Zehirli | Konular | Kitaplar

din tahripçileri

Sünnet-i Terk Edip Yalnız Kur'an İle Amel Etmek

"Sünnet'i terk edip yalnız Kur'an ile amel etmek isteyenler" var bu konuda ne dersiniz?



Bazı ehliyetsiz insanları görüyoruz ki, yalnız Kur'an-ı Kerim'in getirdiği İlâhî hükümleri kabul edip, dinin diğer temel kaynakları olan Sünnet, İcma ve Kıyas'ı reddediyorlar. Maksatları ise, halkın itikadını bozmak ve saptırmaktan ibarettir. Bunlar, Kur'an'ı tek mezhep kabul edip, sünnet-i Peygamberiyeyi ve İslâm'ın diğer delillerini hafife alırken işlerine gelen hadisleri kabul edip, gelmeyenleri reddederler. Şuurlu müslümanları aldatamadıkları gibi takdir de göremezler, buna haklan da yoktur.

Malumdur ki, müslümanlar Kur'an-ı Kerim'de nazil olan İlâhî hükümlere inanıp onlara uymaya mecbur oldukları gibi, hadislerle buyrulan dinî hükümleri de kabul etmeye mecburdurlar.

Bunlar asırlardan beri tefsir, hadis, fıkıh ve diğer sahalarda yazılmış olan bütün ilim ve fikir ehlinin takdirini kazanan çok kıymetli eserleri hiç dikkate almazlar.

Evet, Kur'an-ı Azimüşşanın gölgesine sığınarak yanlış yönlendirmede bulunan bir kimse hiç olmazsa şunu bilmelidir ki, bir müslüman ne kadar bilgisiz de olsa Kur'an'ı Azimüşşanın Allah kelamı olduğununa katiyyen şüphe ve tereddütü olmadığı gibi sünnet-i seniyyenin de İslâm'ın ikinci bir delili ve dayanak noktası olduğunu kesin olarak bilir ve öyle de inanır.

YUSUF EL-KARADÂVİ MEZHEPSİZ Mİ?

Yusuf el-Karadâvî: Nisbesi genellikle yanlış (Kardâvî tarzında) zikredilir. Doğrusu –Mısır'daki Karada kasabasına nisbetle– Karadâvî'dir. Eserlerinde herhangi bir mezhebi iltizam etmeme tavrıyla ön plandadır.

Fakat beni rahatsız eden bir şey var Yusuf el- Karadavi’nin söylemleri içerisinde. Bu müslümanlar arası, müslümanlar içi bir meseledir. İslam’ı günümüz insanına anlatırken, yaşamaya çalışırken, tarih içerisinde oluşmuş ve bugüne kadar varlığını taşımış, devam ettirmiş İslam mezhepleriyle Yusuf el-Kardavi’nin bir derdi var. Bunu burada mutlaka dile getirmem lazım. Bu konuda gazetede de yazdım.

Bu konuda tavrı mı var?

Evet, yani herhangi bir mezheple bağımlı kalmak, herhangi bir mezhebin mukallidi olmak ki o buna, mezhep taassubu diyor, çağdaş bir müslüman için Yusuf el-Karadavi’nin onaylamadığı bir şey. Bir de şunu söylüyor: “Global bir köy haline gelen, çok küçülmüş olan bir dünyada artık mezheplerle bir yere varamayız. Mezhep taassubunu bırakacağız, İslam’ın kolaylaştırılmış hükümleri nerde varsa onu alacağız.” Hatta daha ileri giderek şunu da söylüyor: “Kur’an ve sünnet aslında bu dini kolaylaştırdığı halde fıkıh zorlaştırmıştır. Fuzûli, gereksiz birtakım hassasiyetlerle birtakım yükler getirmiştir. Şimdi bu yükleri atıp bu fıkhı, bu dini kolaylaştırmamız lazım.”

MUSTAFA İSLAMOĞLU

MUSTAFA İSLAMOĞLU : O’da Efgani mezhebsizini savunanlardan.[1] Türkiye’deki mezhepsiz reformcuları kaynak alarak kitaplar yazanların içinde kalemi güçlü bir isim. Hiç değilse İmamlar ve Sultanlar kitabında, imam-ı Azam (rh.a) efendimizi Ebu Hanife’den hariç “Azam” lakabı ile anabilmiş, Allah rahmet eylesin, şehid imamdır diyebilmiştir.Tabi burada maksadı tağuta karşı kendine malzeme olarak İmam-ı Azam efendimizi seçmek değilse !

Bu cümlelerinin onu Muhammed Abduh, İbn Hazm, İbn Teymiyye, M.Abdulvehhab, Mevdudi..vs. gibi isimlerin ve rafizi vehhabi etkilerinden kurtarmaya bir sebep olmasını dilerim. Zira kitaplarında kaynak olarak ele aldığı isimlerden bazılara bunlar ! Bu isimlerin ne korkunç itikad hırsızları olduğunu benim gibi ilimsiz biri tesbit edebildiğine göre, kendisinin bunları bilmemesi düşünülemez !Geriye bir tek ihtimal kalıyor : Bu isimlerin çağırdığı itikadı-Allah korusun- benimsiyor olmak !

Bahsi geçen kitabında (sh: 178) İmam-ı Yusuf (rh.a.) gibi bir müctehidi yargılaması haddini bilmezlik olsa gerek.Bu mübarek imamı yargılamaktan geri durmayan birinin, mezhepsiz olduğu bilinen Mevdudi’yi de aynı sayfada İmam Yusuf’a nispet edercesine övmesi enteresandır.

Bir başka kitabında çok talihsiz cümleleri var. Sevgili Peygamberimizin gözlerinin, mübarek ağız biçiminin, inci dişlerinin güzelliğini, sesinin gür çıktığını, yani peygamberi mucizeden olmak üzere, seslerinin çok uzaklardakilerin dahi duyabildiğini, boylarının herkesten yüksek göründüğünü, tenlerinin misk-i amber gibi koktuğunu, bir çocuğu sevse o çocuğun başında mübarek ellerinden yayılan kokunun günlerce ayrılmadığını çeşitli muteber ehl-i sünnet kitaplarında okumuşsunuzdur.

BATI'YA KARŞI ETKİLİ BİR GÜÇ:TASAVVUF

Tasavvuf İslâm’ın kalbinde yatar; onun deruni boyutudur. O Allah’ın yaktığı bir lamba gibidir, Müslümanlardan sayısız ruhu ve çok sayıda nesli ışığıyla aydınlatan ve kıyamete kadar da aydınlatacak olan bir lamba. İslâm tarihi boyunca her döneme uygun olmuş ve gelecekte de böyle olmaya devam edecek.

Yine de, günümüz açısından bakıldığında, İslâm dünyasının ve aynı zamanda daha genel bir çerçevede bir bütün olarak insanlığın karşı karşıya kaldığı problemler ışığında, onun rolü bazı açılardan özellikle önemli hale gelmektedir.

13./19. yüzyıldan bu yana, reformcu ve modernist olarak adlandırılanlardan pek çoğunun İslam toplumunda tasavvufu tahrip etmeye veya zayıflatmaya çalışmış olmaları, İslâm dünyası açısından ne kadar dar bakışlı ve talihsiz bir olgudur. Yine de, çok şükür ki tam olarak başarılı olamamışlardır, zira Allah’ın aydınlattığı bir lamba insan tarafından söndürülemez.

Her şeyden önce İslâm, diğer dinler gibi laiklik, modernizm ve şimdi de post-modernizmin bozucu saldırıları ile karşı karşıya kalmıştır. İslâm açısından, ancak Sufi hikmeti bu meydan okumanın derin köklerine ulaşıp -sadece duygusal değil- kapsamlı bir entelektüel ve manevi bir derinlik sağlayabilmiştir.

EBU HANİFE MÜDAFAASI (MUKADDİME-6)

Modern zamanın seküler anlayışını İslami değerler zarfında sunan oryantalizmin nihai hedefi Müslümanların zihinlerinde Batılı’ların istediği anlamda bir İslam tasavvuru oluşturmaktır. İslam Coğrafyası’na Batılı kimlikleri ile küfür ihraç eden oryantalistler, Müslümanlar tarafından kabul görmeyince farklı arayışlara yönelmişler ve bu çerçevede zeki Hıristiyan öğrencileri Müslüman kimliğiyle okutup İslami ilimler alanında uzman yapmışlardır. Bu yöntem o derece etkin olmuştur ki çeşitli kürsülerde ders/vaaz veren bir çok gayr-i müslim yetişmiştir. Bunlar şüphe uyandırmamak ve görevlerini başarı ile sürdürmek için yalnız kaldıkları ortamlarda dahi yıllarca namaz kılmışlardır.

Camilerimizin mihraplarında, üniversitelerimizin kürsülerinde adı Hasan, Hüseyin diye bilinen nice Protestan, Katolik v.s. yıllarca görev yapmış ve ölünceye kadar da hep Müslüman kimlikleriyle tanınmışlardır.

Protestan bir babanın adını Mr. Nebit koyduğu bir şarkiyatçının Müslüman kimliğiyle İstanbul’da okuyup icazet alması, oryantalizmin yönteminin ne derece aldatıcı ve etkin olduğunu gözler önüne sermektedir.

İngiltere doğumlu olan Mr. Nebit, 13 yaşına kadar sıkı bir Hıristiyan eğitimi alır. Zekasının fevkalade olduğu fark edilince İslami ilimleri tahsil etmesi için 1834 yılında İstanbul’a gönderilir. İngiliz Sefiri tarafından teslim alınan Mr. Nebit, sefarette görevli Kavas (hizmetçi) Hüseyin Ağa’ya kimsesiz bir çocuk diye verilir.

İslami İlimler, Medeniyet Ve Modernizm Üzerine

Ömer Faruk Tokat: Modern İslam düşüncesi, çağdaş İslam düşüncesi, modernist yaklaşım vb. dendiğinde ne anlamalıyız? Sohbetimize belki böyle bir soruyla başlayabiliriz.

Ebubekir Sifil Hoca: Öncelikle, her şeyi insan aklının ve insan inisiyatifinin belirlemesi gerektiğini söyleyen bir bakış açısı var aydınlanmadan bu yana. İnsanı merkeze alan, insan aklını merkeze alan ve değerleri insanın belirlemesi gerektiğini söyleyen bir duruş… Bu, modern zamanlara mahsus bir durum; kutsalı yok… dünyasal… insandan başka değer tanımayan bir duruş. Modern İslam düşüncesi de bu temel değerlerin üstüne İslam'ı oturtmaya çalışan bir bakış açısı. Yani modern değerleri merkeze alan, İslam'ı ve diğer dinleri, esâsen "din"i, "aşkın" dediğimiz alanın temsil ettiği, sembolize ettiği ne varsa, kutsal dediğimiz alanın içine giren ne varsa hepsini, insan aklını merkeze alarak tarif etme iddiasında olan, tanımlama iddiasında olan, sorgulama iddiasında olan bir bakış açısı. İnsanı merkeze koyunca insan her şeyi tarif eden, tanımlayan, her şeyin içini dolduran yegâne değer kaynağı haline geliyor.

Modern İslam düşüncesi de çok genel olarak söylersek, bizâtihi İslâm hakkında üretilmiş modern yorumları, İslâm'ın temel kaynaklarının modern okuma biçimini

Kur'an-ı Kendilerine Göre Yorumlayanlar

Bid'at mezhepleri, Ehl-i Sünnet alimlerinin tutarlı ve dirayetli delilleri karşısında tutunamamış, çoğunluğu yok olup gitmiştir. Fakat, kitaplara geçen ve nesilden nesile devam eden görüşlerinin yok olup gittiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Bu gün dahi, taassup ve katılıkta haricîleri aratmayan kafa yapısıyla her yerde karşılaşmak mümkündür.


Geçmişte ortaya çıkan bozuk itikadî mezheplerin hemen tamamı Kur'an'a dayandıklarını iddia ediyorlar ve ileri sürdükleri görüşleri destekler gibi görünen her ayeti muhaliflerine karşı bir koz olarak kullanıyorlardı.


İlk asırda meydana çıkan Mu'tezile, Cebriyye ve Haricîlik gibi zahirperest mezhepler, ayetleri tefsir ederlerken Hz. Peygamber s.a.v.'in konuyla ilgili yorumlarını dikkate almıyorlardı. Sadece ayetin zahirine sarılıyorlardı. Hz. Ali r.a. başta olmak üzere, henüz aralarında bulunan Sahabe-i Kiram'ın büyüklerinin dahi görüşlerine aldırış etmiyorlardı. Arap dili ve edebiyatını iyi bilen alim ve müçtehitlerin görüşlerine

Prof. Dr. Lütfullah Cebeci İle Mülakat Kur'an Ve Sünnet İlişkisi

"Peygamber Postacı Değildir"

Kur’an’da Şer Problemi, Kur’an’a Göre Takva, Kur’an-ı Kerim’e Göre Cin, Melek ve Şeytan gibi eserlerin sahibi olan Prof. Dr. Lütfullah Cebeci, 1954 yılında Kayseri’nin Develi ilçesinde doğdu. Mekke’deki Ummu’l Kura Üniversitesi’nde araştırma ve incelemelerde yaptı. “An Essay on Sociology of the Holy Qur’an” (Kur’an-ı Kerim’in Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme) adlı tebliği ile Sudan’da yapılan “Bilginin İslâmîleştirilmesi” konulu bir kongreye katıldı ve 1992 yılında “Dinler Arası Diyalog” çerçevesinde Newyork’ta bulundu. Evli ve dört çocuk babası olan Lütfullah Cebeci, halen Erzurum Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesinde tefsir profesörü.


Aydınlarının büyük bir ekseriyeti tarafından içinde yaşadığımız bu çağın adeta kutsandığı bu ülkede, dinî ilimlerde çalışma yapan akademisyenlerin de bu istikamette tavır aldığını görmekteyiz. Onların dini çağdaşlaştırma yolunda ileri sürdükleri fikirler, İslâm hakkında yeterli bilgiye sahip olmayanlara, sanki İslâm çağlara yön verecek bir değerler ve uygulamalar bütünü değil de, zamane insanının gidişatını onaylamaya mecbur bir “vicdanî müessese” izlenimi vermekte... Bu tarz düşünenlerin ifadelerinde, şekil veren, ıslah eden, ebediyete doğru ufuklar açan bir din yerine, batılı değerler ve sözde erdemler kalıbında şekillenen, yani reforme edilebilen, ıslaha muhtaç bir din buluyoruz.

İşte böyle bir akademi dünyasında, çağdaşlık ve modernlik modası karşısında İslâm’ı çağlara hakim bir din olarak algılamış kıymetli bir ilim adamıyla siz okuyucularımızı tanıştırmak istedik.

SÜNNET'SİZ DİN DÜŞÜNÜLEBİLİR Mİ?

Yüce dinimizin temeli, hiç şüphesiz, indirilişiyle birlikte ilahî koruma altına alınmış olan Kur’an ve onun gereği gibi hayata intikalinin yegane garantisi olan Sünnet’tir.



İlâhi kelâm olan Kur’an, insanlık alemine Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz vasıtasıyla intikal etmiştir. Üstelik Cenab-ı Hak, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’i, Kur’an’ı insanlara sadece tebliğ etmekle değil, aynı zamanda açıklamakla da görevli kılmıştır.



Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e uymayı, O’na muhalefet etmemeyi, O’nun getirdiklerini alıp, sakındırdıklarından uzak durmayı emreden, Allah’ın rızasını arayanlar için O’nda güzel örnek bulunduğunu haber veren, ancak O’na itaat etmekle gerçek anlamda Rabbimiz’i sevdiğimizi söyleyebileceğimizi ve bağışlanmamızın da buna bağlı olduğunu bildiren ayetler, Sünnet’in dindeki yerini ve fonksiyonunu tayin edici ilâhi beyanlar cümlesindendir.



Buradan hareketle şunu söylemek kaçınılmaz olmaktadır: Eğer Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in açıklaması olmadan Kur’an’ın Cenab-ı Hakk’ın muradına uygun olarak anlaşılması ve yine Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu bir hayatın yaşanması mümkün olsaydı, Efendimiz’e vurgu yapan onlarca ayete gerek olmazdı.

EMPERYALİZM’İN KEŞİF KOLU: ORYANTALİZM

“Müslümanları vaftiz etmek için boş yere çabalayıp durmayalım. Başka yollar, başka çareler deneyelim. İslam memleketlerinde girişeceğimiz faaliyetlerde onlara, hristiyan adetlerini, hristiyan bayramlarını, hristiyan kültürünü, hristiyan ahlakını aşılayalım…”(1)

“Müslümanların her şeyini tahrif ve mahvettik. Dinleri, inançları, ahlakları, dine bakışları ve insani duyguları mahvoldu. Onların manevi değerlerini, batı medeniyeti potasında eriterek kendimize benzettik. İslamiyet’ten uzaklaştırdık. İslamiyet’i öğrenmeyi, yaşamayı, namaz kılmayı ve Kur’an-ı Kerim öğrenmeyi, suç ve gericilik olarak göstermeyi başardık. Artık çoğu, tam olarak, hiçbir şeye inanmıyorlar…”(2)

Yukarıdaki cümleler “Oryantalist” diye adlandırılan iki hristiyan ilim adamına ait. Günümüzdeki Müslümanların içine düştüğü durumu ne güzel özetlemekte… Bu cüretkâr ve iddialı cümleler oryantalistlerin düşünce yapıları ve hedefleri noktasında ipuçları içermekte. Günümüz Müslümanlarının, oldukça eski bir maziye sahip olan oryantalizm kavramını ve işlevini bilmemeleri ne acı bir gerçektir.

KUR'ÂN İSLÂMI ( ! ) ÜZERİNE

Günümüzde bir takım insanlar, “Size düşen Kur’ana sarılmaktır, onun helal dediğini helal, haram dediğini de haram saydığınızda kurtuluşa erersiniz!” diyerek inanan insanları sadece bir kaynağa yönelmekte ve bilerek Allah’ın Rasulü(s.a.v.)’nü ve hadisi devreden çıkartarak: “Sünnetsiz bir hayat”ın savunuculuğunu yapmaktadırlar.

Tam bir müsteşrik kafasıyla hareket eden bu yerli “oryantalist işbirlikçileri”nin asıl amaçları sadece sünneti devreden çıkartmak değil, koskoca hadisler deryasını bir çırpıda yok saymak ve dolayısıyla da onları rivayet eden eşsiz sahabiyi nerdeyse “yalan hadis” gibi ağır bir ithamla suçlayarak, inananların gözünden sahabinin etkinliğini silmektir. Bu yüzden olsa gerek, her önüne gelen ahkam kesmekte, hadisleri reddetmekte, sünneti kabul etmemekte ve eşsiz sahabeye dil uzatabilmektedir. Bir de bu yaptıklarını “Kur’an İslamı, Kur’anî İslam, Hanif İslam, Kur’an eksenli İslam” gibi yaldızlı ve süslü tabirlerle cahil halka yutturmaktadırlar.

Bu makalemizde gayemiz, Kur’an İslâmı söyleminin tarihi arka planını irdelemek, İslam'ın ilk dönemindeki örnekleri ve günümüzdeki izdüşümlerini tespit etmek olacaktır..

YARIM HOCA DİNDEN EDER

Başlıktaki sözü bilmeyen yoktur, bir atasözünün yarısı.



Tamamı ise şöyle: “Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder.”



Bu sözün içinde sanki, yarım hocalığın yarım hekimlikten çok daha vahim olduğunu hissettiren bir anlatım da saklı gibi.



Yani yarım hekimin yaptığı birkaç kişinin canına mal olur belki.



Ama yarım hoca yalan-yanlışla kalpleri kafaları karıştırınca, bunun bedelini yerine göre bütün bir toplum öder.



Üstelik hem dünyada, hem de ahirette!..



“Yarım hoca dinden eder” sözünün doğruluğunu en çok, din adına ağzını bir kere açınca bir daha susmak bilmeyen kişilerin çoğaldığı günümüzde hissediyoruz.



Eğitimi, uzmanlık alanı, ilmî seviyesi... ne olursa olsun, dinî konularda kendisini söz söyleme, hüküm verme mevkiinde gören herkes, herhangi bir denetim mekanizmasının bulunmadığı bu alanda, zaman içinde rahatlıkla “otorite” olabiliyor, hatta kendi kitlesini oluşturabiliyor. Bu durum, dinî alanda bizzat din adına endişe verici bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzun ifadesidir.

AYDIN İLAHİYATÇI'NIN KUR'AN ANLAYIŞI

Modern zamanlarda Batı’dan dünyaya yayılan ve “evrensel” olduğu söylenen hakim değer yargıları, İslâm dünyasında bir kısım ilahiyatçıları ve yarım aydınları ilgi çekici biçimde bir “din sorgulaması”na itti. Mevcut durumun mutlaklaştırılması sonucunda girilen bu yol, yolcularını, kaçınılmaz olarak “Din’e karşı din” noktasına getirdi.

İsrailoğulları’nın yaşadığı garip ve garip olduğu kadar da ibretamiz serüven, “Karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yoluna gireceksiniz” (Buhârî, Müslim, Ahmed b. Hanbel) hadisini doğrularcasına modern zamanların “aydın ilahiyatçıları” tarafından tekrarlanıyor. Nasıl İsrailoğulları, kendilerine ait kıldıkları dinlerini, Hz. Musa a.s.’a dayandırdıkları Yahudiliği müdafaa adına nice peygambere karşı çıktılar; din adına nice peygamber katlettiler; modern zamanların “aydın ilahiyatçıları” da benzer bir tavır içinde kendi din anlayışlarını Hz. Peygamber s.a.v.’e rağmen azm-u cezm-u kasd-u musammem ile müdafaa ediyorlar.

Bu “yeni din” tasavvurunda iki temel unsur tesbit ediyoruz:

1. Kur’an
2. Akıl

Modern Kur’an anlayışı

Bu unsurlardan ilki, yapılan işe “İslâmî” bir rengin verildiğini ifade etmesi bakımından önemli. Ama sadece bu kadar. Zira bulunduğumuz noktada Kur’an “belirleyen” değil, “belirlenen” konumundadır. Onun ne söylediği değil, “aydın ilahiyatçımız”ın onun ne söylemesini istediğidir önemli olan. Elbette o, söylediği şeyleri Kur’an’a dayandırıyor; görüşlerini desteklemek için ayetler zikrediyor. Ama aslında onun bütün yaptığı, önceden verilmiş kararları, tesbit edilmiş hükümleri Kur’an’a tasdik ettirme gayretinden ibarettir.

DİN KİMİN EMRİNDE?

Dini ve dünyayı batılılar gibi anlama hastalığına tutulalı beri, kimi müslümanların İslâm hakkında tuhaf ve yabancı fikirler üretmeye, şimdiye kadar rastlanmamış yorumlar yapmaya başladığını görüyoruz. Batılıların kendi geçmişlerinde Hz. Musa ve Hz. İsa a.s.'ın tebliğ ettiği dine reva gördüğü muameleye, bugün bir kısım müslümanlar da kendi dinlerini reva görme sevdasındalar.



Bugün Hıristiyanlık hakkında bizzat hıristiyanlar tarafından üretilmiş muhtelif bakış açıları var. Bunun sebebi, dinlerini keyfi yorumların tahribinden koruyacak mekanizmalardan mahrum bırakmış olmaları. Mesela İnciller'in Afrikalılara göre farklı, Avrupalı ve Amerikalılara göre farklı yorumlarından söz edilmektedir. Keza kadınlara ve erkeklere, zencilere ve beyazlara göre değişen İncil yorumları bulunduğunu yine bizzat Batılılar söylüyor. Katolik, Protestan, Ortodoks mezheplerinin İncil yorumları arasındaki farklılıklar zaten malum. Adeta her hıristiyanın kendine mahsus bir Hıristiyanlık anlayışı var.



Bir din nasıl bu hale gelir?



Hayatı kendi istek ve çıkarları doğrultusunda şekillendirme hastalığına müptela olan Batılı insan, nasıl tabiatı, dünyanın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, uzayı, hatta diğer insanları, bu arzunun gerçekleşmesi amacıyla kullanılacak birer araç olarak görüyorsa, onun gözünde dinin de bundan farkı yoktur. Ona göre din, insana yine insanın istediği biçimde hizmet etmelidir.

Prof.Dr.Hüsameddin Farfûr :Modernistler İslami İlimlere Yabancı

İlmî ve kültürel değerlerine yabancı, ne olduğunun idrakinden uzak, özgüven itibariyle yetersiz olan akademisyenlerin yer aldığı çevrelerde “İslam’ın sol yorumu”, “Liberal İslamcılık”, “Laik İslamcılık”, “Tarihselcilik” gibi adlandırma ve yaklaşımların yüksek sesle dile getirilmesi aslında çok da sürpriz bir durum değildir. Mısır, Türkiye, Endonezya başta olmak üzere bütün bir İslam coğrafyasında etkin olan bu tür akımları ve bu bağlamda ilmî gündeme ilişkin bazı hususları Şam “el-Fethu'l-İslâmî Enstitü”sü idarecisi ve hocası Prof. Dr. Hüsâmuddîn Farfur hocayla konuştuk.


Şam'da 8 asırlık bir geçmişi olan Farfûr âilesi kuşaktan kuşağa yetiştirdiği âlimleriyle meşhurdur. Sözgelimi Hüsâmuddîn Farfûr hocanın dedesi Meşhûr Hamefî fakihlerinden Abdurrahîm el-Farfûr, babası Allâme Muhammed Sâlih el-Farfûr'dur. Muhammed Abdullatîf Farfûr, Veliyyüddîn Farfûr, Abdurrahmân Farfûr, Nasruddîn Farfûr ailenin ilimle meşgul olan diğer fertlerinden bazılarıdır. Hüsâmuddîn Farfûr şu anda el-Fethu'l-İslâmî Enstitüsü'nün ihtisas bölümü başkanı ve hocasıdır. Enstitüde İslâm Düşüncesi ve fıkıh dersleri okutmaktadır.


Enstitü 1956'dan günümüze dünyanın dörtbir yanından Şam'a gelen talebe-i ulûmun ehl-i sünnet anlayışı çerçevesinde yetişmelerine katkıda bulunan önemli bir eğitim kurumudur. Türkiye'den de talebelerin bulunduğu Enstitünün başkanlığını değerli âlim Şeyh Abdurrezzâk el-Halebî el-Hanefî yapmaktadır.