Zehirli | Konular | Kitaplar

islam

BATI'YA KARŞI ETKİLİ BİR GÜÇ:TASAVVUF

Tasavvuf İslâm’ın kalbinde yatar; onun deruni boyutudur. O Allah’ın yaktığı bir lamba gibidir, Müslümanlardan sayısız ruhu ve çok sayıda nesli ışığıyla aydınlatan ve kıyamete kadar da aydınlatacak olan bir lamba. İslâm tarihi boyunca her döneme uygun olmuş ve gelecekte de böyle olmaya devam edecek.

Yine de, günümüz açısından bakıldığında, İslâm dünyasının ve aynı zamanda daha genel bir çerçevede bir bütün olarak insanlığın karşı karşıya kaldığı problemler ışığında, onun rolü bazı açılardan özellikle önemli hale gelmektedir.

13./19. yüzyıldan bu yana, reformcu ve modernist olarak adlandırılanlardan pek çoğunun İslam toplumunda tasavvufu tahrip etmeye veya zayıflatmaya çalışmış olmaları, İslâm dünyası açısından ne kadar dar bakışlı ve talihsiz bir olgudur. Yine de, çok şükür ki tam olarak başarılı olamamışlardır, zira Allah’ın aydınlattığı bir lamba insan tarafından söndürülemez.

Her şeyden önce İslâm, diğer dinler gibi laiklik, modernizm ve şimdi de post-modernizmin bozucu saldırıları ile karşı karşıya kalmıştır. İslâm açısından, ancak Sufi hikmeti bu meydan okumanın derin köklerine ulaşıp -sadece duygusal değil- kapsamlı bir entelektüel ve manevi bir derinlik sağlayabilmiştir.

ABD TARİHİNE DAMGASINI VURAN MÜSLÜMANLAR

Sahabe ve Tabiinden İlk Muhacirler

Dünyaca ünlü Harvard Üniversitesi eski profesörlerinden, ABD Bilim Sanat Akademisi üyesi Barry Fell'in (1917-1994), 1980’de yayımladığı “Saga Amerika” (Efsane Amerika) isimli çalışmasındaki bilgiler gösteriyor ki, Müslümanlar, daha Hz. Ali ve Hz. Osman döneminde Amerika'ya ulaşmıştır.

Prof. Fell, Prof. Heizer ve Prof. Baumhoff'un yaptıkları arkeolojik kazılarda elde edilen bulgular sonucunda, ABD'nin Nevada, Colorado, New Mexico ve Indiana eyaletlerinde, 7. ve 8. yüzyıllarda açılmış Müslüman okulları olduğu; burada İslâm’ın ve bilimin, özellikle denizciliğin okutulduğu bir okulun varlığı ortaya çıkmıştır.

Batı Amerika'nın el değmemiş bölgelerinde kayalar üzerinde bulunan yazılar, çizimler ve tablolar, Müslümanların o zamanlar ilk ve orta düzeyde bir eğitim sistemini uyguladıklarının kalıntıları durumundadır. Dolayısıyla bütün bunlar, zikri geçen eyaletlerde, 7. ve 8. yüzyıllarda Müslüman Arapların yaşadığını kesin olarak ispatlamaktadır.

ABD'deki İslâm/Müslüman izleri ile ilgili diğer bir çarpıcı bilgi, 1787'de Massachussets eyaletine bağlı Boston'daki yol çalışmaları sırasında, üzerinde "La ilahe illallah, Muhammedun Resulullah" yazan, 9. ve 10. yüzyıllara ait Semerkand dirhemlerinin bulunmasıdır.

YAKIN DÖNEM İLİM VE FİKİR ATLASI

EMİN SARAÇ HOCA İLE YAKIN DÖNEM İLİM VE FİKİR ATLASI ÜZERİNE

Gidenlerin yeri doldurulamadı. Bu gün itibariyle ne Mustafa Sabri ne de Ali Haydar Efendi çapında alimimiz var. “Kaht-ı rical” yaşıyoruz. Muhteşem bir mirasa sahibiz fakat, harici ve dahili unsurlar ilimle aramıza kalın duvarlar ördü. Her şeye rağmen yer yer zuhur eden alimler, yeni kuşakları ilmi mirasımızla buluşturan koridor vazifesi görmekteler.

Emin Saraç Hoca, mazi ile günümüz arasında koridor vazifesi gören ya da kudema bezminde ahirde ders okutan alimlerden biri. Fatih Camiinde Osmanlı ulemasından okuduğu şekilde İslami ilimleri okutmaya devam ediyor. Özellikle hadis alanında çok sayıda talebe yetiştirdi.

Daha önce Hoca efendi ile Fatih Camii merkezli bir söyleşi yapmıştık. Aşağıda okuyacağınız söyleşide ise Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki İstanbul’un ilim ve zikir atlasından İslam coğrafyasındaki modernist akımlara kadar bir çok meseleyi konuştuk.

-İnkişaf-


Hafızlık

İnkişaf: Hocam uygun görürseniz ilk olarak İstanbul öncesi tahsil hayatınızdan başlayalım?

İlk olarak memleketimizde hafızlık yaptık. Biz dört kardeş hafızlığı babamızda ikmal ettik. Doğrusu babamın o zamanki gayreti fevkalade bir hadiseydi. O günkü şartlarda jandarmaların baskısı vardı. Babamı kaç defa alıp götürmüşlerdi.

İslami İlimler, Medeniyet Ve Modernizm Üzerine

Ömer Faruk Tokat: Modern İslam düşüncesi, çağdaş İslam düşüncesi, modernist yaklaşım vb. dendiğinde ne anlamalıyız? Sohbetimize belki böyle bir soruyla başlayabiliriz.

Ebubekir Sifil Hoca: Öncelikle, her şeyi insan aklının ve insan inisiyatifinin belirlemesi gerektiğini söyleyen bir bakış açısı var aydınlanmadan bu yana. İnsanı merkeze alan, insan aklını merkeze alan ve değerleri insanın belirlemesi gerektiğini söyleyen bir duruş… Bu, modern zamanlara mahsus bir durum; kutsalı yok… dünyasal… insandan başka değer tanımayan bir duruş. Modern İslam düşüncesi de bu temel değerlerin üstüne İslam'ı oturtmaya çalışan bir bakış açısı. Yani modern değerleri merkeze alan, İslam'ı ve diğer dinleri, esâsen "din"i, "aşkın" dediğimiz alanın temsil ettiği, sembolize ettiği ne varsa, kutsal dediğimiz alanın içine giren ne varsa hepsini, insan aklını merkeze alarak tarif etme iddiasında olan, tanımlama iddiasında olan, sorgulama iddiasında olan bir bakış açısı. İnsanı merkeze koyunca insan her şeyi tarif eden, tanımlayan, her şeyin içini dolduran yegâne değer kaynağı haline geliyor.

Modern İslam düşüncesi de çok genel olarak söylersek, bizâtihi İslâm hakkında üretilmiş modern yorumları, İslâm'ın temel kaynaklarının modern okuma biçimini

Muhammed Aleyhisselâmın Peygamber Olduğu İsbât Edilmektedir

Yapılması emrolunan işlerde, hâdiselerde birçok faydalar olur ki, akıl bunu anlıyamaz. Hattâ, bu faydaların var olduklarına inanmaz. Bunların varlıklarını gösteren alâmetleri bildireceğiz. Bazı ilâcların az miktarları, bazı insanları öldürdükleri hâlde, daha çok miktarları, başkalarına zarar vermiyor. Tecrübe ile anlaşılmış olan bu hâle çok kimse inanmaz. Aksini isbât etmeye kalkışır. Peygamberlerin varlığına inanmıyan ve bunun için bir takım sebepler ileri süren eski yunan felsefecileri ve maddeye tapanlar da böyledir. Onlar, Allah ve Peygamber ve cin, melek, Cennet, Cehennem hakkındaki bilgileri, akıllarının erebildiği şeyler gibi sanıyor ve bu tasarladıkları şeyleri inkâr ediyorlar. Hiç rü'yâ görmemiş olana, rü'yâ anlatılsa ve bütün hislerin, aklın ve düşüncenin durduğu bir hâl vardır ki, insan bu hâlde iken aklın eremediği şeyleri görüyor denilse, inanmaz. Böyle şey olamaz der. Eğer denilse ki, dünyada küçük birşey vardır. Bir şehre konulsa, şehrin hepsini yir. Sonra, kendini de yir denilse, hemen, böyle şey olamaz cevabını verir. Hâlbuki bu sözler, ateşi, yangını tarif etmektedir. Dinlere ve âhıret hayatına inanmıyanlar da bunun gibidir.

MUCİZE NE DEMEKTİR?

İmam-ı Rabbani k.s.



Bize göre, (Mucize), Peygamber olduğunu söyliyen kimsenin, doğru söylediğini bildiren şeydir. Mucizenin şartları vardır:



1 - Allahın, mu'tâd sebepler olmadan yapmasıdır. Çünkü, Onun Peygamberini tasdik ettirecektir.



2 - Hârik-ul'âde olmalıdır. Âdet olan şeyler, meselâ güneşin hergün şarktan doğması, ilkbaharda çiçeklerin açması, mucize olmaz.



3 - Bunu, başkalarının yapamaması lâzımdır.



4 - Peygamber olduğunu bildiren kimsenin istediği zaman hâsıl olmalıdır.



5 - İstediğine uygun olmalıdır. Meselâ şu ölüyü dirilteceğim, deyince, başka hârika hâsıl olursa, meselâ dağ ikiye ayrılırsa, mucize olmaz.

İslamda İlk Fitne

İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendînin Mektûbâtından, ikinci cildin otuzaltıncı mektûbu, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü ve Ehl-i sünnet mezhebi ile diğer bozuk mezheplerin Eshâb-ı kirâm hakkındaki sözlerini bildirmektedir. İslâmiyette ilk kopan fitnenin şî'îlik olduğunu ve Ehl-i sünnet mezhebinin şî'îler gibi taşkınlık yapmadığını, Hâricîler gibi de, câhillik ve kısa görüşlülük yolunu tutmadığını göstermektedir ve Resûlullah efendimizin Ehl-i beytini medh eylemektedir.



Bu mektûbumu yazmaya Besmele okuyarak başlıyorum. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberine salât ve selâm olsun! O yüce Peygamberin Ehl-i beytine ve Eshâbının hepsine ve bütün müminlere bizden iyi duâlar olsun!



Doğru yolda gidenleri sevmek, onlarla tanışmak ve görüşmek ve onlar gibi olmaya özenmek ve o büyüklerin sözlerini işitmek ve kitaplarını okumak, Allahü teâlânın nîmetlerinin en büyüklerindendir ve Onun ihsânlarının en kıymetlilerindendir. Muhbir-i sâdık, yâni hep doğru söyleyici olan Muhammed aleyhisselâm, (Elmer'ü me'a men ehabbe) buyurdu. Yâni, kişi, dünyada ve âhırette sevdiği ile berâber olur. Bunun için din büyüklerini seven kimse, onlar ile berâber olur.

İSLAMİ İLİMLERİN VARLIK SEBEBİ

Alimlerin ve onların geliştirip sistemleştirdiği İslâmî ilimlerin, Allah'ın Kitabı ile inananlar arasına girdiğini, İslâmın saf, arı-duru halini bozduğunu söylemek hayli zamandır pek moda. Bu görüşe göre alimler , imamlar, ilimler olmasa, İslâm en katıksız haliyle anlaşılacak, yaşanacak. Acaba sahiden öyle mi olacak?

Yazıya, günümüzde hemen hepimizin sıklıkla karşılaştığı bir söylemden hareket ederek başlayalım: “Elimizde Kur'an (bazıları buna görünüşte Sünnet'i de ekler) varken başka bir şeye ihtiyacımız yoktur. Kur'an, ihtiyacımız olan her şeyi açık biçimde ihtiva etmekte iken, araya sokulan başka unsurlar bizi asıl kaynağa doğrudan ulaşmaktan alıkoymakta ve kaynakla aramızda birer engel teşkil etmektedir.”

Din anlayışımızı yeni baştan şekillendirmemizi teklif eden bu söylemde yer alan “başka unsurlar”ın iki anlamı vardır: 1) Ulema, 2) Kur'an ve Sünnet'i hakkıyla anlayabilmek için ulemanın geliştirdiği İslâmî ilimler.

KERAMET VE İSTİDRAÇ

Keramet, Allah'ı seven, O'na itaat eden ve

O'nun tarafından sevilen velî kullara,

yine Allah tarafından ikram edilen olağanüstü hallerdir.

Bir de bu özelliklere sahip olmayanlardan zuhur eden

olağanüstü haller vardır ki, buna istidraç denilir.

Her iki durumla ilgili ölçüler bilinmelidir ki,

gerçekle sahte olan, velî ile şarlatan birbirinden ayırt edilebilsin.

Allah, gönlünü mâsivâdan temizleyen dilediği velî kuluna dilediği kadar varlık ve eşyayı musahhar kılar. Böylece onların insan ve başka varlıklar üzerinde tasarruf etmelerine (etkide bulunmalarına) izin verir. Hakikatte tasarrufta bulunan ise, Cenab -ı Hak'tan başkası değildir.

KUTSALA KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER

Dinî anlayış ve yaşantımızda iki tehlikeye dikkat etmek zorundayız. Bu iki tehlikenin birincisi ifrat, diğeri tefrittir. İfrat bir konuda aşırı gitmek, tefrit ise tembellik ve gevşekliktir. Bu iki uç nokta arasında dengede durmak önemli. İşte dinimizin bizden istediği de bu itidal. Yani Ehl-i Sünnet orta yolunun belirlediği ölçülere göre hareket etmek.

Her müslüman, dinî yaşantısında iki tehlikeye karşı uyanık olmak zorunda. Birisi ifrat, diğeri de tefrit. İfrat bir konuda aşırı gitmek, haddini aşmak, taşkınlık yapmak anlamına gelir. Tefrit ise bunun tam tersi olan durumdur. Yani tembellik, gevşeklik, gerekeni ihmal etmek veya hiç önem vermemek tefrittir. Kısaca, belirlenen sınırın ötesine geçmek ifrat, gerisinde kalmak tefrittir.

ALLAH’IN YÜCELTTİĞİNİ SEVMEK


İfrata veya tefrite düşülen konulardan birisi de dinimizin kutsal kabul ettiği varlıkları sevme ve değerlendirme şeklidir.

Her varlık, Yüce Allah'a yakınlık derecesi ve O'na bağlılığı ölçüsünde şerefli, kıymetli ve kutsaldır.

TASAVVUF İLMİNİN ORTAYA ÇIKIŞI

Saadet Devri’nin en belirgin vasıflarının başında zühd, takva, tefekkür ve marifetullaha dayalı hayat tarzı gelir. Hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber s.a.v. her hususta olduğu gibi bu hususlarda da gelmiş geçmiş bütün insanların en mükemmeli idi.

Sahabe ve Tabiûn hazretleri zamanında tasavvuf adıyla ortaya çıkan herhangi bir ilim veya dinî bir akım yoktu. Aynı şekilde Tefsir, Fıkıh, Kelâm... adlarıyla tasnif edilmiş temel islâmî ilimler de mevcut değillerdi. Dolayısıyla bu ilimlerle irtibatlı olan amelî ve itikadî mezhepler ortaya çıkmamışlardı.

Fakat gerek tasavvuf ve gerekse temel islâmî ilimlerin hepsi o devirde bir bütün olarak ve canlı bir şekilde yaşanıyordu. Sofilik tatbikatta vardı, fakat adı konmamıştı. Yoksa bazılarının zannettiği gibi sonradan ortaya çıkmış değildi. Zaten Saadet Devri’nde ilimler birbirinden henüz ayrışmamışlardı. Hepsi bir bütün olarak İslâm’ı oluşturmaktaydılar.

Asr-ı Saadet’te temel islâmî ilimler

Sahabe-i Kiram hazretleri, itikadî konularda Kur’an ne buyurmuş, Allah Rasulü s.a.v. neyi haber vermişse ona harfiyen iman ediyorlardı. İman hakikatlerini daha ziyade naklî delillerle ve gayet sade bir biçimde tebliğ ediyor, müşriklerin iman etmelerine vesile oluyorlardı.

ZAHİR İLE BATIN ÇATIŞIR MI?

İslâm tarihinin belli dönemlerinde, İslâm’ın zahirî hükümlerini öğreten medrese ile, batınî edebini öğreten tasavvuf ehli arasında tartışmalar yaşanmış, bazen de haksız yere birbirlerini incitmişlerdir. Günümüzde de benzer tartışmalara rastlamak mümkündür. Her ki grup da haklı olduklarını ve bunu din adına yaptıklarını söylüyorlar. Eğer her iki grup da haklı ise bu çekişmenin sebebi ne olabilir?

Bugüne değin Ehl-i Sünnet çizgiden kopmamış zahir ehli ile batın ehli arasında olagelen çekişmeler iyi incelenirse görülecektir ki, birbirine zıt olan ve çekişen dinin zahir ile batın ilmi değil, bu ilimlere sahip olduklarını söyleyen bazı kimselerin ıslah olmamış nefisleridir.

Bazıları zahir ilmi ile batın ilmini ayrı düşünür, ikisini birbirine zıt görür, bunun için batın ilminin reddedilmesi gerektiğini söyler. Bazıları da asıl olanın batın ilmi olduğunu, zahirin şekil, resim ve temsilden ibaret bulunduğunu, zahirdeki ilim ve ibadetlerin ancak avam halkı ilgilendirdiğini, hali ileri ve yüksek olanların bu tür sorumluluklardan kurtulduğunu söyleyerek dinin temelini oluşturan zahiri ilimleri ve amelleri terk eder. Üzülerek belirtelim ki, her iki grup da İslâm aleminde büyük fitne ve yıkıma sebep olmuşlardır.

Birinci grup Kur’an ve Sünnet üzere kurulu tasavvufu inkâra kalkmış, ikinci grup ise tasavvufu kötü emellerine malzeme yapmıştır.

ALİMLERİN İHTİLAFI VE TAVRIMIZ

Tarihte birtakım alimler ve ekoller arasında ihtilaflar ve tartışmalar cereyan ettiğini hepimiz biliriz. Bu ihitlaf ve tartışmaları aynen devam ettirmek, bazı alimlerimizi bir konudaki görüşünden dolayı mahkûm etmek, ya da onlar arasında “hakemlik” yapmaya soyunmak doğru bir tavır olabilir mi? Bize muazzam bir irfan ve ilim mirası bırakan geçmiş alimlere karşı edebli olmak büyük bir vazife. Ve o mirası anlayacak, yaşatacak ve insanlığa anlatacak nesilleri yetiştirmemek de büyük bir vebal.

İslâm alimlerinin yüzyıllar süren kesintisiz bir çaba neticesinde oluşturup, bize “emanet” olarak intikal ettirdikleri devasa bir ilmî miras ile karşı karşıya bulunuyoruz. Kütüphanelerimiz, islâmî ilimlerin her dalında kaleme alınmış binlerce cilt eserle dolu. Böyle “muhteşem” ve bir o kadar da “ağır” bir yükün altından şu ana kadar alnımızın akıyla kalkabildiğimizi ileri sürmenin mümkün olmadığını söylesek, acaba meseleyi abarttığımızı düşünenler çıkar mı?

Böyle düşünenler için biz şimdiden tedbirimizi alalım ve niçin bu kanaatte olduğumuzu izah etmeye çalışalım:

Tarihte olduğu gibi günümüzde de islâmî anlayış ve “tarz” bakımından birbirinden farklılıklar arz eden kesimler bulunduğunu biliyoruz ve hemen hepimiz bu türlü kesimlerle bir şekilde temas etmişizdir.

İLÂHİ EMİRLERİN KAYNAKLARI

Dinimiz, daima doğru olmak, haktan ayrılmamak, adalet gibi dünya ve ahiret saadeti için uyulması gerekenleri emreder. Her türlü kötülüğü de yasaklar. Dinimizdeki bütün emir ve yasaklar, başta Mukaddes Kitabımız olmak üzere Sünnet-i Seniyye, icma, içtihat gibi kaynaklara dayanır. Bu kaynaklardan çıkarılan hükümler bütününü ifade eden fıkıh da, bazı temel kavramlar üzerinde şekillenir.

Dinimizin Yüce Allah'ın emirlerini bildiren temel kaynakları esas itibarıyla dört kısma ayrılır. Bunlar Kur'an-ı Kerim, Sünnet, İcma ve Kıyas'dır.

Kur'an-ı Kerim

Kur'an-ı Kerim Allahu Tealâ'nın kelâmıdır. Rabbimiz bu mukaddes kitabı rasulü Hz. Muhammed Mustafa s.a.v.'e, insanlar ve cinler alemini küfr ve zulmetten aydınlığa çıkarması için indirmiştir.

Kur'an-ı Kerim, İslâm hükümlerinin ilk kaynağıdır. Müçtehit alimler bir meselenin hükmünü öğrenmede ilk önce Kur'an'a müracaat eder, eğer burada bulunursa ona göre hükmeder. Mesela: Kumar oynamanın, içki içmenin, putlara tapmanın, fal bakmanın haram oluşunu Rabbimiz Kur'an'da bildirir: “Ey İnsanlar! Şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları çekmek şeytan işi birer pisliktir.

İMAM MATURİDİ VE İMAM EŞ'ARİ

Yakın zamanlara kadar bir müslümanın bilmesi gereken esaslar arasında, itikadî ve amelî mezhebinin ne olduğu konusu da bulunurdu. Çoğumuz artık “itikadî” “amelî” gibi kelimeleri bilmediğimiz gibi mezhep kavramını da tam manasıyla bilmiyoruz. Ama bu durum ne konunun önemini azalttı, ne de tertemiz dinimizin bugünlere taşınmasında Cenab-ı Allah’ın vesile kıldığı müctehid alimlerimizin kıymeti azaldı.
Hz. Peygamber s.a.v.: “İslâm ümmetinin 73 fırkaya ayrılacağını, birinin Cennet’e diğerlerinin Cehennem’e gideceğini; kurtuluşa eren fırkanın da kendisinin ve ashabının yolundan gidenler olduğunu” (Tirmizî, İbn Mace, Ebu Davud, Darimî) buyuruyor.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ne demek?

İslâm bilginleri, buradaki Hz. Peygamber s.a.v.’in yolundan gidenleri “Sünnet” kelimesi ile, Ashab-ı Kiram r.a.’ın yolundan gidenleri ise “Cemaat” kelimesi ile ifade ettiler. Böylelikle Hz.Peygamber s.a.v. ve ashabının yoluna uyanlara “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” (Sünnet ve Cemaat mensupları) denildi.