Soru ve Cevaplarla "İslâm, Müslümanlar, İslâmcılar"

Soru: İslâm nedir, tarifini yapar mısınız?

Cevap: İslâm, varlık problemine en isabetli, en uygun, yüzde yüz doğru cevap veren ve yeryüzünde, insan yaratılışına ve fıtratına uygun bir barış sistemi ve medeniyet kurulmasını öngören ilahî sistem ve nizamdır. Kendisine bağlanan ve hükümlerini uygulayan insanlara ebedî mutluluk kazandırır.

Soru: Varlık problemi ne demektir?

Cevap: İnsan sorar: Ben kimim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum, var olmamın gayesi ve hikmeti nedir, kendi kendime mi meydana gelmişim yoksa beni var eden Biri mi vardır, O kimdir, beni niçin yaratmıştır, benden ne istemektedir, üzerinde yaşadığım dünya nedir, dünyanın içinde bulunduğu kâinat nedir, nasıl bir hayat sürmem gerekir, doğru olan düşünceler hangileridir, yanlış nedir, iyi ve kötü nedir, güzel ve çirkin nedir?.. İşte bunlar en geniş mânasıyla varlık problemidir. İslâm bunlara en doğru cevabı vermektedir.

Soru: Yeryüzünde, varlık problemine cevap veren başka sistemler de var mıdır?

Cevap: Vardır. Çeşit çeşit dinler ideolojiler, doktrinler bulunmaktadır. Bunların sistemlerinde birtakım doğrular varsa da, yüzde yüz doğru değildirler, vahim yanlışlar içermektedirler.

Soru: İslâm’ın yüzde yüz doğru oluşu nereden kaynaklanmaktadır?

Cevap: Kaynağının Allah olmasından... İslâm dini ve nizamı, insan aklı ile yapılmış bir sistem değildir. İnsanlığa Allah tarafından gönderilmiştir.

Soru: İslâm dini, Hazret-i Muhammed’in Allah katından vahiy ve haber getirmesiyle mi başlamıştır?

Cevap: Hayır, İslâm dini ilk insan Hazret-i Adem ile başlamıştır. İslâm’ın usûlü (temelleri) hep aynı kalmıştır. Sadece çeşitli zamanlarda, çeşitli Peygamberlere gönderilen uygulama ile füruat hükümlerinde değişiklikler olmuştur. Ana, temel, asıl hükümlerde asla değişiklik olmamıştır.

Soru: Şeriat ne demektir?

Cevap: Şeriat’ın çeşitli târifleri vardır. Şeriat din demektir, Kitap (Kur’ân-ı Kerîm) ve Sünnet’ten çıkartılan hükümlerin tamamı demektir.

Soru: Şeriat kutsal mıdır?

Cevap: Elbette kutsaldır. Bunda zerre kadar şüphe yoktur. Bazıları “Ben Müslümanım ama Şeriat’ı kabul etmem” diyor. Bunlar, bu sözleriyle (şayet Müslüman iseler) dinden çıkmış olurlar. Aslında hiçbir bilgili ve şuurlu Müslüman böyle bir söz söylemez. Bunu, Müslümanlara “Acı Soğan” diyen Pembeler söylemektedir.

Soru: İslâm’a girmek, Müslüman olmak için kapı ve anahtar nedir?

Cevap: “Lâ ilahe illallah, Muhammed Resulullah” demektir. Yani “Allah’tan başka kendisine kulluk edilecek bir ilah yoktur ve Muhammed O’nun Elçi ve habercisidir” diye inanmak ve bunu dili ile söylemektir.

Soru: Sadece “Lâ ilahe illallah...” diyen, ondan sonra “Muhammed Resulullah” demeyen bir kimse mü’min (inanan) olur mu?

Cevap: Mü’min olmaz, muvahhid (Allah’a ortak koşmayan, Onu birleyen) olur.

Soru: Mü’min olmak için ne gerekir?

Cevap: Kelime-i Tevhid’in iki cümlesini birden ikrar edip, onlara iman etmek gerekir.

Soru: Yeryüzünde kaç hak din vardır?

Cevap: Sadece bir hak din vardır. Kur’ân’da “Allah katında (hak ve kabul edilen) din İslâm’dır.” buyurulmaktadır.

Soru: Bazı reformcu ilâhiyatçılar “Diğer kitabî dinler de haktır, onların bağlıları da kurtulacaklar zümresindendir ve onlar da Cennet’e gireceklerdir” propagandasını yapmaktadır. Bu sözlerinin hükmü nedir?

Cevap: Onların bu iddiaları İslâm’a tamamen zıttır. Kur’ân’a, Sünnet’e, icmaya aykırıdır.

Soru: Bir kimseye, Hazret-i Muhammed’in peygamberliği ve dâveti ulaşsa ve bu kişi bu dâveti reddetse, Peygambere yalancı dese o kimse kurtulabilir mi?

Cevap: Kurtulamaz.

Soru: Bir hoca, “Ehl-i Kitap ile Amentüde ittifakımız var” başlıklı bir yazı yayınlayarak kafaları karıştırdı. Bu doğru mudur?

Cevap: Bu söz gerçeklere tamamen aykırıdır ve hezeyandır. Müslümanlar, Ehl-i Kitab ile Amentü konusunda ittifak içinde değildir. Onlar son Peygamber Hazret-i Muhammed’i inkâr ediyor. O’na hâşâ yalancı diyor. Onlar, Allah’ın insanlığa bir kurtuluş ve hidayet rehberi, bir düstur olarak gönderdiği ilahî kitab Kur’ân-ı Azimüşşan’ı inkâr ediyor, hâşâ ona düzmece kitap diyor. Onlar hak din İslâm’ı inkar ediyor, ona hâşâ uydurma din diyor. Onlar, Tevhid ve Tenzih konusunda vahim yanlışlar içindedir. “Üzeyir Allah’ın oğludur.” “İsa Allah’ın oğludur” diyorlar. Müslümanların Ehl-i Kitab ile Amentü konusunda ittifak halinde olduklarını söyleyebilmek için insanın aklını, sağduyusunu yitirmiş olması gerekir.

Soru: Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü ne demektir?

Cevap: Haçlılar ve siyonistler tarafından Müslümanlara karşı hazırlanmış bir tuzaktır. Hiçbir mü’min ve müslim böyle bir ideoloji ve doktrini kabul edemez.

Soru: Müslümanlara gereken, diyalog ve hoşgörü mü yapmaktır yoksa tebliğ ve davet mi?

Cevap: Elbette tebliğ ve dâvet yapmaktır.

Soru: Son zamanlarda, dışarıdan gelen maddî teşvik ve desteklerle yurdumuzun çeşitli yerlerinde, içinde cami kilise ve sinagog bulunan “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” siteleri inşa edilmekte ve buralarda üç dinin ruhanileri birlikte âyin ve tören yapmaktadır. Bunun hükmü nedir?

Cevap: Böyle şeyler kesinlikle bâtıldır. Hiçbir Müslüman bu gibi tuzaklara düşmemelidir.

Soru: Bazıları Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık, bunların üçü de “İbrahimî dinlerdir” diyorlar. Bu iddia doğru mudur?

Cevap: Böyle bir iddia Kur’ân’a ve İslâm’a aykırıdır. Kur’ân’da, atamız İbrahim Halilullah aleyhisselam için “İbrahim Yahudi ve Hıristiyan değildi: O hanif ve müslimdi” buyurulmaktadır. Dünyada üç İbrahimî din değil, bir tek İbrahimî din vardır ve o da İslâm’dır.

Soru: Bir Müslüman, temel din bilgilerini en doğru, en kolay şekilde nasıl öğrenebilir?

Cevap: Büyük din âlimleri tarafından yazılmış muteber ilmihal kitaplarından. Ehliyetli ve icazetli din alimi olmayanların kendi kafalarına göre yazdıkları din kitapları okunmamalıdır.

Soru: Bazıları “Bizim dinimizin ana kaynağı Kur’ân’dır. Ondan sonra da sahih hadîsler gelmektedir. Her Müslüman Kur’ân’ı ve hadîsleri okuyarak dinini öğrensin” demektedir. Bu metod doğru mudur, geçerli midir?

Cevap: Yanlıştır, geçersizdir, çıkar yol değildir. Kur’ân elbette dinimizin ve Şeriatimizin ana kaynağıdır. Sünnet elbette ikinci ana kaynaktır ama her Müslüman bunlardan kendi kafasına göre din ve Şeriat hükmü çıkartamaz. Böyle bir metod sözün ayağa düşmesine, din konusunda fitne, fesat ve anarşi çıkmasına, Müslümanların bölünüp parçalanmasına, birtakım kimselerin yanlış yorumlar yaparak dinden sapıtmasına yol açar.

Soru: Peki Kur’ân’ı ve hadisleri okumayalım mı?

Cevap: Öyle bir şey söyleyen yok. Elbette okuyacağız ama kendi kafamıza göre, kendi re’y ve hevamızla yorum yapmayacağız, hüküm çıkartmayacağız.

Soru: Kur’ân’dan ve Sünnet’ten kimler fıkıh ve Şeriat hükmü çıkartabilir?

Cevap: Mutlak müctehid derecesine yükselmiş olanlar. Bütün İslâm tarihinde, 1400 sene boyunca çok az sayıda mutlak müctehid yetişmiş, onlardan dördünün fıkıh sistemi Müslümanlar tarafından kabul edilmiştir. Dinî ve şer’î hükümlerde, fıkıh konusunda, ilmihal sahasında bu dört mezhepten birine tâbi olmak gerekir.

Soru: Mezhepsizlik nedir?

Cevap: “İslâm şeriatını tehdit eden en tehlikeli bid’attır.” (Prof. Dr. Said Ramazan el-Büti) “Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür” (Muhammed Zâhid el-Kevseri)

Soru: Telfik-i Mezahip nedir?

Cevap: Mezheplerin hükümlerini karışık olarak uygulamaktır.

Soru: Böyle bir şey câiz ve doğru mudur?

Cevap: Câiz ve doğru değildir. “Telfik-i mezahip İslâm dinini oyuncak etmektir” (Ulemadan Seydişehirli Mahmud Es’ad)

Soru: İslâm dininde reform, yenilik, değişiklik yapılabilir mi?

Cevap: Kesinlikle yapılamaz. Bu dini Allah koymuştur, yorumunu Peygamber yapmıştır. Allah yanılmaz, Peygamber hâtadan ve yanlıştan korunmuştur. Reform ve değişiklik ancak muharref (bozulmuş) şeriatlerde olabilir, İslâm’da asla olmaz.

Soru: İlâhiyatçılar İslâm âlimi midir?

Cevap: Bir kimsenin İslâm âlimi olması için, ucu Resullerin Seyyidine dayanan bir icazeti (dinî diploması) olması gerekir. Ayrıca, itikad ve fıkıh konusunda Ehl-i Sünnet ve Cemaat dairesinde bulunması gerekir. Bununla da bitmez. Bildiği ile âmil olması gerekir. Bir ilahiyatçıda bu üç sıfat varsa o din alimidir. Yoksa değildir, yerli ve ehlî oryantalisttir.

Soru: Reformcu, diyalogcu ilahiyatçılara tâbi olmanın hükmü nedir?

Cevap: Yanılmak ve sapıtmaktır.

Soru: Tasavvuf ve Tarikat ne demektir?

Cevap: Şeriatsiz Tasavvuf ve Tarikat olmaz. Şeriata uygun bütün tarikatlar haktır.

Soru: Bütün şeyhler gerçek şeyh midir?

Cevap: İcazeti varsa, Şeriata uyuyorsa, şeyhlik şartlarına ve sıfatlarına sahipse gerçek şeyhtir. Değilse sahte şeyhtir, müteşeyyihtir (şeyh taslağıdır).

Soru: Namaz kılmayan şeyh olur mu?

Cevap: Böyle Sorularla adamı güldürmeyin! Namaz kılmayan merduttur. Böyle adama şeyh denir mi? Tarik-i Salât fâsıktır.

Soru: Bazıları “Biz yaqîn derecesine vasıl olduk, bizden namaz kalktı” diyorlar...

Cevap: Namaz kimseden sâkıt olmaz. İnsanların derece itibariyle en büyüğü olan Resulullah Efendimiz ölünceye kadar beş vakit namazı cemaatle kılmışlardır. İlim şehrinin kapısı olan Hazret-i Ali sabah namazını kıldırmaya hazırlandığı sırada Kûfe’de camide şehid edilmiştir. “Sana yaqîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et” mealindeki ayetteki yaqîn ölüm demektir. Yani ölünceye kadar ibadet et.

Soru: İslâm’da din ve dünya ayırımı var mıdır?

Cevap: Yoktur.

Soru: Bir insan sadece iman etmekle kurtulabilir mi?

Cevap: Hem iman etmesi, hem de sâlih ameller işlemesi gerekir. Bellibaşlı sâlih ameller şunlardır: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, haccetmek, cihad etmek, zekat dışında sadaka vermek, hayır hasenat yapmak, eliyle ve diliyle insanlara zarar vermemek, İslâm’ı yaymak, tebliğ etmek için çalışmak ve çalışanları desteklemek, farzları yerine getirmek, haramlardan kaçınmak...

Soru: Bütün Müslümanların topluluğuna ne denir?

Cevap: Ümmet denir.

Soru: Ümmetin belli başlı özellikleri nelerdir?

Cevap: Namaz kılarlar, emr-i maruf ve nehy-i münker yaparlar. Yeryüzünde İslâm barışının ve medeniyetinin hâkim olması için çalışırlar. Adaleti ve güvenliği sağlarlar. Azgınlıkları ve fenalıkları engellerler. Maruf yani iyi, güzel şeyleri teşvik ederler, yaptırırlar. Zalimlerin ve güçlülerin acizleri ve fakirleri ezmesini ve sömürmesini önlerler.

Soru: Müslümanlar kaç sınıfa ayrılır?

Cevap: Çeşitli sınıflandırmalar yapılabilir. İyi Müslüman, orta dereceli Müslüman, kötü Müslüman... Avamm, havass, havassü’l havass...

Soru: Bu devirdeki Müslümanların durumu nedir?

Cevap: Maalesef İslâm ile Müslümanlar arasında büyük bir seviye farkı bulunmaktadır. İslâm çok yücelerdedir, Müslümanlar onun çok çok gerisinde kalmışlardır. Bugünkü bozuklukların, zilletin, esaretin, tezebzübün, fitne ve fesadın ana sebebi budur.

Soru: Vasıflı Müslüman ne demektir?

Cevap: Tahkiki iman sahibi... İlim, irfan ve kültür sahibi... Ahlâk ve fazilet sahibi... Abid ve zâhid... Mütteki ve Mütevverri... Mürüvvetli ve fütüvvetli...

Soru: Sadece dinî kitap okuyarak iyi ve vasıflı Müslüman olmak mümkün müdür?

Cevap: Değildir. İslâm dininde rehberlik (initiation) esastır. Mutlaka ehil bir hocadan, mürşidden, mürebbiden, rehberden ders almak ve yetişmek gerekir.

Soru: Para bir değer midir?

Cevap: Kesinlikle değildir. Parayı değer, hem de ana değer olarak kabul eden bir kimse sapıktır, ahlâksızdır, âdidir. Resul-i Kibriya Efendimiz uğursuz ve şerli bir tâifeyi şöyle tarif ediyor: “Onların dinleri para, kıbleleri karıdır.”

Soru: İsrafın (savurganlık), lüks hayatın, gösterişin, aşırı tüketimin dinimizde hükmü nedir?

Cevap: Bunlar haramdır. Allah müsrifleri Kur’ân’da kötülüyor, onlara “Şeytanın kardeşleridir” diyor. Peygamber lüksten, israftan, gösterişten kaçmıştır. Müsrifler ve lüks hastaları Nemrud, Firavun, Şeddat ahlâklı kötü kişilerdir. Ebedî saadetini kurtarmak isteyen akıllı ve şuurlu Müslüman israftan, lüksten, aşırı tüketimden, gurur ve kibirden, saçıp savurmaktan uzak dursun.

Soru: Doyduktan sonra yemenin hükmü nedir?

Cevap: Doyduktan sonra yiyen kişi, başkalarının hakkını yemiş olur. Doyduktan sonra yemeyi adet haline getirmek, oburluk çirkin bir günahtır. Hazret-i Aişe Validemiz (radiyallahu anha) şöyle buyuruyor. “Resulullah’ın vefatından sonra ilk çıkan bid’at, insanların fazla yiyip de semirmeleri oldu...”

Soru: Benim şeyhim HER ŞEYİ bilir” diyene ne lazım gelir?

Cevap: Böyle diyen kişinin küfre ve şirke düşmesinden korkulur. HER ŞEYİ bilmek ancak Yüce Allah’a aittir.

Soru: Yalan söyleyen, Müslümanları aldatan, Müslümanların paralarını toplayıp zimmetine geçiren, halka verdiği sözü tutmayan, emanetlere ihanet eden, ihalelere fesat karıştıran, devlet ve belediye bütçelerini hortumlayan, kısa zamanda büyük kara ve kirli servet sahibi olan kimseler nasıl adamlardır?

Cevap: Onlar münafıktır! Hem de azılı münafık...

Soru: Zengin bir Müslüman zekatını verdikten sonra canının istediği gibi lüks, israflı, sefih (beyinsizce ve ahlâksızca) bir hayat sürebilir mi?

Cevap: Süremez. İslâm dini, İslâm Şeriati, İslâm tasavvuf ve ahlâkı, Peygamber Sünneti böyle bir şeye izin vermemektedir. Müslüman, zengin de olsa, süper zengin de olsa orta halli, mütevazı, kanaatli, zâhidâne bir şekilde yaşamalıdır. Meskeni, otomobili, evindeki eşyaları, yemesi içmesi, yazlığı asla lüks olmamalıdır.

Soru: Yurt içinde milyonlarca, dünyada yüz milyonlarca Müslüman sefalet içinde yaşıyor. Hattâ bazı İslâm ülkelerinde halk açlık tehlikesi ile karşı karşıya. Böyle bir durumda, imkânı olan Türkiyeli Müslümanlara düşen vazifeler nelerdir?

Cevap: Birinci olarak bu durumu bilmek, araştırmak. İkinci olarak yürekten ve derin bir şekilde üzülmek. Üçüncü olarak var gücüyle yardım etmek, imdatlarına koşmak. Sadece “vah vah çok üzüldüm” demekle iş bitmez. Çağımızda dünya küçüldü. Globalleşme oldu. Eskiden altı ayda gidilen yere şimdi bir günde gidiliyor. İnternetin düğmesine basıyorsunuz, birkaç saniye içinde istediğiniz bilgiler sel gibi akmaya başlıyor, bir ülkeden öbürüne kolayca para ve eşya gönderilebiliyor. Ben bu satırları yazarken Afrika’daki Nijer adlı Müslüman ülkede büyük bir açlık ve kıtlık var. Halk perişan. Uluslararası kuruluşlar yardım yapıyor. Türkiyeli Müslümanların çoğunun haberi bile yok... Nijer’den vaz geçtim, kendi sınırlarımız içinde sefalet çeken kardeşlerimize yardım etmiyoruz. “İslâmî Sosyete” (!) yatlara biniyor, sahillerde sefalar sürüyor. Gökkuşağı gibi rengârenk giyimli sözde tesettürlü Müslüman bayanlar beş yıldızlı otellerde (Yazık ki, ülkemizde altı ve yedi yıldızlı lüks otel yok!) ikindi çayları içiyor. Arada bir uçakla Avrupa’ya gidip çok lüks, çok pahalı; lüks ve pahalı olduğu kadar zevksiz ve sanatsız elbiseler alıyorlar. Maalesef bir kısım zengin, varlıklı, paralı, yüksek tabaka Müslümanlarda vicdan kalmamış, iz’an kalmamış, yardımlaşma duygusu kalmamıştır. Biz gerçek Müslümanlar olsaydık, Türkiye’de bir kişi bile aç ve perişan kalmazdı. Yardım, himmet, kerem, ihsan ellerimiz Nijer’e kadar uzanırdı.

Soru: Bazıları dinî hizmet ve faaliyetleri bir hobi gibi yapıyor. Buna ne dersiniz?

Cevap: Hobi, insanın boş zamanlarını değerlendirmek için yaptığı birtakım sosyal, kültürel, sanat ve zenaatle ilgili şeylerdir. Boş zamanlarında saksafon çalmak, herhangi bir şeyin koleksiyonunu yapmak, haftada iki gün yazlığına gidip gül yetiştirmek gibi. İslâmî hizmet ve faaliyetler bu gibi hobiler gibi yapılmaz. Yapılırsa işte bugünkü gibi, Müslümanlar rezil, esir, zelil olurlar. Bir Müslümanın ana vazifesi, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak VAR GÜCÜYLE ibadet ve hizmet etmektir.

Soru: Belli başlı İslâmî hizmet ve vazifeler nelerdir?

Cevap: Önce ibadetler, yâni Allah’a karşı kulluk vazifelerimizi ifa ve eda etmek (dosdoğru yerine getirmek). Dinimiz bize “Farz ibadetleri eda et ve itaatkâr kullardan ol” emrini veriyor. (2) Ümmet’e karşı vazifelerimizi yerine getirmek. Bunların bazısını yazıyorum: Bir İmam-ı Kebir’e veya Emîrü’l-mü’minîne biat ve itaat ederek İslâmî hiyerarşi içindeki yerini almak. Kendisini Ümmet denilen büyük vücudun bir parçası bilmek. Müslümanları sevmek ve onlara yardım etmek. Hattâ, zalim Müslümana bile yardım etmek. Bu nasıl olacak? Onun zulmüne mâni olmak suretiyle... (3) Mâlî vazifelerimiz: Zekât vermek, sadaka vermek, fakirlere yardım etmek. (4) Emr bi’l-mâruf ve nehy ’ani’l-münker (iyiliği emr etmek ve kötülüğü yasaklamak) farzını ya doğrudan doğruya bizzat, yahut dolaylı olarak eda etmek. (5) Hem kendimizin, hem din kardeşlerimizin ilminin, irfanının, kültürünün, hüner ve marifetinin artması için ne lazım geliyorsa onları yapmak. Bedevî ve cahil Müslümanlıktan medenî ve güçlü Müslüman haline geçmeye çalışmak. (6) Müslümanların, kâfirlerin hakimiyet ve tasallutundan kurtulup hürleşmeleri için, Kur’ân’ın, Sünnetin gösterdiği metodlarla çalışmak... Ve saire ve saire...

Soru: Bir Müslümanın bugünkü devirde rahat, huzurlu, normal, keyifli bir hayat sürmesi mümkün müdür, doğru mudur?

Cevap: Değildir. Niçin mi? Çünkü ülkemiz ve dünya fitne ve fesat yangınları içindedir. Din elden gitmektedir. İslâm dininin, aklın, vicdanın, sağduyunun, hikmetin (bilgeliğin) çirkin gördüğü her şey serbestçe işlenmektedir. Müslümanlar şaşırmış vaziyettedir. Ehl-i İslâm zillet ve esaret altındadır. İnsanlık korkunç bir “Üçüncü Dünya Savaşı”nın arefesindedir. Hattâ bu savaş başlamıştır bile. Âhir zamanda zuhur edeceği Muhbir-i Sadık (Doğru haber veren zat) tarafından bildirilmiş olan alâmetlerin çoğu ortaya çıkmıştır. Dünya şimdiye kadar görülmemiş fırtınalar, zelzeleler, kuraklıklar, su baskınları, tsunamiler ve benzeri afetlerle sarsılmaktadır. Kutuplardaki buzlar erimektedir ve sahilleri yakın zamanda su basacaktır. Müslümanları bilgilendiren, müjdeleyen, uyaran, korkutan, şuurlu hale getiren ‘âmil (bildiği ile amel eden) gerçek âlimler, kâmil mürşidler, hakikî şeyhler çok azaldığı için halk yığınları nasihatsiz ve uyarısız kalmıştır. Fısk u fücur, isyan ve azgınlık, sefahat korkunç derecede çoğalmıştır. Beş vakit namaz kılanlar azalmış, hele farz namazları cemaatle eda eden erkekler küçük bir azınlık haline gelmiştir. Birtakım alçak, şerefsiz, namussuz, rezil, münafık, haydut, şerir kişiler din ve mukaddesat bezirganlığı ve sömürüsü yapmaktadır. Ümmet-i Muhammed, karanlık gecede yağmura ve fırtınaya tutulmuş, kurtların hücumuna uğramış çobansız bir koyun sürüsüne dönmüştür. Uzun yıllardan beri saf dindar kütleler birtakım vicdansızlar tarafından kaz gibi yolunmakta, inek gibi sağılmaktadır. Son otuz kırk yıl içinde dinî hizmet ve faaliyetler için halkımızdan yüz milyonlarca dolarlık yardım paraları toplanmıştır ama Müslümanlar hâlâ düze ve selâmete çıkamamıştır.Halbuki bu muazzam paralar planlı ve programlı bir şekilde, yerli yerinde, işe yarar metodlarla harcanmış olsaydı Ümmet-i Muhammed bir kere değil, on kere kurtulmuş olurdu. İslâmî bilgilendirme, müjdeleme, uyarma, güçlendirme, hizmetleri güçlü ve etkili bir şekilde yapılmış olsaydı vatandaşlarımızın bir kısmı sapıtmamış olacaktı. Dert, problem, sıkıntı saymakla bitmez. Afganistan’da, Filistin’de, Keşmir’de, Çeçenistan’da, Irak’ta olup bitenleri görüyoruz. Memleketimizdeki kokuşmayı, bozukluğu, fitne ve fesadı görüyoruz. Yıllardan beri yüzbinlerce başörtülü kızımız okuyamıyor. Başörtüsü İmam-Hatip okullarında ve İlâhiyat fakültelerinde bile yasaktır. Müslümanlara bin türlü baskı yapılırken agresif (saldırgan, harbî) Protestan misyonerlerine olanca kolaylık gösteriliyor, ülkemizde pıtırak gibi yeni kiliseler inşa ediliyor. Van’da iki tarihî camimiz harabe halinde dururken, Akdamar adasındaki Ermeni kilisesi, masrafları Türkiye devleti tarafından karşılanarak hızla restore ediliyor. Bu kilise Ermenilerin millî sembolüdür! Evet ülke kötü durumda, halk kötü durumda, Müslümanlar kötü durumda, dünya kötü durumda...Böyle bir manzara içinde bir Müslüman nasıl umursamazca yaşayabilir? Nasıl sadece kendi zevkine ve keyfine bakabilir?

Soru: Müslümanlar, kurtulmak, zilletten izzete, esaretten hürriyete geçmek için ne yapmalıdır?

Cevap: YETERLİ SAYIDA GÜÇLÜ, VASIFLI, ÜSTÜN ELEMANLAR YETİŞTİRMELİ, BUNLARDAN MÜTEŞEKKİL KADROLAR KURULMALIDIR. (Saydığım vasıflara ve sıfatlara dikkat buyurunuz: Vasıflı, güçlü, üstün Müslümanlar yetiştirilecek. Bunların sayısı yeterli olacak. Bunlardan kadrolar kurulacak.)

Soru: Sadece hafız yetiştirmekle bu dedikleriniz olur mu?

Cevap: Olmaz, olmaz, olmaz! Hafızlık, Kur’ân’ın tamamını ezberlemiş olanlara verilen çok yüksek, çok şerefli bir unvandır. Lakin hafızlık bir ilim değildir, bir uzmanlık değildir. Sadece hafız olan kişi namaz kıldırır, ölü kaldırır. Şayet hafız yetiştireceksek, bunların âlim, ârif, fâzıl, muhlis, fedakâr, başarılı, tesirli din hizmetkârları olabilmeleri için gereken derslerin ve ilimlerin öğretilmesi zarurîdir.

Soru: Müslümanlara şu anda en fazla lazım olan elemanlar hangi branşta olmalıdır?

Cevap:Ülkemizde büyük medya bir numaralı güç haline gelmiştir. Binaenaleyh Müslümanların, dünya çapında güçlü ve üstün medyacılar, gazeteciler, televizyoncular, yazarlar yetiştirmeleri gerekir. İslâmî kesimde Abdi İpekçi çapında bir medyacı var mı? Müslümanlar medya sahasında öne geçemezlerse kesinlikle kurtulamazlar.

Soru: Müslümanların günlük gazeteleri, haftalık dergileri, televizyon kanalları yok mu?

Cevap: Var ama yetersizdir. Müslümanların günde en az bir milyon satan ve tesiri de o nisbette büyük olan günlük bir gazeteleri, haftada beşyüz bin satan çok tesirli bir dergileri ve ülkenin en etkili televizyon kanalına sahip olmaları gerekir.

Soru: Böyle bir medyaya sahip olmak, medya savaşını kazanmak için ne yapmak lâzımdır?

Cevap: Az sayıda da olsa, dünyanın en büyük üniversitelerinde birinci sınıf medyacı yetiştirmek gerekir. Böyle vasıflı elemanlar beş-on bin dolarla yetişmez. Kabiliyetli, istidatlı, ihlâslı, ahlâklı, karakterli bir vatan gencine icabında birkaç milyon dolar yatırım yapacaksınız ve onun yetişmesini sağlayacaksınız. Şunu da açıkça yazayım: Bu bir kaç milyon dolar onun geçimi için harcanmayacak, onun eline verilmeyecek; yetişmesi için planlı ve programlı şekilde harcanacaktır. Meselâ en az beş yabancı dili bilecektir. Ayrıca bir türkolog kadar Osmanlıcaya vakıf olacaktır. On parmağında on hüner ve marifet bulunacaktır.

Soru: Medyadan sonra en önemli ve hayatî hizmet sahası hangisidir?

Cevap: Eğitimdir. Bir devleti, bir ülkeyi, bir milleti yükselten veya alçaltan eğitimdir. Japonya bugünkü güçlü ve üstün haline eğitimle gelmiştir. Türkiye, eğitimi yetersiz ve vasıfsız olduğu için bu hallere düşmüştür. Güney Kore, Tayvan, Singapur gibi Asya ülkelerinin çok güçlü, çok vasıflı, çok üstün eğitim sistemleri vardır. Eğitimin iki gayesi vardır: (1)Bilgi ve kültür vermek. Bu da ikiye ayrılır: (A) Genel kültür vermek. (B)Millî kültür vermek. (2) Ahlâk ve karakter terbiyesi vermek. (3) Estetik, güzellik boyutunu geliştirmek. Bizdeki eğitim sulandırıla sulandırıla, mıncıklana mıncıklana, birtakım popülist politikacıların ve ehliyetsiz bürokratların (Bütün politikacılar ve bürokratlar böyledir demiyorum) elinde, yukarıda sayılan üç misyonu da yerine getiremez hale gelmiştir. Bir ülke düşününüz ki, oradaki eğitim sistemi, bin yıl boyunca kullanılmış millî alfabe ile yazılmış eser kitapları, belgeleri okumayı öğretmiyor, edebî-yazılı zengin Türkçeyi öğretmiyor, böyle bir eğitimden ne hayır gelir? Dünyanın hangi ülkesinde böyle bir rezalet vardır? Eğitimden bahs ederken şu hususa da dikkat çekmek gerekir: Cebir geometri, fizik kimya gibi fen derslerini iyi öğretmekle (kaldı ki, bizde onlar da iyi öğretilemiyor. Öğretilmiş olsaydı, lise mezunu gençler üniversiteye girebilmek için özel dershanelere gitmek ihtiyacını hissetmezlerdi) iş bitmez. Lise tahsili demek fen dersleri okumak değildir. Bilgi ve kültürün esası yazılı ve edebî zengin dili, tarihi, felsefeyi (psikoloji, mantık, ahlâk, estetik, metafizik)öğrenmek demektir. İnsanlar cebir geometri, fizik kimya bilmekle tahsilli olmazlar, aydın olmazlar, “okur-yazar” olmazlar. TÜRKİYE, genç nesillerine iyi bir eğitim veremezse sürünmeye, bin türlü kriz içinde bocalamaya mahkûmdur. İyi bir eğitim ne demektir? (1)Millî kültürü öğretecek. (2)Genel kültür verecek. (3) Bu iki sahada uluslararası standartların altına düşmeyecek. (4) İyi insanlar, iyi vatandaşlar yetiştirecek. (5) Vasıflı, güçlü, üstün elemanları yeterli sayıda yetiştirecek. Bir Fransız genci lisede, bundan 400 sene önce yazılmış edebî ve fikrî Fransızca kitapları okumayı ve anlamayı öğreniyor da, bizim liselerimiz niçin bundan yetmiş, seksen, yüz sene önce yazılmış romanları, Türkçe romanları, hikâyeleri, şiirleri okumasını ve anlamayı öğretemiyor? Medenî, gelişmiş, işleri düzgün ülkelerin okullarında okutulan ders kitaplarını bizimkilerle mukayese ediniz ve aradaki korkunç farkı görünüz. Ülkemizin en akıllı, en faziletli, en istidatlı, en kabiliyetli, en azimli, en idealist çocuklarını eğitimci ve öğretmen olarak yetiştirmeliyiz.

Soru: Bir ülke nasıl batar?

Cevap: Ülkeler gemiler gibi batmaz. Her şeyin batışı ayrıdır. Bir memleketin nasıl battığını görmek mi istiyorsunuz? Yükseklere çıkınız ve Türkiye’nin hal-i pür melâlini seyr ediniz. Evet bir ülke, Türkiye’nin bugün battığı gibi batar.

Soru: Kendi kendine mi batıyor, yoksa batırılıyor mu?

Cevap: Batırılıyor... İstisnalar dışında hepimiz elbirliği ile devletimizi, vatanımızı, halkımızı batırmaya çalışıyoruz.Bilerek veya bilmeyerek...

Soru: Kurtulmak için ne yapmak gerek?

Cevap: İlme, irfana, hikmete, aksiyona sarılmak gerek. Evrensel gerçekleri rehber edinmek gerek. Cahillikten âlimliğe, ahlâksızlıktan fazilete, eğrilikten doğruluğa, çirkinlikten güzelliğe, tefrikadan ittihada, tarihî kopukluktan tarihî devamlılığa, yabancılıktan millî kimliğe, haysiyetsizliklerden haysiyete, zulümden adalete, beyinsizlikten firasete yönelmek gerek.

Soru: Yönelmemiz gereken bütün iyi, güzel, doğru şeyleri nerede bulacağız?

Cevap: İslâm’da. İslâm bizi, küçük bir aşiretten büyük bir cihan devletine yükseltmişti. Onunla bağlarımızı gevşettikçe alçaldık, bugünkü hale geldik.

Mehmet Şevket Eygi
Milli Gazete, 18-20 Eylül 2005