Zehirli.Org köşesi

Zehirli Fikirlere panzehir başlığı ile 2006 yılında zehirli.org sitemiz yayına başladı. Yüzbinlerce kişinin ziyaret ettiği sitemiz kritik noktalarda bilgilendirici içerikler sunmaya devam ediyor.

Güzel ahlâkı bilmek iyidir, ama kötü ahlâkı bilmek daha iyidir.
Çünkü insan kötülüğü bilmezse o kötülükten uzak duramaz.

Gayemiz ithal ve zararlı ideolojik fikirlere dair toplumda farkındalığı oluşturmaktır.


Emsâlsiz Örnek Şahsiyetten Yüce Ahlâk Ölçüleri -2-

Bir varlığa duyulan muhabbet, o muhabbete vesîle olan veya ona nisbeti bulunan her şeye sirâyet eder. Meselâ mü’minler için, binlerce dağ arasında Uhud Dağı’nı farklı ve müstesnâ kılan, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ona olan husûsî muhabbetidir. Yine hicretten evvel sıradan bir şehir olan “Yesrib”i daha sonra “Medîne-i Münevvere” hâline getirip bütün ümmete sevdiren husus da, onun, Gönüller Sultânı Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın muhabbetiyle sırılsıklam yıkanmış mübârek bir mekân oluşudur. Gerçekten “Medîne-i Münevvere”nin, mü’minlerin gönlünde hiçbir şehirle kıyaslanmayacak derecede bir muhabbete mazhar olması, onun zikredildiği her an Peygamber Efendimiz’i hatırlatmasındandır.

İşte bunun gibi Allâh’ı sevmek de, O’nun en çok sevdiği Peygamber Efendimiz’i sevmeyi ve O’na tâbî olmayı gerektirir. Nitekim Cenâb-ı Hak:

“(Rasûlüm!) De ki, siz gerçekten Allâh’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allâh da sizi sevsin…” (Âl-i İmrân, 31) buyurmuştur.

Emsâlsiz Örnek Şahsiyetten Yüce Ahlâk Ölçüleri -3-

Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkâtı ve bilhassa insanı muhabbet meyliyle donatmıştır. İlâhî bir imtihan dershânesi olan bu âlemde, insan, muhabbetini Hakk’a ve hayra yönelttiği nisbette mânen seviye kazanır. Rûhun huzur ve sükûna kavuşacağı aslî ve nihâî muhabbet merkezi, onu kendi rûhundan insana lutfeden Allah -celle celâlühû-’dur. Bu yüzden nihâyeti Hakk’a varmayan, sonu O’na ulaşmayan, yanlış adreslerde aranıp çıkmaz sokaklarda hebâ edilen bütün fânî muhabbetler, rûh için beyhûde bir yorgunluk ve sıklet sebebidir.

Mevlânâ Hazretleri, kulun bu gafletini ne ibretli bir misalle ifâde eder:

“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zîrâ kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda gönül kaptırmasıdır!..”

Bu bakımdan, muhabbetin asıl merkezi olan Allah Teâlâ’yı unutmadan, bütün fânî muhabbetleri ilâhî muhabbete basamak kılacak bir gönül kıvâmına sâhip olmak îcâb eder. Bu, insanın yaratılışının muktezâsıdır.

İlâhî muhabbete götüren en doğru ve kestirme yol da, Allâh’ın Habîbi, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a muhabbetten ve bu muhabbetin tezâhürü olarak O’na itaatten geçmektedir. “Seven, sevdiğinin her şeyini sever.” düstûrunca, Peygamber Efendimiz’e her bakımından bağlılık ve itaat şarttır. Zîrâ, bu bağlılık ve itaat, Hakk’a muhabbetin bel kemiğini oluşturur.

Tasavvuf İslamı Fıkh İslamı

İslâm'ın, insanların telakki tarzlarına bağlı olarak farklı şekillerde tezahür ettiğini ve bu farklı görünümlerin hepsinin de İslâm'dan onay aldığını söyleyebilmek için islamî disiplinlerden referans aramak, ya bilgisizlikten ya da kötü niyetten kaynaklanan bir tarz-ı harekettir!

Her ne kadar tarihsel ve aktüel vakıalara bakarak bu tarz-ı harekete dayanak arama ameliyesini meşru gösterme eğilimleri var ise de, bizzat İslâm'ın sabitelerinin buna ne kadar müsamaha ettiğini irdelemekle bu meselenin can alıcı noktası gündeme getirilmiş olacaktır.

Her şeyden önce şunu belirtelim ki, İslâm'ın Tasavvuf penceresinden farklı, Fıkıh penceresinden farklı göründüğü tezinin makbul addedilebilmesinin önündeki en büyük engel, bizzat bu ekollerin tarihe mal olmuş simalarının ve önde gelen temsilcilerinin duruşlarıdır.

O büyük şahsiyetlerin hepsi, Kur'an ve Sünnet'in emirleri/yasakları hayata geçirilmeden Mü'min olunamayacağı noktasının altını çizmekte müttefiktirler.

Her hangi bir Sufî "Tabakât" kitabının taranmasıyla bu söylediğimiz hususun gerçeğe ne ölçüde tekabül ettiği anlaşılabilir.

Burada özellikle Tasavvuf büyüklerinin bu konudaki sözlerinin hatırlanmasında büyük fayda mülahaza ediyoruz.

İyi 'hoca' yalnızca Nasreddin Hoca

Türk sinemasında din yıllar boyunca şekilden şekile girdi; görmezden gelindi, itildi kakıldı, tahta oturtuldu… Son yıllarda çekilen filmlerde ise dinî temalara alaka arttı. Peki, yönetmenlerin yaklaşımı eskiye nazaran ne kadar farklılaştı?

Umut, Antalya’da kendi hâlinde yaşayan bir gençtir. Kız arkadaşı ve ailesiyle sıradan ilişkileri vardır. Onun hayatındaki kırılma süreci İstanbul Üniversitesi’ni kazanmasıyla başlar. İlk etapta her şey normaldir. Okula kaydını yaptırır ve kantindeki ilanlara bakarak kalacak ev arar. Öğrenci evlerini de bu vesileyle tanır. Fakat yaşamaya başladığı evdeki mistik ve doğaüstü olaylar zamanla hayata bakışını değiştirir.

Çevresindeki ağabeylerin de etkisiyle gün geçtikçe ibadetler ve ritüellerle örülü bir dinî hayatı benimser. Başlangıçta her şey normaldir. Fakat değişiminin şiddeti gün geçtikçe artar ve Umut radikalleşmeye başlar. Bu dönüşüm onu ailesi ve çevresinden yavaş yavaş uzaklaştırır, kız arkadaşıyla arası bozulur. Gittikçe fundamentalist bir kimliğe bürünür. Umut için son durak, bir intihar eylemcisi olmaktır….

Özgürlük ve Allah’ın Çizdiği Sınırlar

Bizi insan olarak var eden kudret sahibi, insanlığımızı koruyarak yaşamanın yollarını da göstermiştir. İslâm’ın insanı “sorumlu varlık” olarak görmesi, bu çerçevede temel bir öneme sahiptir.

İslâm dışı inanç ve düşünce sistemleri ise, özellikle modern kültür insanı “özgür varlık” olarak tarif eder. Modernitenin hayatın temeline yerleştirdiği en temel kavramlardan birisidir “özgürlük.”

İslâm’ı bugünün modern değerler ekseninde anlama ısrarında olanların yaygın olarak düştüğü hatalardan birisi, diğer inanç ve düşünce sistemleri gibi İslâm’ın da insanı “özgür varlık” olarak gördüğünü söylemeleridir. İslâm’ın kölelik kurumunu ortadan kaldırmak için getirdiği çözümleri de bu yaygın hatayı delillendirmek için kullanırlar.

Evet İslâm’ın köleliği teşvik etmemek, her fırsatta köle azadına yönlendirmek gibi tedbirlerle köleliği ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalar getirdiği bir vakıadır.
Ancak bizim burada kasdettiğimiz, köleliğin karşıtı olan özgürlük değildir. Kölelik/özgürlük meselesini konuşurken, aynı kelimeleri kullanmak zorunda olduğumuz için bir zihin kayması durumu yaşıyoruz. Yoksa hukukî anlamdaki kölelik/özgürlük ile varoluşsal anlamdaki kölelik/özgürlük arasında uçurumlar vardır.

ARAŞTIRMACI YAZAR EBUBEKİR SİFİL İLE


-Hocam, umumi mânâda Ehl-i Sünnet’i nasıl tanımlayabiliriz? Veya Ehl-i Sünnet kimdir?

Ebûbekir Sifil: Bismillâhirrahmânirrahîm. Ehl-i Sünnet’i teşhis etmenin birkaç yolu var. Bunlardan birincisi geçmişte Ehl-i Bid’at fırkalarla münakaşa edilmiş meselelere bakmak. Gerek usûl-i dinde gerek usûl-i fıkıhta Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Bid’at fırkaları arasında yaklaşım farklılıkları var. Bu kaynak anlayışından, epistemolojiden neş'et eden bir şey. Buna bakarak bir istikamet tayini yapabiliriz. Kim Ehl-i Sünnet’tir, kim Ehl-i Bid’at’tır, bunu tayin edebiliriz. İkincisi bugün tartışılan meselelere Ehl-i Sünnet’in ilkeleri çerçevesinde bakarak kim Ehl-i Sünnet’in yanındadır, kim karşısındadır, bunu tesbit edebiliriz.

İmam el-Eş’arî Makâlâtu’l-İslâmiyyîn’de “Ehlü’s-Sünne ve’l-Eser” dediği bir kesimden, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in hadis ağırlıklı kolundan bahsediyor, onların görüşlerini, mümeyyiz vasıflarını zikrediyor. Bunlar arasında o dönemde mevcut Ehl-i Bid’at fırkalarla Ehl-i Sünnet’i birbirinden ayıran temel hususlar var. Nedir onlar? Sahabeye saygı. Haber-i vâhid’in delil olarak alınması, mütevâtir rivayetleri geçtik haber-i vâhid’in delil olarak alınması, meşhûr ve mütevâtir hadislerle sabit olmuş amelî ve itikâdî hükümler, Sahabe'ye hürmet, havz-ı Kevser, şefaat, kabir azabı, sırat, mîzân ve buna benzer hususlarda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat diğer fırkalardan ayrı duruyor.

24 NİSAN VE SOYKIRIM YALANLARI

Bin yıldır Anadolu topraklarını kendisine yurt eden yüce Türk milleti, gittiği her yere adalet, barış ve medeniyet götürmüş, hükümranlığı altında yaşayan kavimlere Türk-İslam hoşgörüsü içinde davranmıştır. Bu dün de böyleydi, bugünde böyle, yarın da böyle olacaktır.



Anadolu topraklarında sekiz yüz yılı aşkın bir süre Ermenilerle beraber yaşadık. Onlara hamilik yaptık. Türkün hoşgörüsüyle ezilmekten, hor görülmekten kurtulmuş, insanca yaşamayı bilmişlerdir. Ermeni aydınları bunu hiçbir zaman inkâr etmemişlerdir.



19. yılla beraber gelişen milliyetçilik akımları, emperyalist devletlerin doymaz ihtirasları, misyonerlerin faaliyetleri, “Millet-i Sadıka (Sadık Millet) dediğimiz Ermenileri alabildiğince kullanmış, Ermeni isyanlarına kapı açmıştır. Tarih boyunca maceraperest yaşayan Ermeni halkı ve onların çete liderleri, velinimeti olan Türk milletine isyan etmiş, en zor gününde arkadan hançerlemiştir.



Umutsuz hayaller peşinde dolaşan Ermeni halkı, emperyalist güçlerin kışkırtmasıyla isyana ve Müslüman Türk halkına karşı büyük bir soykırıma kalkışmıştır. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu harekete hoşgörüyle karşılık verilmez. En zor günün de bile asaletinden vazgeçmeyen Türk milleti bu ihaneti cezasız bırakmış, Ermenileri tehcirle (sürgün-mecburi iskân) ödüllendirmiştir. Bu tehcir gerçekten bir ceza değil, Ermenilere verilen bir ödüldür. Divanı-ı Harpte kurşuna dizilerek cezalandırılması gerekenler basit bir yer değiştirmeyle geçiştirilmiştir.

KUR'AN

1. Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın (cellecelâluhu) kelâmıdır, kadîmdir; kul sözü değildir.
2. Bilgi, kültür, inanç olarak doğru ve yanlış olanlar onda gösterilmiştir. Doğru ve sahih olanlarla yanlış olanları Kur’ân ölçüsüyle anlarız.
3. Aksiyonla yâni yapılan şeylerle ilgili iyi ve kötü işleri Kur’ândan anlarız.
4. Güzelin ve çirkinin ölçüsü de Kur’ândadır.
5. Kur’ân bizim düstûrumuzdur.
6. Yapacağımız şeylerin icâzetini Kur’ândan alırız.
7. Kur’ân Yüce Yaratan ile aramızda bir bağdır. Onu okuyarak, ona uyarak, onun hüküm ve ilkelerini hayata uygulayarak Allah’a (cellecelâluhu) mânen yaklaşmış ve rızâsını kazanmış oluruz.
8. Kur’ân, kendisine uyduğumuz takdirde bizi edebî mutluluğa eriştirir.
9. Dünya üzerinde haysiyetli bir hayat sürmemiz Kur’âna uymakla olur.
10. İlim ve icâzet bakımından ehil değilsek, kendimiz doğrudan doğruya Kur’ân-ı Kerîm’in yorumunu/tefsirini yapamayız, ondan kendi kafamıza göre hüküm ve mâna çıkartamayız. Bu işi “ilimde râsih olanlara” yâni gerçek müfessirlere bırakırız.
11. Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmı Kur’ânın birinci müfessiri ve onun Sünnetini Kur’ânı açıklayan ikinci ana kaynak olarak kabul ederiz. .

‘KOLAYLAŞTIRILMIŞ DİN’ ANLAYIŞI

Sanki Din bizi, ne halde bulunuyorsak o halde rahatlatmak ve her halükârda tercihlerimizi onaylamak için gönderilmiş gibi, hayatımızı Din’e göre değil, Din’i hayatımıza göre ayarlamanın peşindeyiz sürekli.

Günümüzde Ümmet-i Muhammed olarak yaşadığımız en önemli problemlerden birisi, küresel hale getirilmiş Batılı hayat tarzı ve düşünme biçimi karşısında nasıl hareket edeceğimizi bilemeyişimizdir.

Bu çerçevede yapılması gereken şey, dayatmalar karşısında küresel sisteme adapte olarak müslüman kalmanın yollarını aramak mıdır? Bu soruya “evet” cevabı verdiğimizde hareket tarzımızı ve alanımızı, doğrularımızı ve yanlışlarımızı küresel sistemin belirlemesine evet demiş olacağız.

Evet, ahir zamanda yaşadığımız bu hali, bir “geçici arıza durumu” olarak tespit edip, problemlere bu anlayış doğrultusunda cevap üretmeye çalışmak bir çözüm yolu olarak görülebilir. Ancak bir yandan bu yapılırken diğer yandan da yaşadığımız arıza durumunun düzeltilmesine çalışmak, bunu “nihaî hedef” olarak daima göz önünde tutmak bu işin olmazsa olmazıdır.

Modernist Çizgi: Nerden Nereye?

Nihai planda, İslâm dünyası içindeki modernist çizgi, "Kur'an ve Sünet'in yeniden değerlendirilmesi ve yorumu"nu öngörüyor. Bu çerçevenin içine, vahyin anlamı, vahiy ve Peygamber ilişkisi, Kur'an'ın zamana ve mekâna göre bağlayıcılığı, Hazreti Peygamber'in din içindeki konumu, söz ve davranışlarının Müslüman için değeri gibi başlıklar giriyor.

Bu da, İslâm'ın bu ana kaynaklarına "modern zamanlar"dan bakmaktan neş'et ediyor.

Soru net olarak şöyle konuyor: Kur'an ve Sünnet, 19'uncu yüzyılda da, 7'inci yüzyılda taşıdığı değeri taşıyor mu, taşımalı mı?

Cevap olarak da, dinin bir kurum olarak eskidiğinden, dolayısıyla yeni insanın herhangi bir konuda dini müracaat alanı görmesinin gereksiz olduğundan tutun da, Kur'an'a ve Hazreti Peygamber'e çok genel çerçeveler getiren değerler olarak bakıp İslâm'ın içini tamamen yeni yorumlarla doldurmaya, ya da dini sadece bir ahlâki referans, bir manevi doyum alanı olarak görmeye kadar uzanan görüşler serdedilmiştir.

"Dini modern zamanların dışına atan" görüşler, bir başka çerçeve, yani din dışı bir çerçeve oluşturuyorlar.

Hayrettin Karaman Bey'den gelen cevaba cevabımdır

Aşağıdaki yazıyı Hayrettin Karaman Bey gibi düşünenelere ithaf ediyorum. Bir önceki yazımda kendisine mail yazdığımı belirtmiştim. Doğrusu cevap beklemiyordum ama sağolsun lutfetmiş ve kısa cevabında şöyle demiş:''Sizin tasvip etmeme hakkınız var. Ayrıca ilminiz varsa beni tenkit de edebilirsiniz.Ben ictihad ve tercih selahiyetini bilgimden alıyorum. Bunlar bir makamdan veya şahıstan alınmaz.''

İlmi, gerçekleri görmesine öyle perde olmuş ve kibre sürüklemiş ki, ''benim'' diyor. Yani, pilotlukla ilgili kitapları okumakla hayatım geçti, gider pilot kabinine oturur; yolcu uçağını havalandırır ve hedefteki hava limanına sorunsuz indiririm ! Elbette kendisinin insan olarak şahsına hiçbir garezimiz olamaz. Kariyerli meslektaşlarından olsam bu akla gelebilirdi.

Kur’ân’a Karşı Mes’ûliyetimiz

İlâhî merhamete nâiliyet için Kur’ân’a edeple yaklaşmak, onu huşû ile dinlemek ve titizlikle yaşamak gerekmektedir. Ona dokunurken bedenî temizlik kadar kalbî temizlik de zarûrîdir.

***

Kur’ân-ı Kerîm’den lâyıkıyla feyizyâb olabilmek için, onun kapağı, hürmet, tâzim ve edep ile açılmalı, onu insanlara Rahmân’ın öğrettiği şuuruyla okunmalıdır. Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Rahmân, Kur’ân’ı öğretti.” (er-Rahmân, 1-2)

“Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (el-A’râf, 204)

***

Kur’ân, ilâhî bir anahtardır ki, açamayacağı kapı yoktur.

***

Saâdetli bir ölüm, Kur’ân nurları ve îman feyizleri ile yaşanılan bir hayâtın mükâfâtıdır.

BAZI ŞAHISLAR

Soru: "Mevdudi, Seyyid Kutub, C. Efgani, M. Abduh, Hamidullah, Yusuf Kardavi, M. Ebu Zehra'nın Ehl-i Sünnet dışı olduğu şayi olmuştur, bunların kitaplarından istifade edilemez mi? İbn-i Teymiyye, tilmizi İbn-i Kayyım el Cevzi ve İbn-i Rüşd için de hakeza..."

Cevap: Adı zikredilen şahısların hepsini aynı kategoride değerlendirmek doğru değildir. Her birinin kendine mahsus görüşleri ve tavırları vardır. (Bu genellemeden İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ı hariç tutmak gerekir. Zira el-Kevserî merhumun tabiriyle "İbn Teymiyye'nin ayağını kaldırdığı yere İbnu'l-Kayyım basmıştır." Yani İbnu'l-Kayyım, üstadının izinden ayrılmamıştır.)

Soruda zikredilen sırayla bu isimler üzerinde kısaca durmadan önce genel bir tesbit yapalım: Bir kimsenin Ehl-i Sünnet olup olmadığı, özellikle onun itikadî görüşlerine bakılarak bilinir. İtikadî sahada Ehl-i Sünnet çizgiyi benimsemiş olan bir kimse, Fıkhî/amelî sahada dört mezhep dışında kalan bir mezhebi iltizam etmiş olabilir; ya da müstakil mezhep sahibi olduğunu ileri sürebilir. Onun bu iddiasını tartışmak ayrı bir konudur; itikadî tercihi ile bu nokta birbirine karıştırılmamalıdır.

İMAM EL-GAZÂLÎ VE İHYÂ

Modern zamanlarda Ümmet'in yaşadığı arızalardan birisi de ilim ve alim konusundaki hassasiyet kaybıdır. Yaşadığımız durumun bir "arıza" olduğunu fark edemiyorsak, bu alanda oluşan boşluğu –kaçınılmaz olarak– farklı unsurların doldurmuş bulunmasındandır. Tasavvurumuzdaki kırılmanın da, rahmet ve bereketin hayatımızı büyük ölçüde terk etmesinin de izahı burada yatmaktadır.

Son zamanlarda dikkatimi çeken bir hususa getirmek istiyorum sözü: Bu köşeyi takip edenler, zaman zaman "iç muhasebe" kabilinden, bazı alimler hakkında bir kısım tesbitlere yer verdiğimi biliyor. İmam el-Gazzâlî ve onun İhyâ'sı hakkındaki değerlendirmeler de bu cümleden olarak burada zaman zaman dile getirildi.

Bazı kardeşlerimin İmam el-Gazzâlî'nin adı geçen eserindeki bir kısım rivayetlerin durumu hakkında muteber ulemanın tesbitlerini nakleden ifadelerimden hareketle, Hüccetu'l-İslam'ı ve onun muhalled eseri İhyâ'yı gözden düşürme anlamına gelen tavırlar içine girdiklerine dair duyumlar alıyorum.

Tasavvuf, İlâhî Takdirden Râzı Olma Sanatıdır

Mevlânâ Hazretleri, oğlu Bahâeddîn Veled’e şöyle nasihat eder:

“Bahâeddîn! Eğer dünyâdayken cennette bulunmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma! Çünkü bir kardeşini dostlukla anarsan, dâimâ sevinç içinde olursun. İşte o sevinç, dünyâ cennetinin tâ kendisidir. Eğer bir kimseyi kin ile anarsan, dâimâ üzüntü içinde olursun. İşte bu gam da cehennemin tâ kendisidir.
Dostları andığın vakit, içinin bahçesi çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar. Seni incitenleri andığın vakit ise, için dikenler ve yılanlarla dolar, rûhun sıkılır, kâbuslanır, içine bir pejmürdelik gelir. Bütün peygamberler ve velîler, mü’min kardeşlerini gönül saraylarına aldılar. Onların bu fazîleti, halkı cezbetti. Kendi arzularıyla onların ümmeti ve mürîdi oldular.” (Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, II, 210)

Mü’min, din kardeşlerine karşı dâimâ müşfik, merhametli, müsâmahakâr ve affedici olmalıdır. Onların ezâ ve cefâlarına Allah rızâsı için yüzünü ekşitmeden tahammül etmelidir. İçinde mü’minlere karşı bir soğukluk, kin, hased, öfke, dargınlık taşımamalıdır.