İslami İlimlerde Yenilik Talepleri

Günümüzde -özellikle bir kısım akademik çevrelerde- dinin tecdidi konusunda değişik bir anlayış hüküm sürüyor. Onlar “tecdid” denildiğinde Din’in baştan aşağıya yenilenmesini, yeni ve farklı bir din anlayışının ikame edilmesini anlıyor. İtikadıyla, ameliyle, Kitap ve Sünnet anlayışıyla tamamen farklı olan bu anlayışın “Selef” konusundaki düşüncesi de farklıdır tabii olarak.

Sahabe çağından itibaren her nesil, sonra gelenlerin dindarlığında, takvasında ve dinî hassasiyetinde önce geçenlere oranla bir azalma ve eksilme olduğunu söyleyegelmiştir. Herhangi bir konuda ideal davranışın ve anlayışın nerede bulunacağı sorusunun cevabı Ümmet-i Muhammed için bellidir: Selef! Kur’an ayetlerini nasıl anlayacağımızdan Sünnet’in sübut ve delaletine kadar herhangi bir meselede tereddüde düştüğümüzde başvuracağımız adres her zaman Selef olmuştur.

Şüphesiz bu durum sebepsiz değildir. Güneşin etrafında elips şeklinde bir yörünge izleyerek dönen dünyamızda, elipsin uzak ucuna vardığında güneşten uzaklaşması sebebiyle sıcaklığın azalması gibi, nurlu Nübüvvet çağından uzaklaştığımızda da ruhumuzda ve manevi dünyamızda güz rüzgârlarının esmesi eşyanın tabiatındandır.

Bunu söylerken elbette berrak Nübüvvet pınarının, kendisinden beslenenlere şu veya bu asırda yaşamalarına göre değişen bir etki yaptığını söylemek istemiyoruz. Söylemek istediğimiz, aradan zaman geçtikçe o pınardan istifade etme kapasitesinin değiştiği ve azaldığıdır. Yoksa kaynak aynı kaynaktır, hidayet aynı hidayettir...

Şam halkı Haccac’ın zulmünü kendisine şikâyet ettiğinde Enes b. Malik r.a. şöyle demişti: “Sabredin! Hiçbir yıl yoktur ki, sonra gelen ondan daha kötü olmasın. Sizler Rabbinize kavuşana kadar böyle devam edip gidecektir. Peygamberiniz s.a.v.’den böyle dinledim.” (Ahmed b. Hanbel, Buharî)

Enes b. Malik r.a.’ın “her gelen yıl, bir öncekini aratacaktır” anlamındaki bu sözü (ki Efendimiz s.a.v.’den işittiğini tasrih etmiştir) yukarıda ifade etmeye çalıştığımız durumu özetlemektedir.

“Tecdid” ve “Yenilenme”

Efendimiz s.a.v.’in, “Allah bu ümmete her yüzyılın başında dinini tecdid edecek kimse(ler) gönderir” buyurduğu malum. (Ebu Davud, el-Hakim, et-Taberânî). Tarih boyunca ulema bu hadisi şöyle anlamıştır: Zaman içinde insanlara arız olan fütur ve gevşeklik sebebiyle dinimizin birtakım hükümlerinin uygulanmasında arızalar oluşacaktır. Müceddidler işte bu tarz arızaları ortadan kaldıracak; dinî şuur ve hükümlere eski canlılığını

kazandıracaktır.

Şüphesiz müceddidler bunu yaparken sürekli olarak Selef’i göz önünde bulunduracak, onların anlayış ve uygulamalarını nirengi noktası olarak kabul edecektir. Dolayısıyla herhangi bir durum Selef’in anlayış ve uygulamasına uygun hale getirildiğinde “tecdid” faaliyeti amacına ulaşmış olacaktır.

Günümüzde ise -özellikle bir kısım akademik çevrelerde- daha değişik bir anlayış hüküm sürüyor. Onlar “tecdid” denildiğinde Din’in baştan aşağıya yenilenmesini, yeni ve farklı bir din anlayışının ikame edilmesini anlıyor. İtikadıyla, ameliyle, Kitap ve Sünnet anlayışıyla tamamen farklı olan bu anlayışın “Selef” konusundaki düşüncesi de farklıdır tabii olarak.

“Tecdid”den tamamen farklı olan “yenilenme” anlayışında dinî anlayış, uygulama ve hükümlerin Selef zamanı esas alınarak aslî haline kavuşturulması söz konusu değildir. Burada esas olan, bizatihi Selef’ten gelen dinî anlayış ve uygulamaların değiştirilmesi ve yerlerine yenilerinin ikame edilmesidir.

“Selef’ten tevarüs edilenler değiştirildiğinde yerlerine ne konulacaktır?” sorusu burada önemlidir. Cevabı da şudur: Modern çağın insanı neyi talep ediyorsa o konulacaktır!

İslâmî ilimlerin yenilenmesi

Kırılma, işte bu noktada vuku bulmaktadır. Modern insanın taleplerinin, Selef’ten devralınan din anlayışına uymayacağı aşikârdır. Zira Selef’ten devralınan anlayışta Din, insanı “mükellef” bir varlık olarak görmekte ve ona birtakım görev ve sorumluluklar yüklemektedir.

Yüce Kitabımız’da şöyle buyurulur: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular; onu insan yüklendi. O cidden çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzab, 72)

Müfessirler, buradaki “emanet”-in, ilâhî sorumluluk, emir, nehiy ve hükümler olduğunu söylemişlerdir. (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 6/3934). Buradan da anlaşılacağı gibi insan, kendi irade ve tercihiyle “inandım” dediği andan itibaren gönüllü olarak birtakım tekliflerin, mükellefiyetlerin, “külfet”lerin altına girmeyi kabul etmiş olmaktadır. Din bütünüyle bir “teklif”tir ve bu dünyadaki imtihanın esprisi de bu teklif karşısındaki tavrımızda kendisini göstermektedir.

Dinin birtakım emir ve hükümlerini “ağır” bulan, modern dünyaya izah etmekte zorlanan, kınanmaktan ve dışlanmaktan korkan modern müslüman, Selef’ten devralınan anlayışı doğru kabul ettiği sürece bu “ağır” hükümlerden kurtulmanın bir yolunu bulamayacaktır. Oysa onun için tek bir mesele vardır: Modern dünyaya hakim olan ideoloji ve anlayışların itiraz etmeyeceği bir din!

“Yeni bir din anlayışı” ortaya koymanın tek yolu, Din’in kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’in nasıl anlaşılması gerektiği konusunda “yeni bir ilim anlayışı” ortaya koymaktır. Mevcut İslâmî ilimler esas alınarak Kur’an ve Sünnet’e bakıldığında mevcut Din anlayışından başka bir sonuç elde edilemeyeceğine göre, yapılacak iş, İslâmî ilimleri

yenilemektir!

Temeli yenilemek

İslâmî ilimlerin temelini teşkil eden usuller/metotlar, mücerret nazarî düşüncelerle/teorilerle masa başında oluşturulmuş değildir. Kur’an ve Sünnet’in nasıl anlaşılacağı meselesi, bizzat Sahabe kuşağının Efendimiz s.a.v.’den alarak geliştirdiği metotlarla ortaya konulmuştur.

Söz gelimi Efendimiz s.a.v. Muaz b. Cebel r.a.’ı Yemen’e kadı olarak gönderirken ona şöyle sormuştu:

– “Önüne bir dava getirildiğinde nasıl hüküm vereceksin?” Muaz r.a.’ın cevabı:

– “Allah’ın Kitabı’yla” şeklinde oldu. Bundan sonra konuşma şu minval üzere cereyan etti:

– “Aradığın meselenin hükmünü Allah’ın Kitabı’nda bulamazsan?”

– “Rasulü’nün Sünneti’ne bakarım.”

– “Orada da bulamazsan?”

– “İşimi eksik bırakmam, reyimle ictihad ederim.”

Bunun üzerine Efendimiz s.a.v. mübarek elini Muaz r.a. Hazretleri’nin göğsüne vurarak, “Rasulullah’ın elçisini Rasulullah’ın razı olduğu şeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun.” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, et-Tirmizî, ed-Dârimî, et-Taberânî)

Bu olay bize şunu anlatır: Herhangi bir meselede hüküm verme mevkiinde olanlar, önce Kur’an-ı Kerim’e bakacak. Aranan hüküm orada bulunamazsa Sünnet-i Seniyye’ye intikal edilecek. Orada da bulunamazsa ictihad edilerek hüküm verilecek.

Muaz b. Cebel r.a.’ın, Efendimiz s.a.v.’i razı eden cevabının, hüküm vermede Efendimiz s.a.v. henüz hayattayken ve fakat O’na sorma imkânı yokken izlenecek yolu anlattığına dikkat edilmelidir. Acaba Efendimiz s.a.v. terk-i dünya ettikten sonra nasıl hareket edilecektir?

Bu sorunun cevabını da Hz. Ömer r.a.’ın vali ve kadılarına gönderdiği talimatlarda buluyoruz: Mesela Kûfe kadısı Şurayh’a gönderdiği talimatnamede şöyle diyor: “Sana bir mesele geldiğinde Allah’ın Kitabı’na bak ve orada bulduğunla hüküm ver. Eğer aradığın hüküm Allah’ın Kitabı’nda yoksa Rasulullah s.a.v.’in Sünneti’ne bak ve onunla hükmet. Şayet sana, hükmü Allah’ın Kitabı’nda ve Rasulü’nün Sünneti’nde bulunmayan bir mesele gelirse, (ictihad ehli) insanların üzerinde birleştiği (başka bir rivayette salih kimselerin verdiği) hükmü esas al...” (en-Nesâî, İbn Ebî Şeybe). Aynı doğrultuda bir ifade, Abdullah b. Mesud r.a.’dan da rivayet edilmiştir. (İbn Ebî Şeybe)

Bu tesbitler, Kur’an ve Sünnet’ten sonra ulemanın icmaının da dinî bir delil ve kaynak olarak kabul edilmesi gerektiğini göstermektedir. Bütün bunların bir tek amacı vardır: Hayatı Allah Tealâ’nın rızası doğrultusunda yaşamak. Din bize bunu temin etmek için gönderilmiştir ve bu usuller/metotlar de bize bunu temin eder.

Ancak günümüzde Allah Tealâ’-nın rızasını değil, yaşanan hayatı ve hakim değer yargılarını esas alan usul ve metot oluşturma çabaları dikkat çekmektedir.

Yeni metotların özelliği

Allah Tealâ’nın rızasının yerine ikame edilen modern değer yargıları ve anlayışlar, bilhassa Batılı hayat tarzını yansıttığı için, İslâm dininin kaynaklarını Batılı hayat tarzı doğrultusunda yeniden yorumlamak gibi garip bir durum ortaya çıkmaktadır. Burada Batılıların teknolojik, ekonomik, askerî... sahalardaki üstünlükleri karşısında müslüman aydınların ve akademisyenlerin içine düştüğü aşağılık kompleksi en önemli etkendir.

Bize bu üstünlüğün “çalışarak” elde edildiğini söyleyenler, bilerek veya bilmeden hep bir gerçeğin üstünü örttüler: Batılılar bu seviyeyi “sömürgeleştirme” ve “köleleştirme” gibi iki insanlık dışı fiile borçluydu. Evet, Batı dünyası, yüzyıllar süren sömürgeleştirme ve köleleştirme faaliyetleri sayesinde muazzam servetler biriktirmişti. Bize sürekli olarak Batı’yı gösterenler, Batılıların kurduğu gösterişli dünyanın temelindeki kan, gözyaşı ve trajedileri hep gizlediler. Yazımızın asıl konusu olmadığı için sadece değinip geçtiğimiz bu mesele, müstakil kitaplara konu teşkil edecek kadar geniş ve önemlidir.

Batılıların sömürü ve köleleştirme üzerine kurduğu gayri insanî medeniyetin görünen yüzündeki baş döndürücü bilimsel ve teknolojik gelişmeler, görkemli kentler, gelir seviyesi yüksek toplumlar müslüman aydınların aklının ve gönlünün Batıya kaymasına fazlasıyla yetti.

Düşünüp taşındılar ve İslâm Ümmeti’nin kurtuluşunun batılılaşmada olduğuna karar verdiler. Müslümanlar da Batılılar gibi düşünür ve yaşarsa kurtulur diye vehmettiler. İslâmî ilimlerin, Batılı ilim adamı ve düşünürlerin çizdiği istikamet doğrultusunda yeniden teşkil edilmesi gerektiği düşüncesiyle, işe en temelden, Fıkıh Usulü ilminden başladılar.

Laik Fıkıh Usulü, İctimâî Kelam İlmi!

Toplumun modernleşmesi/Batılılaşması için Din ve ilim anlayışının da Batılılaşması gerektiği düşüncesinden hareketle, geçtiğimiz yüzyılda Ziya Gökalp bir proje geliştirdi: İctimâî Usul-i Fıkıh! A. Comte ve E. Durkheim gibi Batılı filozofların etkisinde kalarak geliştirdiği bu proje ile Gökalp, Usul-i Fıkıh ilminin, Sosyolojik bir zeminde yeniden inşa edilmesini teklif ediyordu. Bunun anlamı şuydu: Fıkıh toplumu değil, toplum fıkhı belirlemelidir!

Toplum neyi nasıl yapıyorsa, Fıkıh ilmi onu o şekilde kabul ederek İslâmîleştirmelidir anlayışıyla geliştirilen bu proje, Halim Sabit tarafından da ateşli bir şekilde savunulmuştu. (Doç. Dr. Abdülkadir Şener, İctimâî Usul-i Fıkıh Tartışmaları, A.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, 5/231 vd)

Toplumsal hayatı “nass” yerine koyan anlayış sadece Usul-i Fıkıh ilmini Sosyal Bilimler temelinde yeniden dizayn etmeye kalkmakla yetinmedi. Bir dönem Diyanet İşleri Başkanlığı da yapmış olan M. Şerafeddin (Yaltkaya), İslâm Mecmuası’nda “İctimâî İlm-i Kelam” başlıklı bir seri makale kaleme aldı ve Kelam ilminin toplumun benimsediği hayat tarzı ve değer yargıları esas alınarak yeniden tesis edilmesi gerektiğini söyledi. Cumhuriyet sonrası bu makalelerin bir kısmını, “İctimâî İlm-i Kelam” tabirini kullanmadan Dinî Makalelerim adını verdiği kitapta bir araya getirdi. (Bkz. M. Sait Özervarlı, Kelâmda Yenilik Arayışları, 64)

Mesele burada kalmadı. Fıkıh Usulü’nü toplumsal hayat zemininde inşa etmekle yetinmeyen Batılılaşma yanlıları, “Bu kadar da olmaz” dedirten bir proje geliştirdiler: Laik Fıkıh Usulü!! Altında Hüseyin Naci imzası bulunan bu proje, Din’i Allah’ın muradı istikametinde yaşamanın vasıtası olan Usul-i Fıkıh ilmini lâdinîleştirmek iddiasıyla, diğerlerine rahmet okutacak cinsten bir girişimdi. (Bkz. Sami Erdem, Yeni Usul-i Fıkıh Arayışları Çerçevesinde Bir Metin: Hüseyin Naci ve Lâik Usul-i Fıkıh, Dîvân dergisi, 1997/1, 213 vd. )

Günümüzde durum

Bütün bunlar, “Kitab’a uymak” yerine “kitabına uydurmak” uğruna girişilen faaliyetler olarak tarih sahnesindeki yerini aldı. Günümüzdeki duruma gelince; tam anlamıyla “dehşet verici” boyutlarda iddia ve yaklaşımlar söz konusu.

Kur’an-ı Kerim’in -hâşâ- Efendimiz s.a.v.’in sözü olduğunu, Efendimiz s.a.v.’in “beşer” olması dolayısıyla hata yapabileceğini, dolayısıyla Kur’an’da hatalar bulunduğunu söyleyenlerden, Kur’an ve Sünnet’in sadece Efendimiz s.a.v.’in hayatı boyunca geçerli olduğunu, O’ndan sonraki kuşaklar için ise bağlayıcılık değerinin bulunmadığını, sadece “örnek” olabileceğini ileri sürenlere kadar bir dizi patolojik durumla karşı karşıyayız. Mezhepler, alimler, kaynaklar ve hatta Kur’an ve Sünnet tamamen “devre dışı” bırakılmış durumda. Geçmişte sünnîsiyle bid’îsiyle hiçbir itikadî mezhep mensubunun söylemediği şeyleri söyleyenler medyada, basın-yayın dünyasında arz-ı endam ediyor, Allah’ın Kelamı’nı kendi heva ve hevesleri doğrultusunda yorumlamak amacıyla kaleme alınmış çeşit çeşit Kur’an mealleri kitapçı raflarını, evlerimizdeki kütüphaneleri süslüyor.

İnsanlar, Kur’an’ı hakkıyla anlayabilmek için sahip olunması gereken alt yapıyı ve ilimleri hatırlamıyor bile! Eline bir meal alan “ben böyle anlıyorum” diyerek Kur’an’ı kendi görüşüyle tefsir ediyor, ahkâm kesiyor.

Bu manzara karşısında geçmiş ulemamızın kendi dönemleri için kaleme aldığı, “bidatlerden sakındırma” kitaplarını hatırlamamak mümkün değil. Kur’an ve Sünnet’in hayata hakim olduğu dönemlerde bu eserleri kaleme alanlar acaba bugünü müşahede etselerdi ne derlerdi?!