ÇAĞIMIZ VE HZ. MUHAMMED sallallahu aleyhi ve sellem
Bilindiği gibi Yüce Allah, her dönemde insanlara rehber, kurtarıcı ve yol gösterici olarak kendi içlerinden peygamberler göndermiştir. Peygamberlerin ilki Hz. Âdem aleyhisselam, sonuncusu ise Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemdir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin kendinden önceki peygamberlerden farklı bir özelliği vardır. Önceki peygamberler belirli bir kavme ve millete gönderilmişlerdir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ise, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.(1) Dolayısıyla O’nun peygamberliği evrenseldir.(2) Kıyamete kadar gelip geçecek bütün insanlara ve cinlere yöneliktir.
Peygamber Efendimiz öyle bir zamanda dünyaya gelmiştir ki, tarihçiler o zamanı “cahiliyye devri” olarak adlandırmaktadırlar. O zamanda insanlık âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâksızlık kâbus gibi çökmüştü. İşte insanlık böyle bir zamanda bir kurtarıcıya, bir öndere, bir rehbere ihtiyaç duymaktaydı.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve O’nun insanlığa getirmiş olduğu esasların yüceliğini daha iyi anlayabilmemiz için Hz. Peygamber’in yaşadığı çağdaki dünyanın dinî, siyasî ve içtimâî yaşayış bakımından durumunu bilmek gerekir. Dolayısıyla biz burada bu hususları ana hatlarıyla kısaca açıklamak istiyoruz.
Hz. Peygamber’in yaşadığı miladî VI. yüzyılda dünyanın hemen her tarafında büyük kargaşalıklar ve huzursuzluklar vardı. Sosyal ve siyasal hayat felç olmuştu. Hemen her yerde kuvvetliler zayıfları eziyordu. Toplumda sınıf ayrıcalıkları vardı.
İnsan ticareti yapılıyor, kadın eşya gibi elden ele satılıyordu. Ona hiçbir hak tanınmıyordu. Kölelere, esirlere akla hayale gelmeyecek işkenceler yapılıyordu. Sefahat, zulüm ve adaletsizlik her yeri kaplamıştı. Dünya büyük bir bunalım dönemini yaşıyordu. Dünyada insanlığın en muhtaç olduğu huzur ve sükun, asayiş ve emniyet kalkmıştı. Dünyanın birçok yeri kanlı boğuşmalara sahne oluyordu. Merhum Mehmet Akif’in dediği gibi:
“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.”
O çağda kıtalardaki genel durum ise kısaca şöyleydi:
AVRUPA: Avrupa’da büyük huzursuzluklar vardı. Fransa’da, Vizigotlarla Frenkler arasındaki savaşlarda her gün binlerce insan öldürülüyor, İspanya ve Güney Fransa’da saltanat ve taht kavgaları sürüyordu. İngiltere’yi Anglo Saksonlar istila etmişti. Bu istilalarda binlerce insan öldürülmüştü. Gotların, Vandalların ve Germenlerin sürekli akınları yüzünden, Avrupa adeta bir harabeye dönmüştü. Roma medeniyetinin pek çok anıtını söküp atmışlardı. Son derece perişan olan halk, aristokratların, şövalyelerin ve kilise adamlarının elinde oyuncak olmuştu.
Halk, efendilerine, amirlerine ağır vergiler ödemedikçe toprağa ve suya sahip olamazdı. Halk kazancının onda birini kiliseye, yirmide birini ise hâkime verirdi.(3) Mesela İtalya’da yeni bir millet oluşturma hevesinde olan Teodorik, bunu başaramadan ölmüş, Roma’da kurduğu Germengot egemenliği son bulmuştur. Ortaçağ Avrupa’sında sosyal hayat; zenginlerin, aristokratların ve şövalyelerin, köylüleri ve çiftçileri ezmesi ve sömürmesi şeklinde devam ediyordu. Hizmetkârlar, çiftçiler düğünlerde, yortularda efendilerine gereken hediyeler vermek zorunda idiler. Kızını evlendirenler zifaftan önce onu mutlaka bulunduğu yerin büyüğüne takdim ederdi. Çok defa büyük, o bölgenin Katolik dininin ileri gelenlerinden biri olurdu.(4) İşte o dönem Avrupa’sında zulmün ve faciaların en korkunç şekillerine başvuruluyordu. Engizisyon mahkemelerinde yüz binlerce insan insafsızca ölüm cezasına çarptırılıyordu. O çağlarda Avrupa kıtası insanlığın cehennemi; fikrin, dinin, dilin, hareketin esaret yeri idi.(5)
BİZANS: Doğu Roma’yı temsil eden Bizans’a gelince, orada da huzur yoktu. Taht ve saltanat entrikalarıyla çalkalanıyordu. Bizans’ta zenginler, zevk ve sefaya dalmışlardı. Fuhuş, kumar ve diğer ahlâksızlıklar oldukça yaygınlaşmıştı. Bizans, bir istilaya maruz kalmanın sancılarını çekiyordu.
ASYA KITASI: Orası da bir hercümerç içinde idi. Çeşitli dinlerin, dillerin, felsefî düşüncelerin kaynağı olan Hint’te, Çin’de, Tibet’te insanlar iç ve dış harplerle, din kavgalarıyla birbirlerini durmadan boğazlıyorlardı. Çin’de Konfüçyüs, Hind’de Budha’nın Budizmi vardı. Hindistan’daki Arilerin kast sistemi gayr-i insanî bir bölünmeye sebep olmuştu. Ayrıca Brahmanlar, diğer sınıflara karşı acımasız bir üstünlük sağlamışlardı. Bu sebeplerden dolayı oralarda da siyasî birlik sağlanamıyordu. Koskoca Hind yarımadası, korkunç bir sosyal eşitsizlik ve adaletsizlik içerisinde bulunuyordu. Orta Asya’da kavimlerin kaynaşması devam ediyordu. Yaylaların cengaver Türkleri, Avrupa ve dünya sahasında rol oynamaya başlamışlardı. Henüz Hint, Çin ve Orta Asya bölümleri Arabistan’daki değişiklikten haberdar değillerdi. İran’a gelince; bu yüzyılda İran, Bizans’la bitmez tükenmez bir kavga içerisinde bulunuyordu. Bu savaşlarda kah İran, kah Bizans galip geliyordu.
Bu sıralardaki savaşlardan birinde Bizans mağlup olmuş, İran; Suriye’yi, Anadolu’yu yağma etmiş, Bizans’ı da otuz bin altın vergiye bağlamıştı. Ancak İran’da Nuşirevan’ın ölümünden sonra, dinî ve sosyal düzenin sarsılmış olduğu görülür. Zira Mazdak adında biri tarafından çıkarılan Mazdeizm adındaki mezhep mensuplarının telkinleriyle İran mezhep kavgasına girişmiş, mecusîler, zerdüştler, hıristiyanlar birbirleriyle kıyasıya din kavgalarına tutuşmuşlardı. Bunun sonucu olarak da, İran toplumsal gücünü yitirmiş, kendini savunacak kuvvetlerinden çok şeyini kaybetmişti. İslamiyet’in çıkışı sıralarında İran’da da görünüm böyleydi.
AFRİKA: Mısır’ı, Romalılarla Yunanlılar durmadan sömürüyor, o eski medeniyetler ülkesini bitirip tüketiyorlardı. Yöneticiler halka her çeşit işkenceyi reva görüyorlardı. İslamiyet’in çıkışına yakın zamanlarda Habeşistan oldukça kuvvetli bir devlet görünümündeydi. Nitekim Habeşliler, Arap Yarımadasının güneyindeki verimli toprakları ele geçirmişlerdi. Din olarak Habeşistan’da, Hıristiyanlık hakimdi. Bu da, Bizans’la olan çok sıkı siyasî münasebetler neticesinde sağlanmıştı. Ancak Habeşistan, Akdeniz bölgesindeki hakimiyetini devam ettiremedi.(6)
Arabistan’ın o çağlardaki durumuna gelince; bu bölge de diğer yerlerden farklı değildi. Arabistan’da Arap kabileleri en küçük olayda birbirlerine giriyorlar, yıllarca süren kan davası güdüyorlardı. Hele sosyal hayat çökmüş, adeta kokuşmuştu. İyiliklerin, güzelliklerin yerini hırs, intikam, zulüm, kısaca kötülükler almıştı. Kumar, zina, gasp yaygındı. Kız çocukları sevilmiyor, diri diri toprağa gömülüyordu. Özellikle kadına hiçbir hak tanınmıyordu. O çağlarda sadece Arap Yarımadasında değil, hemen hemen dünyanın her tarafında kadın, hor ve hakir görülüyordu.
Sonuç olarak, İslamiyet’ten evvel dünyanın hiçbir yerinde huzur ve sükun yoktu. Romalıların bozuk ahlâkı, sefahat her tarafı kaplamıştı. Bizans sükut halinde bulunuyordu. Bütün dünya vahşet ve zulüm içinde idi. Hayır ve faziletin namını anan yoktu. Hak, kuvvete mahkumdu, kalplerden merhamet silinmişti. Şefkat ve merhamet getiren Hıristiyanlık bile, eskiden mensuplarının gördüğü acıların intikamını almak sevdasında idi. Yahudilere neler yapmıyorlardı. Baştakilerin en büyük gayeleri harp idi. Dünyayı ateşe verip kan ve alev içinde insanlar boğulurken, ganimet toplamak istiyorlardı. Şehirler yıkılıyor, ülkeler harap oluyor, hastalık ve sefalet dünyayı kırıp geçiriyordu. Fitne ve fesat kasırgaları her tarafı kasıp kavuruyordu. Dünyadan el çekmiş kişilerin manastırlarında ve eski felsefe kırıntılarını taşıyan bazı âlimlerin mesailerinde ancak ümit veren bir selamet ışığı görülüyordu, fakat onlar da azdı, boğulmağa mahkumdu. Emniyet ve huzur, adalet ve asayiş –beşerin en muhtaç olduğu bu şeyler- yeryüzünden kalkmış; barbarlık dünya yüzünü kaplamıştı.
İşte böyle bir zamanda Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem insanlığın ufkuna bir güneş gibi doğmuş, insanlığı karanlıktan nura çıkarmıştır. Bunu da 23 yıl gibi kısa bir sürede yapmayı başarmıştır.
Gerçekleştirdiği büyük İslam inkılabı ile yeryüzünün kalbi olan Mekke’deki tebliğ mihrabından bütün beşeriyete, 13 yıl boyunca tevhid, iman, sevgi, saygı, fazilet ve adalet dersini vermiş, bu ulvî duygu ve düşünceleri yerleştirmiştir. Hicret olayından sonra on yıl da, Medine-i Münevvere mihrabından insanlığa ilmî, hukûkî ve akla münafi olmayan bir hayat nizamı olan İslam dinini öğretmiştir.
Fikirde gerçekleştirdiği inkılapla, ortaçağ kafasındaki bütün batıl, sapık, hurafe inanç ve düşünce sistemlerini yıkarak, yerine iman ve tevhid akidesini yerleştirmiştir.
İçtimâî hayatta yaptığı inkılapla, soy-sop, renk, dil, cinsiyet, mevkî, makam ve bölge imtiyazlarını reddederek bütün inanan insanları kardeş ilan etmiştir. Ezilenin elinden tutarak ezenin düzeyine çıkartmış, şehvet ve eğlence aleti olarak kullanılan kadını, aile yuvasının sultanı ve cemiyetin temel üyesi haline getirmiştir. Köleyi, insanî ve hukûkî açıdan efendisi ile eşit düzeye çıkartmıştır.
İktisadî alanda yaptığı inkılapla, sömürgecilik, hırsızlık ve faizcilik gibi haksız, ilkel kazanç yollarını kapatırken, yerine meşru’ emek ve sermayenin işletilmesiyle zirâî, ticarî ve sınâî yolla emek-kâr sistemini koymuştur.
Yaptığı ahlâkî inkılapla, kumar, içki, fuhuş, falcılık, yalan, dedikodu ve zulüm gibi bütün ilkel ve iptidâî davranışları yasaklamıştır. Bunların yerine özgürlük ve iffet üniforması olan tesettürü, saygı ve sevgiyi, cömertlik, yardımlaşma, birbirinin imdadına koşma, güler yüzlülük, tatlı dil, ciddiyet, vakar, ağırbaşlılık, efendilik, gibi bütün ahlâkî prensipleri yerleştirmiştir.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem insanlığa sunduğu bütün bu fazilet ve yüksek ahlâkın en mükemmelini bizzat kendisi yaşamıştır. Nitekim sahih hadis kaynaklarında nakledildiğine göre, bir gün Hz. Aişe’ye sevgili Peygamberimizin ahlâkının nasıl olduğu sorulmuştu. O da muhatabına: “Sen Kur’an-ı Kerim’i okumuyor musun? O’nun ahlâkı Kur’an ahlâkıdır”(7) demiştir. Ayrıca Kur’an da O’nun en güzel ahlâk üzere olduğunu belirtmektedir.(8)
İnsanlık o ilahî ışıktan uzaklaştıkça yine eski cahilî devri örf ve âdetlere tekrar dönmeye başlamıştır. Çağımızda ilim ve teknik ilerlemesine rağmen, insanlığın vardığı ahlâkî durum pek iç açıcı değildir. İnsanlık yine bir sıkıntı, stres ve buhran içindedir. Yine hakkın kuvvetlinin olduğu, zulüm, haksızlığın, hırsızlığın, yolsuzluğun, alabildiğine yayıldığı bir çağda yaşıyoruz. İnsana unvanına, parasına ve gücüne göre değer verildiği, insan haklarının çiğnendiği günümüzde, insanlık bir arayış içindedir. İnsanlık içine düştüğü bu buhranlardan kurtulmak için bir kurtarıcıya ihtiyaç duymaktadır. İnsanların vardığı bu kötü sonuç bu ihtiyacı pek açık ve net olarak ortaya koymaktadır.
İnsanlar gerçek kurtuluşa erişmeyi istiyorsa o zaman örneğini ve rehberini iyi tayin ve tespit etmeli, ona göre hayatına yön vermelidir.
Hz. Peygamber’in bize getirdiği evrensel mesaj Kur’an’a baktığımızda, Kur’an’ın bize en güzel örnek ve rehber olarak Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi takdim ettiğini görüyoruz. Nitekim, Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim'de, mü'minlere Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi örnek gösteriyor:
“Allah'ı ve âhiret gününü arzulayan ve Allah'ı çokça zikredenler için, siz mü'minler için Allah'ın Rasulünde pek güzel bir örnek vardır.”(9)
Şunu iyi bilelim ki O, sadece kuru bir örnek değil, her emri yerine getirilmesi lazım gelen ve her hareketi benimsenip, hayata yansıtılması gereken bir rehberdir.
Yüce Allah buyuruyor ki:
“Rasul size neyi verdi ise, onu alın! Neden men etti ise ondan da sakının”(10)
Zaten O'nun sözleri ve hareketleri kendi nefsinin eseri değildir. Yüce Mevlâ'nın vahyi ve ilhamının mahsulüdür.(11)
O halde bizim bu örnek ve rehberi çok iyi tanımaya ve anlamaya ihtiyacımız vardır. Eğer bu çağda O’nu iyi tanıyıp, anlayabilir ve O’nu örnek edinirsek, O Önder bizi mutlaka gerçek kurtuluşa ulaştıracaktır.
O’nun getirdiği prensipler evrensel prensiplerdir. O’nun getirdiği ilke ve prensipler her zaman ve mekanda tatbik edilebilecek niteliktedir. Burada O’nun insanlık için getirmiş olduğu temel kurtuluş ilkelerinden bazılarına bir göz atalım:
Buhârî’nin nakletmiş olduğu bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber müslümanı şu şekilde vasıflandırmaktadır:
“Gerçek müslüman, elinden dilinden müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir. Hakiki muhacir de, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.”(12)
Bu hadiste sevgili Peygamberimiz bize ideal, hakiki müminin nasıl olması gerektiğini anlatmaktadır. Hakiki müslüman, emniyet ve güven insanıdır. Öyle ki, diğer bütün müslümanlar, zerre kadar herhangi bir tereddüde düşmeden ona güvenebilirler. Zira bilirler ki, ondan kimseye zarar gelmez. Ailelerini birine emanet etmek icap etse, gözleri arkada kalmadan ona emanet edebilirler. Çünkü onun elinden ve dilinden asla kimseye zarar gelmez. Onunla bir mecliste beraber bulunduktan sonra, o meclisten ayrılan insan, arkasından emindir; zira bilir ki, arkada kalan o insan, ne kendisi gıybet eder, ne de yanındakinin gıybetini dinler. O, kendi haysiyetine, şerefine düşkün olduğu kadar, bir başkasının haysiyetine, şerefine de o kadar düşkündür. Yemez, yedirir. İçmez, içirir. Giymez giydirir ve bir başkası için füyuzat hislerinden dahi fedakarlıkta bulunur.(13)
Efendimiz her ifadesinde olduğu gibi, söz konusu ettiğimiz bu hadisinde de kullandığı her kelimeyi dikkatle seçmiştir. Görülüyor ki burada elden ve dilden bahsedilmektedir. Diğer uzuvların değil de sadece bu iki uzvun zikredilmesinde elbette birçok nükte vardır. İnsan bir başkasına vereceği zararı iki türlü verir. Bu, ya yüz yüze veya gıyabî yani arkasından olur. Yüz yüze verilecek zararı el, arkadan verilecek zararı da dil temsil eder. İnsan karşısındakine ya bizzat tecavüzde bulunur ve onun hukukunu çiğner, ya da, gıyabında onun gıybetini yaparak, onu hakir ve küçük düşürerek hukukuna tecavüz eder. Bu iki çirkin durum da mü’minden hiçbir zaman sadır olmamalıdır. Çünkü o, ister yüz yüze olduğu insanlara, isterse hazır bulunmayanlara karşı hep mürüvvetle davranır.(14)
Ayrıca Hz. Peygamber hadiste lisanı elden önce zikrediyor. Çünkü, elle yapılacak zarara, karşı tarafın mukabelede bulunma ihtimali vardır. Halbuki arkadan yapılan gıybet veya atılan iftira, çoğunlukla karşılıksız kalır. Dolayısıyla, rahatlıkla böyle bir hareket, fertleri, cemiyetleri hatta milletleri birbirine düşürebilir. Dille yapılabilecek zararın takibi, yüz yüze yapılmak istenenlere nispetle daha zordur. Onun içindir ki, Efendimiz, dili, ele takdim etmiştir. Diğer taraftan, bu ifadede, müslümanın Allah katındaki değer ve kıymetine de işarette bulunulmuştur. Müslüman olmanın Allah katında öyle bir değer ve kıymeti vardır ki, bir başka müslüman ona karşı elini ve dilini kontrol altında bulundurması gerekmektedir.(15)
Hadisi bu şekilde kısaca açıkladıktan sonra, onun ruhundan fışkıran önemli hususları şu şekilde özetleyebiliriz:
a. Hakiki müslüman, yeryüzünde dünya barışının en emin temsilcisidir.
b. Müslüman, ruhunun derinliklerinde yaşattığı bu yüksek duyguyu her yerde soluklayarak gezer, ona göre yaşar.
c. O, başkasına eza, cefa etmek ve zarar vermek bir yana, hatırlandığı her yerde emniyet ve selametin temsilcisi olarak anılır.
d. Onun nazarında, elle yapılan tecavüz ile, dil ile yapılan gıybet, bühtan, tahkir, tezyif ve çekiştirme arasında fark yoktur. Hatta bazı durumlarda, ikincisi birinciden daha büyük cürüm sayılır.(16)
Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gerçek mü’mini şu şekilde tavsif etmektedir:
“Sizden hiçbiriniz, kendisi için arzu ettiğini (din) kardeşi için de arzulamadıkça (kemalen) iman etmiş olmaz.”(17)
“Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü’minlerin misali, bir bedenin misalidir. O bedenden bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar ateşlenerek uykusuzluk çekmede ona iştirak eder.” (18)
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bu hadislerinde mü’minleri bir bedene benzetmiştir. Mü’minlerden her biri bu tek bedenin bir uzvu durumundadır. Nasıl ki, bedende bir uzuv, mesela bir parmak rahatsız olsa, o beden bütünüyle huzursuz olur, ateşlenerek ızdırap çeker, uykusuz kalır. Şu halde mü’min, parçası olduğu cemiyette bazı uzuvların ızdırabı karşısında ilgisiz kalamaz, onlara şefkat ve merhamet duygularıyla bağlıdır. Bu duygular, insanlığımız ve özellikle imanımız gereği her mü’minde olması gereken duygulardır. Dolayısıyla toplumumuzdaki bir mü’min kardeşimizin başına gelen felaket ve musibetten bizler de aynı şekilde etkilenip, ızdırap çekip, o kardeşimizin başına gelen felaket ve musibete karşı, onun yanında olup ona yardım etmeli ve iyileşmesi için elimizden gelen gayreti sarf etmeliyiz.
Sevgili Peygamberimizin bize sunmuş olduğu güzel prensiplerden biri de şudur:
“Beş şey gelmeden önce beş şeyin değerini iyi bilin. Ölüm gelmeden hayatın, hastalık gelmeden sıhhatin, meşguliyet gelmeden boş vaktin, yaşlılık gelmeden gençliğin, fakirlik gelmeden zenginliğin kıymetini biliniz”(19)
Ayrıca Hz.Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
“Sizin en hayırlınız, dünyası için âhiretini, âhireti için de dünyasını terk etmeyen, her ikisi için de çalışan ve başkalarına yük olmayandır”(20) buyurarak, insanın dünyevî ve uhrevî hayatını bir prensibe bağlamıştır.
İşte burada Hz. Peygamber sallalllahu aleyhi ve sellemin insanlığa getirmiş olduğu ilke ve prensiplerden birkaç örnek vermeye çalıştık. Acaba bu ilke ve prensiplerden hangisi bu çağda geçersizdir.
İşte içinde yaşadığı bunalımdan kurtulup, özgürlük, barış ve sevgi dünyasında yaşama özlemiyle bir arayış içine giren çağımız insanı, Hz. Muhammed sallalllahu aleyhi ve sellemi ve O’nun insanlık için getirmiş olduğu evrensel mesaj Kur’an’ı, yeniden keşfetme yolunda adım adım ilerlemelidir.
İnsanlık, yeniden yapılanmanın merkezine, değişmeyen rehber Hz. Muhammed sallalllahu aleyhi ve sellemi ve evrensel prensipleri içeren Kur’an’ı koyduğu gün, hasretini çektiği barış ve huzur ortamını yakalamış olacaktır. Zira Kur’an ve Hz. Muhammed sallalllahu aleyhi ve sellem insanlığın huzuru ve mutluluğu için gönderilmiştir.
* Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. msoysaldi@hotmail.com
1- Enbiya, 21/107.
2- Hz.Peygamber (s.a.v)’in peygamberliğinin evrenselliğine dair bkz., Sebe, 34/28; A’raf, 7/158.
3- Abdulaziz Çaviş, Anglikan Kilisesine Cevap, D.İ.B.Yay., s.24.
4- Abdulaziz Çaviş, age, s.24.
5- Abdulaziz Çaviş, age, s.24.
6- Berkî, A.Hikmet, Hz.Muhammed ve Hayatı, D.İ.B Yay, Ankara, s. 26.
7- Müslim, Müsafirîn, 139; ez-Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsiru’l-Münîr, Beyrut, 1991, XXIX, 46.
8- Bkz., Kalem, 68/4.
9- Ahzab, 33/21.
10- Haşr, 59/7.
11- Necm, 53/3-4.
12- Buhârî, İman, 4.
13- Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, (Kütüb-i Sitte), İst, trs, I, 90.
14- Canan, age., I, 91.
15- Canan, age., I,91.
16- Canan, age., I,92.
17- Buhârî, İman, 9; Müslim, İman, 71,72; Tirmizî, Kıyame, 59.
18- Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66.
19- es-Suyûtî, Celaluddin b.Ebi Bekir, el-Câmiu’s-Sağîr, Beyrut, trs, s.48.
20- Keşfu’l-Hafâ, II,169.
İlkadım Dergisi
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin kendinden önceki peygamberlerden farklı bir özelliği vardır. Önceki peygamberler belirli bir kavme ve millete gönderilmişlerdir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ise, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.(1) Dolayısıyla O’nun peygamberliği evrenseldir.(2) Kıyamete kadar gelip geçecek bütün insanlara ve cinlere yöneliktir.
Peygamber Efendimiz öyle bir zamanda dünyaya gelmiştir ki, tarihçiler o zamanı “cahiliyye devri” olarak adlandırmaktadırlar. O zamanda insanlık âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâksızlık kâbus gibi çökmüştü. İşte insanlık böyle bir zamanda bir kurtarıcıya, bir öndere, bir rehbere ihtiyaç duymaktaydı.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve O’nun insanlığa getirmiş olduğu esasların yüceliğini daha iyi anlayabilmemiz için Hz. Peygamber’in yaşadığı çağdaki dünyanın dinî, siyasî ve içtimâî yaşayış bakımından durumunu bilmek gerekir. Dolayısıyla biz burada bu hususları ana hatlarıyla kısaca açıklamak istiyoruz.
Hz. Peygamber’in yaşadığı miladî VI. yüzyılda dünyanın hemen her tarafında büyük kargaşalıklar ve huzursuzluklar vardı. Sosyal ve siyasal hayat felç olmuştu. Hemen her yerde kuvvetliler zayıfları eziyordu. Toplumda sınıf ayrıcalıkları vardı.
İnsan ticareti yapılıyor, kadın eşya gibi elden ele satılıyordu. Ona hiçbir hak tanınmıyordu. Kölelere, esirlere akla hayale gelmeyecek işkenceler yapılıyordu. Sefahat, zulüm ve adaletsizlik her yeri kaplamıştı. Dünya büyük bir bunalım dönemini yaşıyordu. Dünyada insanlığın en muhtaç olduğu huzur ve sükun, asayiş ve emniyet kalkmıştı. Dünyanın birçok yeri kanlı boğuşmalara sahne oluyordu. Merhum Mehmet Akif’in dediği gibi:
“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.”
O çağda kıtalardaki genel durum ise kısaca şöyleydi:
AVRUPA: Avrupa’da büyük huzursuzluklar vardı. Fransa’da, Vizigotlarla Frenkler arasındaki savaşlarda her gün binlerce insan öldürülüyor, İspanya ve Güney Fransa’da saltanat ve taht kavgaları sürüyordu. İngiltere’yi Anglo Saksonlar istila etmişti. Bu istilalarda binlerce insan öldürülmüştü. Gotların, Vandalların ve Germenlerin sürekli akınları yüzünden, Avrupa adeta bir harabeye dönmüştü. Roma medeniyetinin pek çok anıtını söküp atmışlardı. Son derece perişan olan halk, aristokratların, şövalyelerin ve kilise adamlarının elinde oyuncak olmuştu.
Halk, efendilerine, amirlerine ağır vergiler ödemedikçe toprağa ve suya sahip olamazdı. Halk kazancının onda birini kiliseye, yirmide birini ise hâkime verirdi.(3) Mesela İtalya’da yeni bir millet oluşturma hevesinde olan Teodorik, bunu başaramadan ölmüş, Roma’da kurduğu Germengot egemenliği son bulmuştur. Ortaçağ Avrupa’sında sosyal hayat; zenginlerin, aristokratların ve şövalyelerin, köylüleri ve çiftçileri ezmesi ve sömürmesi şeklinde devam ediyordu. Hizmetkârlar, çiftçiler düğünlerde, yortularda efendilerine gereken hediyeler vermek zorunda idiler. Kızını evlendirenler zifaftan önce onu mutlaka bulunduğu yerin büyüğüne takdim ederdi. Çok defa büyük, o bölgenin Katolik dininin ileri gelenlerinden biri olurdu.(4) İşte o dönem Avrupa’sında zulmün ve faciaların en korkunç şekillerine başvuruluyordu. Engizisyon mahkemelerinde yüz binlerce insan insafsızca ölüm cezasına çarptırılıyordu. O çağlarda Avrupa kıtası insanlığın cehennemi; fikrin, dinin, dilin, hareketin esaret yeri idi.(5)
BİZANS: Doğu Roma’yı temsil eden Bizans’a gelince, orada da huzur yoktu. Taht ve saltanat entrikalarıyla çalkalanıyordu. Bizans’ta zenginler, zevk ve sefaya dalmışlardı. Fuhuş, kumar ve diğer ahlâksızlıklar oldukça yaygınlaşmıştı. Bizans, bir istilaya maruz kalmanın sancılarını çekiyordu.
ASYA KITASI: Orası da bir hercümerç içinde idi. Çeşitli dinlerin, dillerin, felsefî düşüncelerin kaynağı olan Hint’te, Çin’de, Tibet’te insanlar iç ve dış harplerle, din kavgalarıyla birbirlerini durmadan boğazlıyorlardı. Çin’de Konfüçyüs, Hind’de Budha’nın Budizmi vardı. Hindistan’daki Arilerin kast sistemi gayr-i insanî bir bölünmeye sebep olmuştu. Ayrıca Brahmanlar, diğer sınıflara karşı acımasız bir üstünlük sağlamışlardı. Bu sebeplerden dolayı oralarda da siyasî birlik sağlanamıyordu. Koskoca Hind yarımadası, korkunç bir sosyal eşitsizlik ve adaletsizlik içerisinde bulunuyordu. Orta Asya’da kavimlerin kaynaşması devam ediyordu. Yaylaların cengaver Türkleri, Avrupa ve dünya sahasında rol oynamaya başlamışlardı. Henüz Hint, Çin ve Orta Asya bölümleri Arabistan’daki değişiklikten haberdar değillerdi. İran’a gelince; bu yüzyılda İran, Bizans’la bitmez tükenmez bir kavga içerisinde bulunuyordu. Bu savaşlarda kah İran, kah Bizans galip geliyordu.
Bu sıralardaki savaşlardan birinde Bizans mağlup olmuş, İran; Suriye’yi, Anadolu’yu yağma etmiş, Bizans’ı da otuz bin altın vergiye bağlamıştı. Ancak İran’da Nuşirevan’ın ölümünden sonra, dinî ve sosyal düzenin sarsılmış olduğu görülür. Zira Mazdak adında biri tarafından çıkarılan Mazdeizm adındaki mezhep mensuplarının telkinleriyle İran mezhep kavgasına girişmiş, mecusîler, zerdüştler, hıristiyanlar birbirleriyle kıyasıya din kavgalarına tutuşmuşlardı. Bunun sonucu olarak da, İran toplumsal gücünü yitirmiş, kendini savunacak kuvvetlerinden çok şeyini kaybetmişti. İslamiyet’in çıkışı sıralarında İran’da da görünüm böyleydi.
AFRİKA: Mısır’ı, Romalılarla Yunanlılar durmadan sömürüyor, o eski medeniyetler ülkesini bitirip tüketiyorlardı. Yöneticiler halka her çeşit işkenceyi reva görüyorlardı. İslamiyet’in çıkışına yakın zamanlarda Habeşistan oldukça kuvvetli bir devlet görünümündeydi. Nitekim Habeşliler, Arap Yarımadasının güneyindeki verimli toprakları ele geçirmişlerdi. Din olarak Habeşistan’da, Hıristiyanlık hakimdi. Bu da, Bizans’la olan çok sıkı siyasî münasebetler neticesinde sağlanmıştı. Ancak Habeşistan, Akdeniz bölgesindeki hakimiyetini devam ettiremedi.(6)
Arabistan’ın o çağlardaki durumuna gelince; bu bölge de diğer yerlerden farklı değildi. Arabistan’da Arap kabileleri en küçük olayda birbirlerine giriyorlar, yıllarca süren kan davası güdüyorlardı. Hele sosyal hayat çökmüş, adeta kokuşmuştu. İyiliklerin, güzelliklerin yerini hırs, intikam, zulüm, kısaca kötülükler almıştı. Kumar, zina, gasp yaygındı. Kız çocukları sevilmiyor, diri diri toprağa gömülüyordu. Özellikle kadına hiçbir hak tanınmıyordu. O çağlarda sadece Arap Yarımadasında değil, hemen hemen dünyanın her tarafında kadın, hor ve hakir görülüyordu.
Sonuç olarak, İslamiyet’ten evvel dünyanın hiçbir yerinde huzur ve sükun yoktu. Romalıların bozuk ahlâkı, sefahat her tarafı kaplamıştı. Bizans sükut halinde bulunuyordu. Bütün dünya vahşet ve zulüm içinde idi. Hayır ve faziletin namını anan yoktu. Hak, kuvvete mahkumdu, kalplerden merhamet silinmişti. Şefkat ve merhamet getiren Hıristiyanlık bile, eskiden mensuplarının gördüğü acıların intikamını almak sevdasında idi. Yahudilere neler yapmıyorlardı. Baştakilerin en büyük gayeleri harp idi. Dünyayı ateşe verip kan ve alev içinde insanlar boğulurken, ganimet toplamak istiyorlardı. Şehirler yıkılıyor, ülkeler harap oluyor, hastalık ve sefalet dünyayı kırıp geçiriyordu. Fitne ve fesat kasırgaları her tarafı kasıp kavuruyordu. Dünyadan el çekmiş kişilerin manastırlarında ve eski felsefe kırıntılarını taşıyan bazı âlimlerin mesailerinde ancak ümit veren bir selamet ışığı görülüyordu, fakat onlar da azdı, boğulmağa mahkumdu. Emniyet ve huzur, adalet ve asayiş –beşerin en muhtaç olduğu bu şeyler- yeryüzünden kalkmış; barbarlık dünya yüzünü kaplamıştı.
İşte böyle bir zamanda Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem insanlığın ufkuna bir güneş gibi doğmuş, insanlığı karanlıktan nura çıkarmıştır. Bunu da 23 yıl gibi kısa bir sürede yapmayı başarmıştır.
Gerçekleştirdiği büyük İslam inkılabı ile yeryüzünün kalbi olan Mekke’deki tebliğ mihrabından bütün beşeriyete, 13 yıl boyunca tevhid, iman, sevgi, saygı, fazilet ve adalet dersini vermiş, bu ulvî duygu ve düşünceleri yerleştirmiştir. Hicret olayından sonra on yıl da, Medine-i Münevvere mihrabından insanlığa ilmî, hukûkî ve akla münafi olmayan bir hayat nizamı olan İslam dinini öğretmiştir.
Fikirde gerçekleştirdiği inkılapla, ortaçağ kafasındaki bütün batıl, sapık, hurafe inanç ve düşünce sistemlerini yıkarak, yerine iman ve tevhid akidesini yerleştirmiştir.
İçtimâî hayatta yaptığı inkılapla, soy-sop, renk, dil, cinsiyet, mevkî, makam ve bölge imtiyazlarını reddederek bütün inanan insanları kardeş ilan etmiştir. Ezilenin elinden tutarak ezenin düzeyine çıkartmış, şehvet ve eğlence aleti olarak kullanılan kadını, aile yuvasının sultanı ve cemiyetin temel üyesi haline getirmiştir. Köleyi, insanî ve hukûkî açıdan efendisi ile eşit düzeye çıkartmıştır.
İktisadî alanda yaptığı inkılapla, sömürgecilik, hırsızlık ve faizcilik gibi haksız, ilkel kazanç yollarını kapatırken, yerine meşru’ emek ve sermayenin işletilmesiyle zirâî, ticarî ve sınâî yolla emek-kâr sistemini koymuştur.
Yaptığı ahlâkî inkılapla, kumar, içki, fuhuş, falcılık, yalan, dedikodu ve zulüm gibi bütün ilkel ve iptidâî davranışları yasaklamıştır. Bunların yerine özgürlük ve iffet üniforması olan tesettürü, saygı ve sevgiyi, cömertlik, yardımlaşma, birbirinin imdadına koşma, güler yüzlülük, tatlı dil, ciddiyet, vakar, ağırbaşlılık, efendilik, gibi bütün ahlâkî prensipleri yerleştirmiştir.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem insanlığa sunduğu bütün bu fazilet ve yüksek ahlâkın en mükemmelini bizzat kendisi yaşamıştır. Nitekim sahih hadis kaynaklarında nakledildiğine göre, bir gün Hz. Aişe’ye sevgili Peygamberimizin ahlâkının nasıl olduğu sorulmuştu. O da muhatabına: “Sen Kur’an-ı Kerim’i okumuyor musun? O’nun ahlâkı Kur’an ahlâkıdır”(7) demiştir. Ayrıca Kur’an da O’nun en güzel ahlâk üzere olduğunu belirtmektedir.(8)
İnsanlık o ilahî ışıktan uzaklaştıkça yine eski cahilî devri örf ve âdetlere tekrar dönmeye başlamıştır. Çağımızda ilim ve teknik ilerlemesine rağmen, insanlığın vardığı ahlâkî durum pek iç açıcı değildir. İnsanlık yine bir sıkıntı, stres ve buhran içindedir. Yine hakkın kuvvetlinin olduğu, zulüm, haksızlığın, hırsızlığın, yolsuzluğun, alabildiğine yayıldığı bir çağda yaşıyoruz. İnsana unvanına, parasına ve gücüne göre değer verildiği, insan haklarının çiğnendiği günümüzde, insanlık bir arayış içindedir. İnsanlık içine düştüğü bu buhranlardan kurtulmak için bir kurtarıcıya ihtiyaç duymaktadır. İnsanların vardığı bu kötü sonuç bu ihtiyacı pek açık ve net olarak ortaya koymaktadır.
İnsanlar gerçek kurtuluşa erişmeyi istiyorsa o zaman örneğini ve rehberini iyi tayin ve tespit etmeli, ona göre hayatına yön vermelidir.
Hz. Peygamber’in bize getirdiği evrensel mesaj Kur’an’a baktığımızda, Kur’an’ın bize en güzel örnek ve rehber olarak Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi takdim ettiğini görüyoruz. Nitekim, Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim'de, mü'minlere Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi örnek gösteriyor:
“Allah'ı ve âhiret gününü arzulayan ve Allah'ı çokça zikredenler için, siz mü'minler için Allah'ın Rasulünde pek güzel bir örnek vardır.”(9)
Şunu iyi bilelim ki O, sadece kuru bir örnek değil, her emri yerine getirilmesi lazım gelen ve her hareketi benimsenip, hayata yansıtılması gereken bir rehberdir.
Yüce Allah buyuruyor ki:
“Rasul size neyi verdi ise, onu alın! Neden men etti ise ondan da sakının”(10)
Zaten O'nun sözleri ve hareketleri kendi nefsinin eseri değildir. Yüce Mevlâ'nın vahyi ve ilhamının mahsulüdür.(11)
O halde bizim bu örnek ve rehberi çok iyi tanımaya ve anlamaya ihtiyacımız vardır. Eğer bu çağda O’nu iyi tanıyıp, anlayabilir ve O’nu örnek edinirsek, O Önder bizi mutlaka gerçek kurtuluşa ulaştıracaktır.
O’nun getirdiği prensipler evrensel prensiplerdir. O’nun getirdiği ilke ve prensipler her zaman ve mekanda tatbik edilebilecek niteliktedir. Burada O’nun insanlık için getirmiş olduğu temel kurtuluş ilkelerinden bazılarına bir göz atalım:
Buhârî’nin nakletmiş olduğu bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber müslümanı şu şekilde vasıflandırmaktadır:
“Gerçek müslüman, elinden dilinden müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir. Hakiki muhacir de, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.”(12)
Bu hadiste sevgili Peygamberimiz bize ideal, hakiki müminin nasıl olması gerektiğini anlatmaktadır. Hakiki müslüman, emniyet ve güven insanıdır. Öyle ki, diğer bütün müslümanlar, zerre kadar herhangi bir tereddüde düşmeden ona güvenebilirler. Zira bilirler ki, ondan kimseye zarar gelmez. Ailelerini birine emanet etmek icap etse, gözleri arkada kalmadan ona emanet edebilirler. Çünkü onun elinden ve dilinden asla kimseye zarar gelmez. Onunla bir mecliste beraber bulunduktan sonra, o meclisten ayrılan insan, arkasından emindir; zira bilir ki, arkada kalan o insan, ne kendisi gıybet eder, ne de yanındakinin gıybetini dinler. O, kendi haysiyetine, şerefine düşkün olduğu kadar, bir başkasının haysiyetine, şerefine de o kadar düşkündür. Yemez, yedirir. İçmez, içirir. Giymez giydirir ve bir başkası için füyuzat hislerinden dahi fedakarlıkta bulunur.(13)
Efendimiz her ifadesinde olduğu gibi, söz konusu ettiğimiz bu hadisinde de kullandığı her kelimeyi dikkatle seçmiştir. Görülüyor ki burada elden ve dilden bahsedilmektedir. Diğer uzuvların değil de sadece bu iki uzvun zikredilmesinde elbette birçok nükte vardır. İnsan bir başkasına vereceği zararı iki türlü verir. Bu, ya yüz yüze veya gıyabî yani arkasından olur. Yüz yüze verilecek zararı el, arkadan verilecek zararı da dil temsil eder. İnsan karşısındakine ya bizzat tecavüzde bulunur ve onun hukukunu çiğner, ya da, gıyabında onun gıybetini yaparak, onu hakir ve küçük düşürerek hukukuna tecavüz eder. Bu iki çirkin durum da mü’minden hiçbir zaman sadır olmamalıdır. Çünkü o, ister yüz yüze olduğu insanlara, isterse hazır bulunmayanlara karşı hep mürüvvetle davranır.(14)
Ayrıca Hz. Peygamber hadiste lisanı elden önce zikrediyor. Çünkü, elle yapılacak zarara, karşı tarafın mukabelede bulunma ihtimali vardır. Halbuki arkadan yapılan gıybet veya atılan iftira, çoğunlukla karşılıksız kalır. Dolayısıyla, rahatlıkla böyle bir hareket, fertleri, cemiyetleri hatta milletleri birbirine düşürebilir. Dille yapılabilecek zararın takibi, yüz yüze yapılmak istenenlere nispetle daha zordur. Onun içindir ki, Efendimiz, dili, ele takdim etmiştir. Diğer taraftan, bu ifadede, müslümanın Allah katındaki değer ve kıymetine de işarette bulunulmuştur. Müslüman olmanın Allah katında öyle bir değer ve kıymeti vardır ki, bir başka müslüman ona karşı elini ve dilini kontrol altında bulundurması gerekmektedir.(15)
Hadisi bu şekilde kısaca açıkladıktan sonra, onun ruhundan fışkıran önemli hususları şu şekilde özetleyebiliriz:
a. Hakiki müslüman, yeryüzünde dünya barışının en emin temsilcisidir.
b. Müslüman, ruhunun derinliklerinde yaşattığı bu yüksek duyguyu her yerde soluklayarak gezer, ona göre yaşar.
c. O, başkasına eza, cefa etmek ve zarar vermek bir yana, hatırlandığı her yerde emniyet ve selametin temsilcisi olarak anılır.
d. Onun nazarında, elle yapılan tecavüz ile, dil ile yapılan gıybet, bühtan, tahkir, tezyif ve çekiştirme arasında fark yoktur. Hatta bazı durumlarda, ikincisi birinciden daha büyük cürüm sayılır.(16)
Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gerçek mü’mini şu şekilde tavsif etmektedir:
“Sizden hiçbiriniz, kendisi için arzu ettiğini (din) kardeşi için de arzulamadıkça (kemalen) iman etmiş olmaz.”(17)
“Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü’minlerin misali, bir bedenin misalidir. O bedenden bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar ateşlenerek uykusuzluk çekmede ona iştirak eder.” (18)
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bu hadislerinde mü’minleri bir bedene benzetmiştir. Mü’minlerden her biri bu tek bedenin bir uzvu durumundadır. Nasıl ki, bedende bir uzuv, mesela bir parmak rahatsız olsa, o beden bütünüyle huzursuz olur, ateşlenerek ızdırap çeker, uykusuz kalır. Şu halde mü’min, parçası olduğu cemiyette bazı uzuvların ızdırabı karşısında ilgisiz kalamaz, onlara şefkat ve merhamet duygularıyla bağlıdır. Bu duygular, insanlığımız ve özellikle imanımız gereği her mü’minde olması gereken duygulardır. Dolayısıyla toplumumuzdaki bir mü’min kardeşimizin başına gelen felaket ve musibetten bizler de aynı şekilde etkilenip, ızdırap çekip, o kardeşimizin başına gelen felaket ve musibete karşı, onun yanında olup ona yardım etmeli ve iyileşmesi için elimizden gelen gayreti sarf etmeliyiz.
Sevgili Peygamberimizin bize sunmuş olduğu güzel prensiplerden biri de şudur:
“Beş şey gelmeden önce beş şeyin değerini iyi bilin. Ölüm gelmeden hayatın, hastalık gelmeden sıhhatin, meşguliyet gelmeden boş vaktin, yaşlılık gelmeden gençliğin, fakirlik gelmeden zenginliğin kıymetini biliniz”(19)
Ayrıca Hz.Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
“Sizin en hayırlınız, dünyası için âhiretini, âhireti için de dünyasını terk etmeyen, her ikisi için de çalışan ve başkalarına yük olmayandır”(20) buyurarak, insanın dünyevî ve uhrevî hayatını bir prensibe bağlamıştır.
İşte burada Hz. Peygamber sallalllahu aleyhi ve sellemin insanlığa getirmiş olduğu ilke ve prensiplerden birkaç örnek vermeye çalıştık. Acaba bu ilke ve prensiplerden hangisi bu çağda geçersizdir.
İşte içinde yaşadığı bunalımdan kurtulup, özgürlük, barış ve sevgi dünyasında yaşama özlemiyle bir arayış içine giren çağımız insanı, Hz. Muhammed sallalllahu aleyhi ve sellemi ve O’nun insanlık için getirmiş olduğu evrensel mesaj Kur’an’ı, yeniden keşfetme yolunda adım adım ilerlemelidir.
İnsanlık, yeniden yapılanmanın merkezine, değişmeyen rehber Hz. Muhammed sallalllahu aleyhi ve sellemi ve evrensel prensipleri içeren Kur’an’ı koyduğu gün, hasretini çektiği barış ve huzur ortamını yakalamış olacaktır. Zira Kur’an ve Hz. Muhammed sallalllahu aleyhi ve sellem insanlığın huzuru ve mutluluğu için gönderilmiştir.
* Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. msoysaldi@hotmail.com
1- Enbiya, 21/107.
2- Hz.Peygamber (s.a.v)’in peygamberliğinin evrenselliğine dair bkz., Sebe, 34/28; A’raf, 7/158.
3- Abdulaziz Çaviş, Anglikan Kilisesine Cevap, D.İ.B.Yay., s.24.
4- Abdulaziz Çaviş, age, s.24.
5- Abdulaziz Çaviş, age, s.24.
6- Berkî, A.Hikmet, Hz.Muhammed ve Hayatı, D.İ.B Yay, Ankara, s. 26.
7- Müslim, Müsafirîn, 139; ez-Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsiru’l-Münîr, Beyrut, 1991, XXIX, 46.
8- Bkz., Kalem, 68/4.
9- Ahzab, 33/21.
10- Haşr, 59/7.
11- Necm, 53/3-4.
12- Buhârî, İman, 4.
13- Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, (Kütüb-i Sitte), İst, trs, I, 90.
14- Canan, age., I, 91.
15- Canan, age., I,91.
16- Canan, age., I,92.
17- Buhârî, İman, 9; Müslim, İman, 71,72; Tirmizî, Kıyame, 59.
18- Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66.
19- es-Suyûtî, Celaluddin b.Ebi Bekir, el-Câmiu’s-Sağîr, Beyrut, trs, s.48.
20- Keşfu’l-Hafâ, II,169.
İlkadım Dergisi
Konular
- Peygambere İman
- Modernist Çizgi: Nerden Nereye?
- Meal okuyarak dini anlamak
- NASIL HÜKMEDİYORSUNUZ
- Hayrettin Karaman Bey'den gelen cevaba cevabımdır
- Kur’ân’a Karşı Mes’ûliyetimiz
- Ebubekir Sifil hocamıza bir soru sorduk!
- BAZI ŞAHISLAR
- GAYR-I METLUV VAHİY
- İMAM EL-GAZÂLÎ VE İHYÂ
- Tasavvuf, İlâhî Takdirden Râzı Olma Sanatıdır
- Süleyman Ateş'in İlmihalindeki Yanlışlar Nelerdir?
- Eski Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş Hoca Vatan’da yazıyor
- AHMET HULUSİ’ NİN , İNSANI KÜFRE SOKACAK YANLIŞLARI
- Dinde Reformcular ile diyalogcuların benzer yönleri ve ehl-i sünntete saldırma sebebleri
- Kur’an’ı mehcur bırakmak
- Hayâtın Mertebe Mertebe Yükselişi
- AR DAMARI NASIL ÇATLAR?
- İSTİBRA - MÜSLÜMAN ERKEKLERİN DİKKATİNE - BİLHASSA İMAMLARIN-
- Ilgili Konular
- Eshab-ı Kiramın Büyüklüğü
- Yalnız Kuran Diyenler
- Vehhabilik
- Dinde Reform ve Reformcular
- Ehli Sünnet İtikadı
- Diyalogcular ve Diyalog Masalları
- Ehli Sünnet Alimleri
- Mezhepsizlik ve Mezhepsizler
- Hıristiyanlık ve Misyoner Faaliyetleri
- iPhone satin alan cehennemlik midir?