onlara zımnen: “Küf¬rünüze devam edebilirsiniz!” mânasını tazammun etmez mi? Ve yahut da, –hafizenallah- “küfre rıza küfürdür” hükmüne girerse?! Böy-le bir felakete nasıl cür’et edi¬lebilir?!. Bunlar hiç kale alınmıyor mu?

Avâmm-ı nâs (aslı yazılacaksa “m” iki defa yazılmayacak mı?))bunu nasıl anlar, neye hük¬mederler? Bunların dikkate alın¬ması icap etmez mi? Ya birilerinin hatalı anlamasına sebebiyet veri¬lirse? Buna terettüb edecek dinî ve şer’î hüküm hiç hesâb edilmiyor mu acaba?

Hasbeten lillah şunu hatırlat¬mak isteriz:

Bu ifâdelerle “kimlere, ne mal-zemeler verildiğinin” farkın¬dalar mı acaba?!.

Yine diyorlar ki:

“İslâm, kendinden önceki İlâhî gelenekleri asla dışlayıcı olma-mış, onları kucaklamış, (…) onla-rın mensuplarını Ehl-i Kitap ola-rak telâkki etmiş, kendilerine ona göre davranmıştır.”

Bunun da son derece muğlak bir ifâde olduğunu söylemek iste¬riz. Bu ifâdeye ileride yine dönece¬ğiz. Ancak burada şu kadarını ifâde etmek isteriz:

Daha düne kadar talebelerin ba-rındığı apartman dâirelerinde bütün talebelere okutulup takrir edilen “Çağdaşlık mı İnhirâf mı” isimli kitabın 184. sahifesinde aynen şu ifâdelere yer alıyordu:

“Hz. İbrâhim’den sonra risâlet, Hz. İshâk’ın soyundan yürümüş ve gelen her peygam¬ber İslâm’ı temsil etmiş olmakla birlikde, Tevrât’ı tahrif eden, tev-hidi şirke dönüştüren İsrâiloğulları büyük çoğunlu¬ğuyla Hz. Îsâ’ya da inanmayıp, neticede Yahudiler olarak ehl-i kitab olma durumuna düşmüş¬lerdir. Hz Îsâ’dan sonra, ona iman ve ittibâ edenler de za¬manla büyük ihtilaflara düşmüş ve neti-cede İncil tahrifata uğra¬dığı, hat-ta elde Hz. Îsâ’ya nâzil olan İncil diye bir kitab kalma¬dığı gibi, tevhîd de teslise dö¬nüştürülmüştür.”

Bu paragrafda geçen iki nok¬taya dikkatleri çekmek isteriz:

Bir; “tevhidi şirke dönüştüren İsrâiloğulları…”

İki; “tevhîd de teslise dönüş¬türülmüştür.”

Hocaefendinin ““İslâm, ken¬dinden önceki İlâhî gelenekleri asla dışlayıcı olmamış, onları kucaklamış” derken “İslâm”a kimleri kucaklatmış oluyor; dikkat buyurula:

“Tevhidi şirke dönüştüren” müşrikleri; “tevhîdi teslise dö¬nüştüren” ve “Allah kesinlikle Meryem oğlu Mesîh’dir” diyen kâfir/müşrikleri…

Kendileri, on dört asırlık İslâm tarihinde bir ilke imza atmak sûre¬tiyle Papaları, patrikleri, haham¬ları… “kucaklamak”da bir beis görmeyebilirler. Kendileri onları “kucakladı” diye, elbette “İs¬lâm”ın da onları kucaklaması icap etmez.

Hocaefendi; “onların men¬suplarını Ehl-i Kitap olarak te¬lâkki etmiş, kendilerine ona göre davranmıştır” derken de “tevhîdi şirke dönüştüren”, “tevhîd”i “de teslise” “dönüştür”enler için, yani lafın Türkçesi müşrikler için “Ehl-i Kitap olarak telâkki etmiş, kendi-lerine ona göre davranmış¬tır” demek sûretiyle onlara, ol¬duklarından başka bir statü ver¬meye gayret etmiş oluyor ki, bu ifade ile verilmek istenilen mesaj, ne yazık ki, doğru değildir; haki¬katleri hevâ ü hevese fedâ etmekdir. Bununla kimlerin gönlü¬nün alınacağı, kimlerin memnun edileceği, izâhdan vâreste olsa gerek.

Dinî mes’elelerde, hele de bu mes’eleler i’tikâda taallük eden mes’eleler ise, orada bu gibi tavizkâr davranışlar aslâ tecviz edilemez.

Kur’ân’a rağmen Ehl-i Kitab için herhangi bir statü ta’yin ve tesbit etme cür’eti, hiç kimsenin haddine düşmemişdir.

Esasen Hocaefendi ve ondan mülhem olsa gerek, en yakınındaki kadro arasında Ehl-i Kitab ile alâ-kalı olarak Kitab ve Sünnet ile te’lifi mümkin olmayan yepyeni bir telakki ve zihniyetin hâkim oldu¬ğunu görü-yor ve bu sakîm zihniye¬tin kabûlü için olağan üstü gayret¬lerin sahne-lendiğini müşâhede ediyoruz.

Bu cümleden olmak üzere, Hocaefendi'nin mânevî başkanı bulunduğu "Gazeteciler ve Ya¬zarlar Vakfı KADİP" bünyesinde yapılan bir konuşmadan aşağıya nakledeceğimiz hususlar, iddiamızı te’yid eder mahiyettedir. Vatikan temsilcisi George Marovitch, Dozideos Anagnasdopavios ve Yusuf Altıntaş gibi Kilise ve Hav-ra mensublarının huzurlarında Prof. Karaman tarafından yapılan konuşma, "Polemik Değil Diya¬log" ismiyle neşredilen kitabdan aynen iktibas ederek naklettiğimiz şu ifadelere lütfen dikkat buyurula:

1)“Bütün insanların Müslü¬man olmaları’ dinin, Kur’ân’ın hedefi değildir.” (Polemik Değil Diyalog, s. 41);

2) “Müslümanların çoğu ‘Pey-gamberin, bütün din sâlikle¬rini İslâm’a çağırdığına’ inanırlar” (Polemik Değil Diyalog, s. 35);

3) “Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun!’ demi¬yor, ‘Hıristiyaanlar mutlaka Müs-lüman olsun!’ demiyor.” (Po¬lemik Değil Diyalog, s. 35);

4) “Diyaloğun hedefi, tek bir dine varmak, dinleri teke indir¬gemek olmamalı” (Polemik Değil Diyalog, s. 36);

5) “Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i kitabla ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, âhirete iman ve amel-i salihdir. Kur’ân birçok âyet-te bunu söylüyor; yani ‘Pey¬gambere iman edin’ demiyor.” (Polemik Değil Diyalog, s. 37);

6) “Ben diyorum ki, İslâm, Ehl-i kitâba, tek seçenek olarak –son dinin mensubu olma mana¬sında- Müslüman olmaya çağır¬mıyor. ‘hanifiyyet’ (Hz. İbrahim çezgisindeki tevhîde ve bu ma¬nada İslâm’a) çağırıyor. (Polemik Değil Diyalog, s. 37);

7) “Bu arada şu var, hani kor¬kulan şey, böyle dersek, böyle inanırsak ‘Hıristiyan ve Musevi Müslüman olmaz’ deniyor, bun¬dan endişe ediliyor.

“-E olmazsa olmasın.

“-Peki, ama Kur’ân bunları Müslüman olmaya davet ediyor.

“-Acaba? (Polemik Değil Diya¬log, s. 36)

Bir makalemizde bunlardan bahsederek tenkid etmemiz üze¬rine, Prof. Karaman bize cevab vermiş ve konuşmasında üç görüşden bahsettiğini, yukarıdaki ifadelerinin de bu üç görüşden birisi olduğunu söyleyerek aynen şöyle demişdir:

“Kendim üçüncü görüşü be¬nimsediğimi söylemedim ve sa-vunmadım, yalnızca naklettim ve delillerini verdim. Ayrıca bu gö-rüşün de savunulabileceği kana-atindeyim.” (Yeni Şafak, 22.8.2008)

Prof. Karaman, o konuşma¬sında “Kendim üçüncü görüşü benim-sediğimi söylemedim ve savun-madım” diyor. Ancak ce¬vabî yazı-sında “Ayrıca bu görü¬şün de savunulabileceği kanaa¬tindeyim” diyorlar ki, aradaki tezada dikkatleri çekmek isteriz.

Prof. Karaman’a; yukarıda ge¬çen bilhâssa 2, 3 ve 7. bendlerdeki ifadeleri üzerinde bir def’a daha teemmül ve tezekkür etmelerini tavsiye ediyoruz. Takdir kendile¬rine âiddir.

Sanki Necib Fazıl’ın 1949’da Büyük Doğu’da:

“Heeeeey, heeeeey, heeeeey Müslüman Türk topluluğu!!!” diye haykırarak ifade ettiği “Pey¬gamber ve şeriat farkı ihtilafını kaldırıp, sadece Allahın varlığı ve birliği üzerine müesses yeni bir din sevdası”nın hayata geçi¬rilmeye çalışıldığı hissine kapılmakdan, doğrusu kendimizi alamıyoruz.

Kur’ân Ne Diyor?

Kurucan Ne diyor?

Ahmet Kurucan diyor ki:

“Kur'anî perspektifi esas alarak inanç bağlamında insanların kate¬gorilerine bakalım önce. Genel anlamda Kur'an'a göre insanlar Müslüman, kâfir/müşrik ve ehl–i kitap olmak üzere üçe ayrılır. Sabiiler, münafıklar vb. inançları da hesaba katacak olursak üç rakamı-nı çoğaltabiliriz. Ama biz genel anlamda meseleye bakaca¬ğımız için bunu Müslüman, kâ¬fir/müşrik ve ehli kitapla sınırlandı¬rılmasının daha doğru olacağını düşünüyoruz. (…) Müslümanlar yukarıda izah ettiğimiz teorik te¬mellerden uzakla-şarak karşı tarafı ehli kitap olması-na rağmen kâfir diye adlandırmıştır. Bu yanlışlığı müdafaa edecek deği-lim; ama şu kadarını da ifâde etme-den geçe¬meyeceğim: Zannediyo-rum bu adlandırmada dönemin tarihsel şartlarının ciddi rolü var.” (Ahmet Kurucan, Zaman, 15.5.04)

Bu ifâdeye göre insanlar, “Müs-lüman, kâfir/müşrik ve ehli kitap” olarak tasnif ediliyor ve Ehl-i Kitab küfür dairesinin haricinde kabul ediliyor. Bununla da kalma¬yıp;

“Müslümanlar yukarıda izah ettiğimiz teorik temellerden uzak¬laşarak karşı tarafı ehli kitap ol-masına rağmen kâfir diye ad¬landırmıştır. Bu yanlışlığı müda¬faa edecek değilim” demek cür’etinde bulunuyor.

Galiba Ehl-i Kitab ile diyalog aşkı bu ifâdelerin sahibini o denlû kör ve o denlû sağır hale getirmiş ki, söylediklerinin nereye vardığı¬nın farkında değil.

Halbuki, Ehl-i Kitab’ı bizâtihi Kur’ân’da tekfir eden Allah Teâlâ hazretleridir. Bu sebeble A. Kurucan, “Bu yanlışlığı müdafaa edecek değilim” derken, kimi yan-lışlıkla itham ettiğinin farkında değil. el- Iyâzü billah!..

Oysa, aynı A. Kurucan, apart¬man dâirelerinde barındırılan tale¬beler için tertibedilen seminer ça-lışmalarında ders kitabı olarak itti-haz edilen ve Hocaefendinin te’lifi olduğu söylenilen “Çağdaşlık mı İnhiraf mı” isimli eserde (s. 184) yer alan şu ifadeleri öğretiyordu talebe-lere:

“Hz. İbrâhim’den sonra risâlet, Hz. İshâk’ın soyundan yürümüş ve gelen her peygamber İslâm’ı temsil etmiş olmakla birlikde, Tevrât’ı tahrif eden, tevhidi şirke dönüştü¬ren İsrâiloğulları büyük çoğunlu¬ğuyla Hz. Îsâ’ya da inanmayıp, neticede Yahudiler olarak ehl-i kitab olma durumuna düşmüşler¬dir. Hz Îsâ’dan sonra, ona iman ve ittibâ edenler de zamanla büyük ihtilaflara düşmüş ve neticede İncil tahrifata uğradığı, hatta elde Hz. Îsâ’ya nâzil olan İncil diye bir kitab kalmadığı gibi, tevhîd de teslise dönüştürülmüştür.”

Kur’ân Ne Diyor?

“Andolsun ki, ‘Allah kesin¬likle Meryem oğlu Mesîh’dir’ diyenler kâfir olmuşlardır….” (Kur’ân: 5/72)

“Andolsun ‘Allah üçün üçün¬cüsüdür’ diyenler de kâfir ol¬muşlardır…” (Kur’ân: 5/73)

Görüldüğü üzere, Kur’ân’da Ehl-i Kitab sarâhaten tekfir edil¬mektedir. Hatta Râzî gibi bazı mü-fessirlere göre Hıristiyanlar sadece “kâfir” olmayıp, aynı za¬manda “müşrik”dirler. Nitekim Tevbe: 30’un tefsiri sadedinde Faruddîn Râzî diyor ki:

“Bil ki Allah Teâlâ, önceki âyet-te, Yahudi ve hırıstiyanların, kendi-sine iman etmediklerini belir¬tince, bu âyette de bunun sebebini beyan etmişdir. Zira Cenab-ı Hakk, onla-rın, Allah’a bir oğul nisbet ettiklerini nakletmişdir. Binaen aleyh, kim ilâh hakkında böyle bir şeyi tecviz eder-se, o hakikatde ilâhı inkar etmiş demekdir. Yine Cenab-ı Hakk, her ne kadar şirki söyleme yolları farklı ise de onların müşrikler gibi olduk-larını beyan etmişdir. Çünkü, puta tapanlarla, Mesîh’e veya başkasına tapanlar arasında bir fark yokdur. Zira şirk, insanın Allah’ın yanında başka mâbûd veya mâbûdlar edin-mesi demekdir. Binâenaleyh, böyle bir şey tahakkuk edince, şirk de sâbit olur. Hatta biz iyi düşünürsek, puta tapanların küfrünün, Hıristiyan-ların küfründen daha hafif olduğunu anlarız. Çünkü puta tapan, “Bu put âlemin yaratıcısı ve âlemin ilâhıdır” demiyor, aksine onu Allah’a ibade¬tine vâsıta yapıyor. Ama Hıristi¬yanlara gelince, onlar Allah hak¬kında hulûl ve ittihadı kabul edi¬yorlar ki, bu son derece çirkin bir küfürdür. Böylece, hulûle inanan¬larla diğer müşrikler arasında bir farkın bulunmadığı sabit olmuş olur.” (Faruddîn er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mafâtîhu’l- Ğayb tercümesi, Prof. Dr. Suat Yıldırım ve arkadaşları, c. 11, s. 479)

اعلم أنه تعالى لما حكم في الآية المتقدمة على اليهود والنصارى بأنهم لا يؤمنون بالله ، شرح ذلك في هذه الآية وذلك بأن نقل عنهم أنهم أثبتوا لله ابنا ، ومن جوز ذلك في حق الإله فهو في الحقيقة قد أنكر الإله ، وأيضاً بين تعالى أنهم بمنزلة المشركين في الشرك ، وإن كانت طرق القول بالشرك مختلفة ، إذ لا فرق بين من يعبد الصنم وبين من يعبد المسيح وغيره لأنه لا معنى للشرك إلا أن يتخذ الإنسان مع الله معبوداً ، فإذا حصل هذا المعنى فقد حصل الشرك ، بل إنا لو تأملنا لعلمنا أن كفر عابد الوثن أخف من كفر النصارى ، لأن عابد الوثن لا يقول إن هذا الوثن خالق العالم وإله العالم ، بل يجريه مجرى الشيء الذي يتوسل به إلى طاعة الله . أما النصارى فإنهم يثبتون الحلول والاتحاد وذلك كفر قبيح جداً ، فثبت أنه لا فرق بين هؤلاء الحلولية وبين سائر المشركين ، ( تفسير الرازي، ج: 7، ص:499 )

Yine İbn Hazm da “el-Fisal fi’l- Milel…” isimli eserinin C. 3, s. 111’de diyor ki;

اليهود والنصارى وهم كفار بلا خلاف من أحد من الأمة ومن أنكر كفرهم فلا خلاف من أحد من الأمة في كفره وخروجه عن الإسلام

“Yahudi ve Hıristiyanların küf-rü hakkında ulemâ-i ümmetden hiç kimseden hilâf vâkı’ olmadığı gibi, keza onların küfrünü inkar eden kimsenin küfrü ve İslâm dininden çıkmış olması husû-sunda da hiçbir ihtilâf olmamışdır.”

Yani, Yahudi ve Hıristiyanların küfründe hiç ihtilâf olmadığı gibi, keza, onların küfrünü kabul etme-yenlerin küfründe de ihtilâf olmamışdır.

Nitekim “Tehzîb’ü Risâleti’l-Bedri’r- Reşîd”de de

أو لم يكفر من دان بغير الاسلام كالنصارى، أو شك فى كفرهم، أو صحح مذهبهم..

“Yahut kim Nasârâ gibi İs-lâm’dan başka bir dîn üzerinde olanları tekfîr etmezse; yahut onla-rın küfründe şübhe ederse; veya mezhebleri doğrudur, derse... tekfîr olunur” (s.12) deniliyor.

Zaten, Allah Teâlâ Kur’ân’da on-ların küfrünü sarâhaten beyan bu-yururken, onun hilâfına bir iddiâda bulunmak, kimin haddi olabilir ki?. Meğer ki, bazıları gibi “diyalog” aşkıyla mest-i lâ ya’gıl olsun.

Yine Hocaefendi’nin mânevî hi-mâyelerinde faaliyet gösteren Ga-zeteciler ve Yazarlar Vakfı bünye-sinde bulunan KADİP tarafından Türkçe/Rusça olarak neşredilen DA mecmuasında, yukarıda ifâde etmeye çalışdığımız zihniyetin pro-pagandasına şâhid oluyoruz:

“İslâm’a göre inançsızlar ate-istler ve putperestlerdir. Allah’ın kendilerine Kitab verdiği Yahudi-ler ve Hıristiyanlar ise inançlıdır.” (İman Valeriya Porohova, DA diyalog Avrasya, sayı 21)

Yukarıdaki “inançsızlar”ı, her-halde kâfir; “inançlı”ları da mü’min olarak anlamak lazım. Bu takdirde, Ehl-i Kitab, evvela kâfir olmakdan kurtarılıyor; bununla da iktifâ edilmeyip mü’min oldukları iddia ediliyor.

Burada hem A. Kurucan ve hem de DA mecmuasındaki makale sahibi İman Valeriya Porohova’ya şun hatırlatmak isteriz:

“Ebû Hanife rehimehullah şöyle buyurdu:

-Said b. El-Müseyyeb’den ba-na ulaşdığına göre, kâfirleri bu-lundukları mevkie indirmeyen onlar gibidir.” (İmam-ı Â’zam’ın Beş Eseri, tercüme, Prof. Dr. Mustafa Öz, İFAV, 3. baskı 2002, s. 43)

Keza, Mayıs 2004’de, Mar-din’de icrâ edilen milletlerarası “Dinler ve Barış” sempozyumun-da, çan ve ezân refâkatinde Rum, Ermeni ve Süryânî Patrikleriyle, Yahudi Hahamı’nın peşine takılıp, sembolik sırat köprüsünden geçi-lerek, haşr meydanına ve oradan da cennete girme merasimi ve bu merasimin aynı anda, 142 televiz-yondan canlı olarak bütün dünyaya gösterilmesi de aynı zihniyetin bir başka ifâdesi olsa gerek.

Mezkûr sempozyum ile alakalı olarak medyaya intikal eden “DİNLER KARDEŞTİR” haberini okuduğumuz zaman gözlerimize inanamamış idik.

Yine 2004’de FKM’de icrâ edilen “Dinler ve Barış Sempozyu-mu’nda, Papaz Hans Küng’ün şu ifâdesi dile getiriliyordu:

“Dinler arası barış olmadan, dünya barışı gerçekleşemez. Diyalog olmadan, dinler arası barış gerçekleşemez.”

Lütfen söyler misiniz; dinler na-sıl barışacak? Hak dîn İslâm, bâtıl dinlerle nasıl barışmış olacak. İslâm, onların da birer hak din ol-duğunu mu kabul edecek? Bunun bir “Tevhîd-i edyân” projesi oldu-ğunu anlamamak için, ancak ebleh olmak lazım. Sözü uzatmaya lüzûm var mı? Gerisini siz tasavvur ediniz.

Böylece, “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü”nün, nasıl bir sevdâ peşinde olduğunu da ayân beyân anlamış oluyoruz. “Dünya barı-şı”ndan bahsedenler, zamirlerinde nelerin gizlendiğini bu ifâdelerle az-çok ortaya koymuş oluyorlar.

Bunun son derece karanlık bir proje olduğunu anlamak için her-halde dâhi olmaya ihtiyaç olmasa gerekdir.

Bir Başka Misâl:

“Mardin, Alon'un da bu utangaç-lıkla söylediği gibi hepimize 'Bu üç dinin üstünlük taslanmadan nasıl birbirleri ile bağlantılı iç içe geçmiş olduğunu gösterdi.'

“Yeter ki rasyonel ve pragmatik bir model olarak da önümüzde bulunan İbrahim'in ayak izlerini takip edelim; Mardin, Urfa, İstanbul, Roma, Kudüs ya da Mekke, aslında hepsi aynı izin peşinde…” (Eyüb Can, Zaman, 14.4.2000)

Şu ifâdedeki vehâmete dikkatleri çekmek isteriz:

“Bu üç dinin üstünlük tas-lanmadan…”

Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ buyuruyor ki:

“O Allahtır ki O, Rasûlü’nü hi-dâyet kânunu (Kur’ân) ve hak (tevhîd) dîni ile bütün dinlerin üzerine geçirmek için gönderdi, müşrikler isterlese hoşlanmasın-lar!” (Kur’ân: 9/33)

“O, odur ki Rasûlünü hidâyet rehberi ve hak diniyle (Hakk’ın diniyle) gönderdi, onu her dînin üstüne çıkarmak için!. Şâhid olarak da Allah yeter! (Kur’ân: 48/28) (Her iki âyet-i celîlenin meâli, Elmalılı Hamdi Efendi tefsirinden ikti-bas edilmişdir.)

“Bu üç dinin üstünlük tas-lanmadan…” ifâdesini kullanan şahsın, kendi dîni hakkında ne denlû cehâlet içinde olduğunu; buna rağmen nâsıh-ı a’zâm rolleri-ne bürünerek âleme akıl verme cür’et ve küstahlığında bulunduğu-nu söylemeye hâcet var mı?!

Ancak, bu şahsa, böylesine va-hîm ve sakîm bu fikrin kimden veya kimlerden mülhem olduğunu da hesaba katmanın lüzûmuna işâret etmek isteriz.

Yani “rakip dinler olarak ya-şamış bulunan İslâm, Hıristiyan-lık ve Musevilik”den dem vuranla-rı…

“Aynı kökten geldikleri, aynı temel esaslara sahip bulundukları, aynı kaynaktan beslendikleri halde asırlarca rakip dinler olarak yaşa-mış bulunan İslâm, Hıristiyanlık ve Musevilik arasında başlayan diya-log çalışmalarının, eski Hind ve Çin dinlerini de içine alacak şekilde gelişeceği günler uzak değildir” diyenleri…

(M, Fethullah Gülen’in, Milletlerarası Diyalog Derneği tarafından 29-30 Nisân 2005 tarihlerinde Wisconsin-Madison Üniversitesi'nde gerçekleştirilen "İslâm ve Diyalog" konulu konferansa gön-derdiği mesaj, Zaman 21 Ağustos 2005, Pazar)

İslâm, Hıristiyanlık ve Musevi-lik’in “Aynı kökten geldikleri, aynı temel esaslara sahip bulundukla-rı, aynı kaynaktan beslendikleri” şâyet doğru ise; o halde buna ne diyeceksiniz:

"Görünen ve görünmeyen varlıkları Yaradanı, yeri ve göğü yaratan Her şeye Kadir Tanrı Baba'ya inanıyorum. Tanrının biricik Oğlu tek Rab ve ezelde Baba'dan doğmuş olan Mesih İsâ'ya inanıyorum: O Tanrı'dan gelen Tanrı, Nur'dan Nur, Gerçek Tanrı'dan Gerçek Tanrı'dır. Yara-tılmış olmayıp, Baba ile aynı öz-dedir ve her şey onun aracılığıyla yaratılmıştır…." (Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, Fransızca'dan tercü-me eden: Dominik Pamir, s. 64)

İslâm’ın esası; “Lâilâhe illellah, Muhammedü’r-Rasûlullah” keli-me-i tayyibesinde ifâdesini bulan tevhîd-i İlâhî ve risâlet-i Muham-medî’dir. Yukarıdaki şirk manifesto-sunun bu esas ile ne alâkası var!

E. Can’a göre:

“Mardin, Urfa, İstanbul, Roma, Kudüs ya da Mekke, aslında hep-si aynı izin peşinde…” imiş.

“Roma”, yani Vatikan… Nasıl oluyor da, “Küdüs”, ya da “Mekke” ile aynı izin peşinde oluyormuş?!.

Bu sakîm mantığın sahibi E. Can’a; “İslâmiyet ile Hıristiyanlık arasında fark nedir” diye bir süâl vâki olasa, acaba ne cevab verirler ki?

Hatırlatmak isteriz: “Allah nez-dinde hak din İslâm’dır.” (Kur’ân: 3/19)

“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) aslâ kabul edilme-yecek ve o, ahrette ziyân eden-lerden olacakdır.” “ (Kur’ân: 3/85

1453’deki İddiâ:

1453 isimli mecmûada yer alan şu ifâdeye dikkatleri çekmek isteriz:

"Semâvî dinlerin buluştuğu İstanbul'da, şehre mühürlerini vuran Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Musevilik. Bu üç ayrı din ne-dir? Aynı kaynaktan beslenen, birbirine çok yakın ancak yakla-şımları farklı, ama ayrı pencere-den aynı bahçeye açılan kalb ve inanç gözü değil midir? İşte İs-tanbul bu farklılıkların tümünü yozlaştırmadan, incitmeden bü-tün görkemi ile bünyesinde bu-luşturan bir şehir. Camiler, kilise-ler, sinagoglar bu potanın içinde özgürce yükselen inanç âbidele-ri" ifâdesi, basîret sâhiblerine her şeyi ayân beyân ortaya koymakta-dır. Allah aşkına lütfen;

"Bu üç ayrı din nedir?"süâline verilen şu cevaba bakı-nız:

"Aynı kaynaktan beslenen, birbirine çok yakın ancak yakla-şımları farklı, ama ayrı pencere-den aynı bahçeye açılan kalb ve inanç gözü değil midir?

Yani İslâm ile Hıristiyanlık ve Musevilik arasındaki fark sadece "aynı bahçeye" "ayrı pencere-den" bakmakdan ibaret miş(!).

Yani "aynı kaynaktan bes-len"me ve "aynı bahçeye açılan kalb ve inanç gözü" olma gibi bir yakınlık ve "aynı"lıkdan bahsedil-mek sûretiyle, bunlar arasındaki fark, "var" ile "yok" arası bir nok-taya ircâ edilmiş oluyor ki, imân sahibi bir müslümânın, böyle bir şeyi ne kabûl etmesi, ne de tasav-vur etmesi mümkindir. Ne yazık ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bu dalâlete âlet ediliyor.

Sonra; "kiliseler, sinagoglar" nasıl olup da " inanç âbideleri." oluyormuş? Bâhusûs "inanç" keli-mesi, "imân" ve “i’tikâd” kelimele-rine mukabil kullanılmaktadır. Dolayısıyle " kiliseler, sinagoglar bu potanın içinde özgürce yükse-len inanç âbideleri." cümlesi; "kiliseler, sinagoglar bu potanın içinde özgürce yükselen imân/ i’tikâd âbideleri" mânâsına gelir ki, böyle bir ifâde, -neresinden bakar-sanız bakınız- mahzâ dalâlettir.

Bütün bunlar bir araya getirilip beraberce mütalea edildiği zaman, ortaya çıkan neticeyi tasvib etmek mümkin değildir; zira "takrîb-i edyân"a benzer bir ucûbe çıkıyor ortaya. Ne yazık ki, bu “ucûbe” zihniyetin bir kısım mehâfilde, fev-kalâde itibâr görüp, himâye edildi-ğini görüyoruz.

Ve Hocaefendi Devam Ediyor:

“İslâm, kendinden önceki İlâhî gelenekleri asla dışlayıcı olma-mış, onları kucaklamış…” der-ken, İslâm’ın bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudiliği “kucaklamış” oldu-ğunu mu imâ veya işâret edilmeye çalışılıyor acaba?

Şâyet böyle ise bu mantığa gö-re, İslâmiyet’in; kendisine âid imân ve i’tikâd esaslarını tasdik ve ikrar etmeyen Yahudi ve Hıristiyanları “kucaklaması” icap eder ki, o takdirde bunların Kur’ân tarafından hiçbir şübhe ve tereddüde mahal bırakmayacak tarzda (Kur’ân: 5/72,73; 9/30) tekfir edilmeleri ne ile ve nasıl izah edilecekdir?

Ve bu durumda: “İslâm, ken-dinden önceki İlâhî gelenekleri asla dışlayıcı olmamış, onları kucaklamış…” diye iddiâda bu-lunmak, Kur’ânî hakîkatler karşı-sında ne mânâ ifâde eder?

Sormak isteriz; Peygamberimiz aleyhisselâm, kimlerle harb etmiş-di? O günkülerle bugünküler ara-sında ne gibi bir fark var acaba?

Hulefâ-i Raşidîn, eshab-ı güzîn kimlerle karşı harb etmişlerdi? Hak-larında; “küffâra karşı ğayet şedîd, aralarında ise ğayet mer-hametlidirler” diye medh-i İlâhî vâkı’ olanlar kimler idi? Ve bu “şid-det” kimlere karşı idi?

Unutulmamalıdır ki; İslâm ancak hakkıyle kendi mensublarını “ku-caklar” ve “kucaklayabilir”.

Yine “Kâfire kâfir demek mü’minin vazifesi değil. Kâfir demek insanın insanlığına saygı-sızlıktır” (F.Gülen’le 11 Gün, s. 87) diyenlere;

“De ki: Ey kâfirler! Tapmam o taptıklarınıza…” hıtâbı ile başla-yan, Kur’ân-ı Kerîm’in 109. sûre-i celîlesini hatırlatmak isteriz. Ayrıca bu sûre-i celîlenin isminin de “Sûretü’l-Kâfirûn” olduğunun bilinmesini isteriz.

Bu hakikat karşısında; “Kâfire kâfir demek mü’minin vazifesi değil. Kâfir demek insanın insan-lığına saygısızlıktır” ifâdesinin ki me râci olduğunu sormak isteriz.

Temenni ederiz ki, böyle bir ifâ-de Hocaefendi’den sâdır olmamış dır.

Hocaefendi’ye isnâd ve izâfe edilen “Biz renk körleriyiz” ifâde-sinin de son derece “muğlak”, “mübhem” ve her tarafa çekilmeye müsaid bir tabir olduğunu ifâde etmeliyiz. Zira “renk”, “fark”ı ifâde eder. “Fark”a itibar edilmemesi mümkin mi? Elbette hak ve bâtıl din ve mezhebler arasındaki derîn farklar vardır. Buna karşı kim istiğ-na gösterebilir?

Mezkûr mülakat şu cümlelerle sona ermektedir:

“Şahsımla röportaj adına sorduğunuz sorulara cevaplarım aşağıdadır. Saygılarımla arz eder, sağlık ve afiyetler dilerim.”

Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere, yukarıdaki cevabî ifâdeler, hemen süâle muhatab olunduğu anda irticâlen ve şifâhî olarak veril-memiş olup daha sonra üzerinde iyice düşünülerek, teemmül edile-rek, tabir câizse anhâsı-minhâsı hesâb edilerek tahrîri/yazılı olarak hazırlanmış bir cevab olmasındaki inceliğe de ayrıca dikkatleri çekmez isteriz.

Hâsılı Kelâm

Buraya kadar ifâde etmeye çalışdığımız “vahîm” ve bir o kadar da “muhâtaralı” husûslar, bir Müs-lüman için aslâ ve sûret-i kat’ıyyede tasavvur edilmesi mümkin değildir. Bunların Kitab ve Sünnet’in ışığın-da tahlil edilip, delillerinin zikredil-mesine, takdir edersiniz ki, bu ma-kalenin hacmi müsâid değildir. An-cak şu kadarını söylemek isteriz ki; bunların -ehlince malum olan- dinî ve şer’î hükümleri karşısında bîgâ-ne kalmak gibi bir lüksümüz yokdur. Bildiğimiz doğruları, mutlaka söy-lemek mükellefiyetimiz vardır. Yu-karıda arz etmeye çalışdığımız tesbitler karşısında ürpermemenin mümkin olmadığına inanıyoruz. Bununla beraber yanlış bir şey söylemiş isek, derhal tashihine müheyyayız. Hem hatadan rucû etmeyi, hem de özür beyan etmeyi biliriz.

Bütün samimiyetimizle şunu ifâ-de etmek isteriz ki; “Dinlerarası Diyalog ve hoşgörü” namı altında icra edilen hareket, tamamen bir “taviz” mevzûu haline gelmişdir. Mazeret olarak da; şayet bu “taviz-ler” verilmeseydi, bugün bütün dünyayı kucaklayıcı hizmetlerde gelinen nokta, ve kat’edilen mesâ-feye ulaşmak mümkin olur muydu, gibi bahânelerin ileri sürüldüğünü görüyoruz.

Bu mâzeretlerin ne dereceye kadar makbul ve mûteber olup olmadığını; İsrâ: 73 ve Kalem: 8 ve müteâkip âyet-i celîlelerinin ışığın-da, nasib olursa, inşallah bir başka makalede arz etmek istiyoruz.

(Gureba dergisi 12. sayı)