Zehirli | Konular | Kitaplar

Dr. Ebubekir Sifil

KARAMAN HOCANIN "VAR"LARI VE "YOK"LARI-3

Prof. Dr. Hayreddin Karaman hocanın, çağımızda tartışma korusu haline getirilmiş birtakım hükümler hakkındaki tavrının büyük ölçüde mevcut modern anlayışın belirleyiciliğinde şekillendiği dikkat çekiyor. Modernizm karşıtı bir konumda bulunduğunu sıklıkla dile getiriyor olsa da, ele aldığı konulara yaklaşım biçiminde kendisini açıkça ele veren nokta, hocanın da modern çağın ağır psikolojik baskısını hissediyor oluşu.

Bu söylediklerimin gerçeği yansıtmadığını düşünenlere, hocanın ilk yazıda zikrettiği, İngiltere'de çeşitli grupların katıldığı tartışma programı konusundaki değerlendirmeyi tekrar okumasını tavsiye edeceğim. O tartışmada -ki benzeri ortamlarda hemen hepimiz bir şekilde bulunmuşuzdur- anahtar kavram "şiddet"tir. Siz meselelerinizi bu kavramın belirleyiciliğinde konuşmayı kabul ettiğiniz anda başkalarının algı ve düşünme tarzını kabul etmiş oluyorsunuz. Bu da sizi getirip, bu algı ve düşünme tarzıyla çatışma teşkil eden İslamî hükümlerin gerçekten "İslamî" olup olmadığını tartışma noktasına bırakıyor.

Ele aldığınız hükümleri uygularsınız ya da uygulamazsınız, yahut onları bu çağda uygulanabilir bulursunuz ya da bulmazsız, bu ayrı bir mesele. Ama onları, İslam'dan tard etmeye, "bugün uygulanamaz, öyleyse İslam'da olmamalıdır" gibi bir anlayışın dışa vurumu olarak eleme/ayıklama işlemine tabi tutmaya da hakkınız olmamalıdır. Bunu yapan Muhammed Ebu Zehra da, Yusuf el-Karadâvî de, ez-Zerkâ da olsa fark etmez. (Neticede onların da modern çağın ağır baskısı altında hüreket ettiğini tesbit etmek zor değil.)

KARAMAN HOCANIN "VAR"LARI VE "YOK"LARI- 2

Maksada geçmeden önce bir nokta üzerinde duralım: Karaman hoca, seri yazısının giriş faslında bir tesbitte bulunuyor ki, buna katılmamak mümkün değil. Şöyle diyor hoca: "Her zaman ama özellikle Ramazan'da İslam medyanın gündemine giriyor. Bir kısmı müminlere hizmet, kendileri için de kazanç olsun diye erbabına İslam'ı anlattırmayı tercih ediyorlar ve onları rahatsız edecek, kafa karıştıracak, huzur bozacak davranışlardan ve konuları tartışma zeminine çekmekten uzak duruyorlar. Bir kısmı ise fırsat elvermişken İslam'ı veya ona ait gösterilen bazı konuları tartışma mevzuu yapıyor, kendilerince İslam'ın yumuşak karnı gördükleri meseleleri piyasaya sürüyor, bundan sonuç almaya (insanları İslam'dan uzaklaştırmaya) çalışıyorlar."

Bu tesbitin ikinci kısımda yer alan ifadelerin muhatabının kimler, hangi çevreler olduğunu tahmin etmek zor değil. Ancak benim anlamakta zorlandığım bir nokta var: Elhamdülillah birkaç Ramazan'dır o "ecinni taifesi" ekranlardan adeta tard edilmiş durumda. O yapay itibar ve şöhretleri de, saçma sapan iddiaları da Ramazan'ın bereket ve feyzini gölgelemeye yetmiyor.

Hal böyleyken hocanın, halkın gündeminde olmayan o "dokuz madde"yi (kendi ifadesiyle "recim, kadınların sünneti, çok kadınla evlilik, mirasta kadına az, erkeğe çok verilmesi, el kesme cezası, kocanın karısını dövme hakkı, kölelik, tasadduk (muhtaçlara yardım), tesettür") Ramazan ayında gündeme getirmesinin sebeb-i hikmeti ne ola ki?!

KARAMAN HOCANIN "VAR"LARI VE "YOK"LARI-1

"Modern dönemde Müslümanların karşı karşıya bulunduğu "en sinsi" problem nedir?" sorusuna değişik cevaplar verilebilir. Kanaat-i acizeme göre bu sorunun en doğru cevabı, "İslam hakkında konuşurken, hakim/modern/gayri fıtrî değer yargılarının, değerlendirme tarzlarının ve kavramların esas alınması" olmalı. Zira bu durumda İslam, "önceden verilmiş kararlar" ve "tartışma dışı ilan edilen doğrular ve yanlışlar" üzerinden değerlendirmeye alınıyor kaçınılmaz olarak.

Bu meselenin ne kadar önemli olduğunu bu köşede değişik vesilelerle ve sık denebilecek aralıklarla vurgulamaya çalışıyoruz. Yazık ki gelişmeler haklılığımızı teyit edip duruyor.

Bu bahsi gündem etmemin sebebi Prof. Dr. Hayrettin Karaman hocanın Yeni Şafak'taki son yazıları. "İslam'da Ne Var Ne Yok" sorusunu başlığa çekerek başladığı seri yazıda şimdiye kadar Hoca, kadının dövülmesi ve kızların sünnet ettirilmesi meseleleri üzerinde durdu. Son yazısı recm hakkındaydı. Anlaşıldığı kadarıyla "eleme" işlemine kadının mirastan aldığı pay, el kesme, kölelik… gibi "netameli" mevzularla (kendisi 9 konu olacağını söylüyor) devam edecek hoca.[1]

"Eleme işlemi" demeyi tercih ettiğim tavrı benimsemesinin gerekçesini Hoca, ilk yazısında şöyle bir örnek üzerinden açıklıyor:

SAPTIRILAN GERÇEKLER

GİRİŞİM dergisinin Temmuz-89 sayısında Doç. Dr. Yunus Vehbi Yavuz’un “İslam Tarihinde Hilafetten Saltanata Geçilmesi ve Doğurduğu Sonuçlar” başlıklı bir yazısı yayımlandı. Doğrusu sayın Yavuz’un ağzından tarihi ve fıkhi gerçeklerden bu derece nasipsiz şeyler duymak bizleri oldukça şaşırttı.

Hilafetten Saltanata geçişin, İslam dünyasında yol açtığı yönetimsel, toplumsal ve fikri yapılanma hiç kimsenin gizlisi değildir! Ancak bunları öne sürerek ve olaylar arasında zorlama bağlantılar kurarak kimi sonuçlara varmak, bilimsel yaklaşım değildir! Buna realite de izin vermez.

6 sayfalık yazısında Hilafetten Saltanata geçişi, “Din ve Dünya işlerinin birbirinden ayrılması” olarak niteleyen Doçentimiz, içinden çıkılmaz çelişkiler sergiliyor, tarihi ve fıkhi bir çok gerçeği çarpıtarak veriyor. İşte çarpıtılan gerçekler:

1- Yazısının ilk sayfasında şöyle diyor: “...Bu yönetimin (Hz, Peygamber (sav) yönetiminin- E.S ) iki ana kaynağı vardı. Biri Kur’an, diğeri Şûra idi...”

Bu ifade Kur’an’dan sonra ikinci teşri kaynağı olduğu ittifakla kabul edilen Sünnet’i rafa kaldırmaktadır.

HANGİ DİYANET

Bir zındık fikirli adam daha..Ömer Özsoy

''Konuya girmeden önce İslam anlayışında "kutsal metin" ve "Allah kelamı" hakkında şunları belirtmek isterim: İslam anlayışında tartışmasız tek kutsal, uluhiyettir. Ancak Kur'an'ın Allah kelamı mı, yoksa Allah kelamının yansıması mı olduğu son derece tartışmalı olduğundan Kur'an'ı kutsal kitap olarak nitelendirmek daima sorunludur." (...)

"Modernizm kendi kural ve değerlerini yerleştirerek her şeyi tersine çevirdi. Müslümanların ek olarak Kur'an'la alakalı değişim ve yenilik fenomeni üzerinde düşünmeleri gerekti. Çünkü Kur'an vahyi hayatın hiçbir alanında güne uymuyordu. Kur'an ne güncel kavramlarla konuşmakta ne de güncel sorunları irdelemekte. Bu nedenle Kur'an'ın vahyi ile güncel dış dünya arasında birebir bağlantı bulunmamakta..."

Entellektüel obezite

Rivayete göre el-Hasenu'l-Basrî, Efendimiz (s.a.v)'in Ureyneliler'le ilgili uygulamasının Haccac'a nakledilmesini doğru bulmamıştır. Sebebi, Haccac'ın bu uygulamadan hevasına uygun neticeler çıkarmasıdır.1

Bilginin üzerinde her yönüyle özel bir hassasiyet göstererek durmamız gereken bir "emanet" olduğunu dile getiren referanslarımız var. "İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah ve Resulü'nün yalanlanmasını ister misiniz?"2 diyen Hz. Ali (r.a)'ın nasıl bir endişe ile hareket ettiğini anlamak zor değil.

Aynı hassasiyeti Abdullah b. Mes'ûd (r.a)'da da görmek şaşırtıcı gelmiyor: "Bir gruba, akıllarının almayacağı şeyler söylersen, şüphesiz bu onların bir kısmı için bir fitne olur."3

Hocaefendi'nin açıklaması

IHH önderliğindeki "Filistin'e Yardım" girişimine İsrail'in müdahalesi, gerek tarzı, gerekse neticeleri dolayısıyla çok konuşulacak; bu kesin. Bu olayın kısa vadedeki etki ve yankıları yanında uzun vadedeki etki ve yankıları da olacak şüphesiz.

Olay henüz sıcaklığını muhafaza ettiğinden, konu hakkındaki her sözün, her tepkinin "refleksif" bir yanı var. İlk anda gösterilen tepkilerde her zaman "kurgu dışı", "tabii" bir boyut vardır. Dolayısıyla Hocaefendi'nin açıklamasını biraz da bu çerçeveden değerlendirmek gerekir.

Dünyanın -İsrail ve Amerika dışında- neredeyse tamamının ortak tepki verdiği bir olay söz konusu. Kurulduğu günden bu yana varlığını işgal, entrika, zulüm ve oldu-bittiye getirme politikaları üzerine inşa etmiş bir devlet var ve bu devlet, son olayda tamamen sivil karakterli ve farklı dinlere mensup insanlardan müteşekkil bir yardım girişimine uluslararası sularda son derece vahşi bir şekilde müdahalede bulundu. Kanını akıttığı insanlardan başka, yaralılara ve diğerlerine yaptığı muamele de kendisinden görmeye alışık olduğumuzdan farklı değil.

Böyle bir vakıa karşısında ilk tepki "otoriteye başkaldırı" merkezli mi olmalı?

Özgürlük ve Allah'ın Çizdiği Sınırlar

Bizi insan olarak var eden kudret sahibi, insanlığımızı koruyarak yaşamanın yollarını da göstermiştir. İslâm’ın insanı “sorumlu varlık” olarak görmesi, bu çerçevede temel bir öneme sahiptir.

İslâm dışı inanç ve düşünce sistemleri ise, özellikle modern kültür insanı “özgür varlık” olarak tarif eder. Modernitenin hayatın temeline yerleştirdiği en temel kavramlardan birisidir “özgürlük.”

İslâm’ı bugünün modern değerler ekseninde anlama ısrarında olanların yaygın olarak düştüğü hatalardan birisi, diğer inanç ve düşünce sistemleri gibi İslâm’ın da insanı “özgür varlık” olarak gördüğünü söylemeleridir. İslâm’ın kölelik kurumunu ortadan kaldırmak için getirdiği çözümleri de bu yaygın hatayı delillendirmek için kullanırlar.

Evet İslâm’ın köleliği teşvik etmemek, her fırsatta köle azadına yönlendirmek gibi tedbirlerle köleliği ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalar getirdiği bir vakıadır.

İslami İlimlerde Yenilik Talepleri

Günümüzde -özellikle bir kısım akademik çevrelerde- dinin tecdidi konusunda değişik bir anlayış hüküm sürüyor. Onlar “tecdid” denildiğinde Din’in baştan aşağıya yenilenmesini, yeni ve farklı bir din anlayışının ikame edilmesini anlıyor. İtikadıyla, ameliyle, Kitap ve Sünnet anlayışıyla tamamen farklı olan bu anlayışın “Selef” konusundaki düşüncesi de farklıdır tabii olarak.

Sahabe çağından itibaren her nesil, sonra gelenlerin dindarlığında, takvasında ve dinî hassasiyetinde önce geçenlere oranla bir azalma ve eksilme olduğunu söyleyegelmiştir. Herhangi bir konuda ideal davranışın ve anlayışın nerede bulunacağı sorusunun cevabı Ümmet-i Muhammed için bellidir: Selef! Kur’an ayetlerini nasıl anlayacağımızdan Sünnet’in sübut ve delaletine kadar herhangi bir meselede tereddüde düştüğümüzde başvuracağımız adres her zaman Selef olmuştur.

Şüphesiz bu durum sebepsiz değildir. Güneşin etrafında elips şeklinde bir yörünge izleyerek dönen dünyamızda, elipsin uzak ucuna vardığında güneşten uzaklaşması sebebiyle sıcaklığın azalması gibi, nurlu Nübüvvet çağından uzaklaştığımızda da ruhumuzda ve manevi dünyamızda güz rüzgârlarının esmesi eşyanın tabiatındandır.

İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyim'in Cehennemin ebediliği meselesindeki görüşünün tesbiti

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumun, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için ebedi değil geçici olduğunu savunan Kazan'lı Musa Carullah Bigiyef'e[1] reddiyesinden[2] sonra bu batıl davanın Kur'an ile temellendirilmesinin mümkün olmadığı, en küçük bir şüpheye mahal bırakmayacak tarzda tescillenmişti.[3]

Ancak mezkûr reddiye, bütün ihtişam ve nefasetine rağmen, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için ebedi olmadığını savunanların ileri sürdüğü merviyyat üzerinde –son derece isabetli tesbitler sunmakla birlikte– alabildiğine kısa durduğu için, meselenin bu yönü bakımından takviyeye muhtaçtır. Hemen aşağıda değinileceği üzere konunun bu yönünü de Muhammed b. İsmail es-San'ânî, Ref'u'l-Estâr isimli eseriyle büyük ölçüde ikmal etmiştir..

Bu yazının amacı ise, İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın, kâfir ve müşrikler için Cehennem azabının ebedi olmadığı görüşünü benimseyip benimsemediği tartışmasını bir sonuca bağlamaktır.[4]

Dinlerarası Diyalog Ve Misyonerlik Faaliyetleri

Özellikle son yıllarda ülkemizin değişmez gündem maddeleri arasında kendisine sağlam bir yer edinen dinlerarası diyalog ve misyonerlik faaliyetleri, orta ve uzun vadede ülkenin geleceği üzerinde kalıcı ciddi etkiler yapabilecek tabiatı dolayısıyla, karşı karşıya bulunduğumuz handikaplar listesinin başlarına, hatta en başına yerleştirilmelidir.

Zira söz konusu faaliyetler, ülkemizi ve insanımızı "din" ve "kültür" gibi temel varoluş alanlarında zayıflatmayı, kuşatmayı ve son tahlilde teslim almayı hedeflemekte, bu hedefe ulaşabilmek için başta siyaset ve ekonomi olmak üzere birçok enstrümanı etkin biçimde kullanmaktadır.

Bu bakımdan dinlerarası diyalog ve misyonerlik faaliyetleri yürütülürken ön plana çıkarılan "hoşgörü, barış, çoğulculuk, farklılıklara tahammül, İbrahimî dinlerin birliği..." gibi kavramsal gücü olan "masum" ve "sivil" tabirlerin, bu meyanda yalnızca birer "maske" işlevi gördüğünü tesbit etmek durumundayız.

‘İslami’ kristoloji?!

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Star gazetesine bir mülakat vermiş.(1) Gazetenin internet sayfasından izlenebileceği gibi(2) bu mülakat, "Diyanet İşleri Başkanı (...) "dinin yasakladığını devlet serbest bırakabilir" dedi" sözleriyle değerlendirildikten sonra, söz konusu mülakat üzerine yazılmış bir yazıya yer veriliyor.

"Bardakoğlu'nun din ve laiklik ilişkisini yeniden gündeme taşıyan bu ifadeleri üzerine yazdığı yazıda ilahiyat profesörü Düzgün, İslam siyaset teorisini şekillendiren saikleri ele alıyor ve siyaset alanındaki ilkelere dikkat çekiyor" ifadeleriyle takdim edilen yazısında Ankara İlahiyat'tan Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, Din'in, 50 yıl öncesine nazaran bireyin ve toplumun hayatına daha etkin biçimde döndüğünü söylüyor ve bunun hem "iyi", hem de "kötü" haber anlamına gelebileceği değerlendirmesinde bulunuyor.

Ahir zaman deyip geçmeyin!

Rıhle'nin son (8.) sayısı, dosya konusu olarak "ahir zaman"ı seçmişti. Ahir zaman dendiğinde akla gelen hususları -herhangi bir noktayı dışarıda bırakmamaya özen göstererek- ele almaya gayret ettik. Vurgulamaya çalıştığımız temel nokta şuydu: Ahir zaman öyle bir zaman dilimidir ki, anormalliklerin normal, normalliğin anormal olarak algılanması bu zaman diliminin en önemli özelliklerindendir. Efendimiz (s.a.v)'den, bu noktayı dikkatlerimize sunan pek çok hadis nakledilmiştir. Bunlardan birisinde "kişinin mü'min olarak sabahlayıp kâfir olarak akşama gireceği ve mü'min olarak akşamlayıp kâfir olarak sabahlayacağı" ifade buyurulmuştur.1

Anormalliklerin normal karşılanmadığı bir ortamda böyle bir durumun vuku bulabilmesi mümkün müdür?

Vatan gazetesindeki köşesinde Prof. Dr. Süleyman Ateş hoca, kıyamet alametleriyle ilgili bir soruya cevap sadedinde şunları söylemiş:

Hangi Diyanet

"Konuya girmeden önce İslam anlayışında "kutsal metin" ve "Allah kelamı" hakkında şunları belirtmek isterim: İslam anlayışında tartışmasız tek kutsal, uluhiyettir. Ancak Kur'an'ın Allah kelamı mı, yoksa Allah kelamının yansıması mı olduğu son derece tartışmalı olduğundan Kur'an'ı kutsal kitap olarak nitelendirmek daima sorunludur." (...)

"Modernizm kendi kural ve değerlerini yerleştirerek her şeyi tersine çevirdi. Müslümanların ek olarak Kur'an'la alakalı değişim ve yenilik fenomeni üzerinde düşünmeleri gerekti. Çünkü Kur'an vahyi hayatın hiçbir alanında güne uymuyordu. Kur'an ne güncel kavramlarla konuşmakta ne de güncel sorunları irdelemekte. Bu nedenle Kur'an'ın vahyi ile güncel dış dünya arasında birebir bağlantı bulunmamakta..."

Fetva kültürü

Bu köşede zaman zaman "fetva" meselesi üzerinde duruyoruz. Fetvanın ne olduğu, fetva sormanın ve vermenin mahiyeti, önemi, hassasiyeti... gibi hususlar fetva kültürünün kaybolmaya yüz tuttuğu günümüzde daha bir önemle kavranmak durumunda. Yaptığı işin fetva sormak ve fetva vermek olduğunu bilerek ya da bilmeyerek fetva soranların da verenlerin de sayısının hayli arttığı bir vakıa.

En temel ve teknik meselelerde bile hayli "rahat" cümleler kuran insanların sayısındaki artış -genellikle takdim edildiği gibi- sadece "okuyan, düşün, araştıran" insanların sayısındaki artışı mı gösteriyor, yoksa dindarlığımızdaki bir "gevşeme"nin, hatta "çözülme"nin işareti olarak mı algılanmalı?