Ehl-i Sünnet'in Kur'an ve Sünnet Anlayışı

Geçmişte Ehl-i Sünnet müslümanlar neye nasıl inanacaklarının şuurundaidiler. Bugünse bu şuurun ne yazık ki önemli ölçüde zayıfladığını söylemek durumundayız. Bu sebeple Kur’an ve Sünnet anlayışı noktasında Ehl-i Sünnet’e ait olanı diğerlerinden ayıran temel özelliklerin neler olduğunu bilmek ve bunların gerekçelerine vakıf olmak hayatî önem arzetmektedir.

Tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de yüce dinimizin iki temel kaynağı olan Kur’an ve Sünnet konusunda birbirinden farklı yaklaşımlar bulunduğunu biliyor, görüyoruz. Dönemini kapatıp tarihe mal olmuş fi krî ve itikadî cereyanlar hakkında çok fazla kafa karışıklığı yaşamıyoruz. Mutezile denince, Mürcie denince ya da Haricîlik denince neden bahsedildiğini biliyoruz. Ulemamızın her türlü takdirin üstündeki çalışmaları sayesinde, bunlar ve benzeri bid’at yönelişlerin adını ilk duyduğumuzda bilincimizdeki bir mekanizma harekete geçiyor ve bizde “yanlış” bir şeyden bahsedildiği kanaati hemen uyanıveriyor.

Mesela “Mutezile” dendiğinde Kur’an ve Sünnet’i akla uydurmaya çalışan bir kitle aklımıza geliyor. Bu fırka, akılla izah edemedikleri hadisleri inkâr, ayetleri de tevil ediyordu. Hatta hadis-i şerifl erin büyük bir çoğunluğunu, “içine hata, yalan, eksiklik, fazlalık karışmış olabilir” gerekçesiyle reddediyordu.

“Haricîlik” dendiğinde, “hakem olması” sebebiyle Sahabe’nin (Allah hepsinden razı olsun) büyük bir kısmının dinden çıktığını iddia eden, dolayısıyla onlar tarafından nakledilmiş rivayetleri kabul etmeyen, kılıcından kan damlayan kitleyi hatırlıyoruz.

Mürcie dendiğinde, “mümin” vasfını kazanmış bir kimse ne kadar günah işlerse işlesin kendisine hiçbir zararı olmaz demeleri geliyor aklımıza.

Bu fırkaları ve burada zikretmediğimiz benzerlerini ortaya çıkaran çok çeşitli dinî, siyasî... faktörler, bunların marifetiyle yaşanmış çok boyutlu fi tne ve kargaşalar vardır. Kelam Tarihi kaynaklarımız bunlardan uzun uzadıya bahseder.

Binayı Çökertmek İçin

Ancak günümüzde durum biraz farklı. Yukarıda adını zikrettiğim fırkalarla aynı şeyleri savunan, hatta zaman zaman onlardan bile daha ileri giden insanlarla ya da onların fi kirleriyle hemen her gün karşılaşıyoruz. Buna rağmen onlar hakkında bilincimizde hiçbir fi ltreleme mekanizması harekete geçmiyor.

Bunun en önemli sebebi, o insanların zaman zaman bizimle aynı dili konuşması, bazı durumlarda dünyaya aynı
pencereden bakması, yer yer aynı hassasiyetleri paylaşmasıdır. Mesela müslümanların birlik-beraberliği, dünyada İslâm hakkında oluşturulmaya çalışılan çarpık ve haksız imaj, günümüz dünyasında müslümanların karşılaştığı kimi haksız muameleler ve daha pek çok hususta bizim gibi yazmaları, konuşmaları, düşünmeleri... Sırf bu yüzden onların mesela itikadî sahada Ehl-i Sünnet’e aykırı düşünceler benimseyip yaymasını ya hiç görmüyor ya da “büyütülmemesi gereken şeyler” olarak değerlendirebiliyoruz!

Oysa yukarıda adını andığım fırkaların mensupları için de aynı şey söz konusuydu. Hatta onlar, dinî hassasiyet,
takva ve daha birçok bakımdan bugünkülerden çok daha ileri idiler. Ancak itikadî çizgi her şeyin önünde geldiği için biz onları bu sahadaki sapmalarıyla anıyoruz.

Nasıl ki tarihte kalmış bu fırkaların Kur’an ve Sünnet’e bakışı Ehl-i Sünnet’inkinden farklıydı; aynı şey, günümüzde müşahede edilen sapmalar için de geçerlidir. Şu farkla ki, geçmişte Ehl-i Sünnet müslümanlar neye nasıl inanacaklarının şuurunda idiler. Bugünse bu şuurun ne yazık ki önemli ölçüde zayıfl adığını söylemek durumundayız.

İşte bu sebeple Kur’an ve Sünnet anlayışı noktasında Ehl-i Sünnet’e ait olanı diğerlerinden ayıran temel özelliklerin neler olduğunu bilmek ve bunların gerekçelerine vakıf olmak hayatî önem arz etmektedir. Bu yazıda bu meseleyi netleştirmeye çalışacağız.

Hal-i Hazır Durum

Kimilerine göre Kur’an, okumayazması olan herkesin mealini okumak suretiyle anlayabileceği, hakkıyla idrak edebileceği bir kitaptır. Onu anlayabilmek için başkalarının aracılığına, hele de içinden çıkılmaz (!) kaide ve teorilere hiç gerek yoktur. Allah Tealâ Kur’an’da tek tek her insana hitap etmekte, fert fert bizleri muhatap almaktadır. Eğer o yüce mesajı anlamak için birtakım aracılara ihtiyaç bulunsaydı, o zaman Allah Tealâ’nın Kur’an’da “Ey insanlar!” diye başlayan hitaplarda bulunmasının bir anlamı olmazdı!

Kimilerine göre ulemamız birçok noktada Kur’an’ı yanlış anlamış, ondan yanlış hükümler çıkarmıştır. Bizler bugün o yanlışlıkları devam ettirmek zorunda değiliz; yeni bir Kur’an anlayışı geliştirerek bu yanlış anlamalardan kurtulabiliriz, kurtulmalıyız!

Yine kimilerine göre İslâm’ın tek kaynağı Kur’an’dır. Allah Tealâ’nın bizden ne istediğini öğrenmek için sadece Kur’an’a bakmak yeterlidir. Başka din kaynağı aramak ve kabul etmek, bizzat Kur’an’a aykırıdır!

Sünnet konusuna geldiğimizde de durum çok farklı değildir. Bazıları Sünnet’in, Kur’an’da açıkça yer almayan hususlarda hüküm getiremeyeceğini söylerken, başka bazıları Sünnet’i bize nakleden en önemli vasıta olan hadis- i şerifl erin güvenilmez olduğunu, dolayısıyla dinde delil olamayacaklarını ileri sürmektedir.

Bütün bu vâveylanın aslında bir tek sebebi vardır: Yaşadığımız zaman diliminin (modern çağın) değer yargılarının birer itikad ilkesi haline getirilmiş olması ve bunlara aykırılık teşkil eden hususların, Kur’an ve Sünnet’te yer almış olsalar dahi reddedilmesi gerektiği düşüncesi!..

Ehl-i Sünnet Yaklaşımının Üç Adımı

Ehl-i Sünnet’in Kur’an ve Sünnet’e bakışını ve dini yaşama tarzını başlıklar halinde zikrederek diğerlerinden farklarına kısaca değinecek olursak şunları söyleyebiliriz:

1. İman ve Teslimiyet

Kur’an ve Sünnet’te yer alan hususlar arasında anlayamadıklarımız, izah edemediklerimiz olsa bile, biz onların
hepsinin hak olduğunu kabul ederiz. Zira bizim anlayışımızın Kur’an ve Sünnet’in ihtiva ettiği bütün hususları bütün boyutlarıyla ihata ve idrak edememesi normaldir.

Asr-ı Saadet’te bir grup sahabî mescitte oturmuş bazı meseleleri müzakere ediyordu. Bir ara seslerini karşılıklı olarak yükselttiler. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v. onların yanına çıktı ve şöyle buyurdu: “Yavaş olun! Sizden öncekiler, peygamberleriyle ihtilafa düşmek ve kitaplarının bir kısmını diğer kısmıyla vuruşturmak suretiyle işte böyle helâk oldular. Kur’an, bir kısmı diğer bir kısmını tekzip eden (yalanlayan) bir kitap olarak değil, bir kısmı diğer bir kısmını tasdik eden bir kitap olarak indirildi. Onda yer alan ayetlerden anladıklarınızla amel edin, anlamadıklarınızı ise bilenlere götürün.” (Ahmed b. Hanbel, Abdürrezzâk, Taberânî)

Bir gün Hz. Ömer r.a. Abese Suresi’ni okuyordu. “Ve fâkiheten ve ebbâ” (Meyveler ve çayırlar yetiştirmekteyiz.) ayetine geldi. Biraz durdu ve şöyle dedi: “Buradaki “Fâkiheten”in ne olduğunu biliyoruz. Acaba “ebbâ” nedir? Sonra şöyle devam etti: “Ey Ömer! İşte bu, tekellüftür.” (Taberî, Câmi’u’l-Beyân, 12/451, İbn Kesîr, Tefsîru’lKur’âni’l-Azîm, 1/6)

Hz. Ömer r.a. gibi dirayet ve ilim sahibi büyük bir sahabînin bile Kur’an’da anlamadığı yer olunca, bizlerin idrakine sığmayan ayetlerin bulunması elbette normaldir.

Sünnet konusuna intikal ettiğimizde ise durum biraz daha karmaşık bir hal almaktadır. Hadis-i şerifl erle ilgili olarak günümüzde birçok noktada şüpheler uyandırıldığı malum. Hadislerin uydurulmuş olabileceği, tek kişiler vasıtasıyla nakledilen rivayetlerin içine eksiltme/artırma, yanlışlık ve hata karışma ihtimalinin bulunduğu gibi söylemlerle bu şüpheler özellikle gençlerimizin zihnine zerk edilmektedir.

Efendimiz s.a.v., “Dikkat edin! Bana Kur’an ve onunla beraber onun bir benzeri verildi” buyurmuştur. (Ebû Davud, Ahmed b. Hanbel) Son derece uyanık bir zihinle okumamız, dinlememiz gereken bu Nebevî uyarı bize şunu söylüyor: Bu aziz dinin kâmil bir şekilde anlaşılması ve yaşanması, Kur’an’la birlikte Sünnet’in de rehber edinilmesine bağlıdır.

Sünnet’in Kur’an’la ilişkisi şu üç noktada gerçekleşmektedir:

* Sünnet Kur’an’ı teyit edici hükümler getirir.

“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. (Ancak) karşılıklı rızaya binaen yapılan ticaret olursa başka”(Nisa, 29) ayeti ile Efendimiz s.a.v.’in şu hadisi bir örnektir: “Bir müslümanın malı, kendi gönül rızası olmadan (başkasına) helal değildir.” Bu hadisin, mezkûr ayetin getirdiği hükmü farklı bir şekilde ifade ve bu şekilde teyit ettiği
açıktır.

* Sünnet Kur’an’da mücmel (kapalı) şekilde yer alan bazı ayetleri açıklar, umumî hüküm getirenlerin hükmünü daraltır, tefsire ihtiyaç bulunan ayetleri tefsir eder.

* Kur’an’da bulunmayan hükümler getirir. Günümüzde Sünnet’in en fazla bu kısmına itiraz edildiği görülmektedir. Oysa Sünnet’in bu kısmı, kemiyet olarak diğer iki kısımdan fazla olmasa da, az da değildir. (Abdülfettâh Ebû Gudde, Lemehât, 23)

Sünnet’i bize nakleden en önemli kaynak da hadis-i şerifl erdir. Özellikle ulemamızın itirazsız kabul ve gereğince amel ettiği hadisler, isterse tek kişiler vasıtasıyla rivayet edilmiş olsun, bizler için kabul edilmesi gerekli din kaynaklarıdır. İsterse onlar içinde aklımızla, mantığımızla açıklayamadıklarımız yahut günümüz anlayışıyla çelişki arz edenler olsun!

Şurasını asla hatırdan çıkarmamak durumundayız: Hadisleri hayatımızdan çıkarmak isteyenler, bu aziz dinin büyük bir kısmını Efendimiz s.a.v.’in rehberliğinden koparıp, kendi akıl ve hevalarına uydurmak, yani “Peygambersiz bir din” oluşturmak istiyorlar. Zira hadislerin böyle sebeplerle reddedilmesi durumunda, “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasûl’e götürün” (Nisa, 59) ayetinde ve benzerlerinde yer alan “Peygamber’e itaat” emri iptal edilmiş olacaktır. Bu noktaya çok dikkat edilmelidir! Zira Ehl-i Kitap da kendi kitaplarını ve dinlerini bu şekilde tahrif etmiştir.

2. Selef-i Salihin'e İttiba

Dinin herhangi bir hükmünün anlaşılmasında olsun, hakkında nass bulunmayan meselelerde nasıl davranılacağı konusunda olsun, genel olarak islâmî adap ve yaşantıda olsun Ehl-i Sünnet’i diğerlerinden ayıran önemli noktalardan bir diğeri de, Selef’e ittibadır. Efendimiz s.a.v., “İnsanların en hayırlı nesli, benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onların arkasından gelenlerdir” buyurmuştur. (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel...)

Bu ve benzeri hadislerden hareketle Ehl-i Sünnet, “Selef” kavramına ayrı bir önem atfetmiştir. Selef, Sahabe, Tabiûn ve Tebe-i Tabiin’i anlatan bir tabirdir. Din’in ilk kaynağına, yani Efendimiz s.a.v.’in yaşadığı döneme en yakın kuşaklar onlar olduğu için herhangi bir meselede onların tutum ve davranışı ümmet için ayrı bir ehemmiyeti haizdir.

Selef’e uymanın, Selef’e uyanların yolunu izlemekle olacağı aşikârdır. Selef’in yolunu izleyenleri izleyerek Selef’e ittiba ettiğimizde, hayatı Kur’an ve Sünnet istikametinde yaşamanın en emin ve biricik yolunu da izlemiş oluyoruz.

“Âdâtu’s-Sâdât sâdâtu’l-âdât” diye bir söz vardır. Yani büyük insanların adetleri, uymaya layık adetlerin en başında gelir. Ehl-i Sünnet de, Sahabe başta olmak üzere Selef-i Salihin’in sadece itikat ve ibadetteki çizgisine değil, aynı zamanda adet ve gidişatına da ittiba etmeyi bir alamet-i farika olarak benimsemiştir. Bu cümleden olarak İmam Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: "Bizim nazarımızda Sünnet’in aslı, Allah Rasulü s.a.v.’in sahabesinin üzerinde bulunduğu yola uymaktır"

Bu sebeple Ehl-i Sünnet, “ibtida değil ittiba” ilkesi üzerine yürüyegelmiştir. Bunun anlamı şudur: Bizim anlayışımız, dinde Selef tarafından bilinmeyen yeni şeyler ihdas etmek suretiyle bid’atçilik yapmak değil, Selef’e ittiba etmektir.

3. Tevakkuf

Ehl-i Sünnet alimler, aklen izah edemedikleri veya yaşadıkları dönemin bilimsel verileriyle ters düşer gibi görünen bir Kur’an ayeti veya bir hadis-i şerif söz konusu olduğunda ne yaparlardı?

Söz konusu olan bir ayet ise, bugünün “çok bilmiş” aydınları, “bu ayet tarihseldir; tarihte yaşamış insanlara hitap etmektedir, bizimle ilgisi yoktur” der geçer. Yahut onu olmadık tevillerle izah etmeye çalışır. Eğer bir hadis ise, zaten ne yapacağı bellidir; o rivayet “uydurma” olarak damgalanıp tarihin çöplüğüne atılır!

Oysa ulemamızda gördüğümüz tavır, böyle durumlarda “tevakkuf”tur! Yani, ben bu ayeti veya hadisi şu anki bilgi birikimimle izah edemiyorsam, bu -hâşâ- ondaki bir eksiklikten değil, bendeki yetersizliktendir. Ben şimdilik bu konuda susmayı, hüküm vermemeyi tercih ediyorum. Belki ileride Allah Tealâ bana onun açıklamasını yapma
imkanı bahşeder.

Nitekim hanımına yaklaşmamaya yemin eden kimsenin ne yapacağı konusundaki Bakara, 226-227 ayetlerinin
iki şekilde anlaşılmaya müsait olması sebebiyle Sahabe, kesin hüküm vermekten geri durmuş, yani tevakkuf
etmiştir. (Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l- Kur’ân, 3/74.)

Aynı şekilde, hadislerde haber verildiği için kabir azabının hak olduğunu söyleyen ulemamız, kabir azabının mahiyeti, kabirde ruhun cesede kalıcı olarak girmesi suretiyle mi, yoksa ruhsuz cesette acı hissi yaratılması suretiyle mi olacağı gibi hususlarda tevakkuf etmiştir. (Ali el-Karî, Minahu’r-Ravdi’l- Ezher, 294)

Netice

Zikrettiğimiz hususlar, Ehl-i Sünnet çizgiyi yansıtan tavrın hülasasıdır. Toplumda çoğu zaman farkına varmadığımız bir şekilde, muhtelif isim ve söylemler vasıtasıyla çok çeşitli bid’at tavırlar yaygınlaştırılmaktadır. Bunların doğrudan doğruya itikada kadar uzanan boyutlara sahip olduğunu hatırdan çıkarmamak durumundayız.

HADİSLERİ HAYATIMIZDAN ÇIKARMAK İSTEYENLER, BU AZİZ DİNİN BÜYÜK BİR KISMINI EFENDİMİZ S.A.V.’İN REHBERLİĞİNDEN KOPARIP, KENDİ AKIL VE HEVALARINA UYDURMAK, YANİ “PEYGAMBERSİZ BİR DİN” OLUŞTURMAK İSTİYORLAR.