Zehirli | Konular | Kitaplar

islam düşmanları

BATI'YA KARŞI ETKİLİ BİR GÜÇ:TASAVVUF

Tasavvuf İslâm’ın kalbinde yatar; onun deruni boyutudur. O Allah’ın yaktığı bir lamba gibidir, Müslümanlardan sayısız ruhu ve çok sayıda nesli ışığıyla aydınlatan ve kıyamete kadar da aydınlatacak olan bir lamba. İslâm tarihi boyunca her döneme uygun olmuş ve gelecekte de böyle olmaya devam edecek.

Yine de, günümüz açısından bakıldığında, İslâm dünyasının ve aynı zamanda daha genel bir çerçevede bir bütün olarak insanlığın karşı karşıya kaldığı problemler ışığında, onun rolü bazı açılardan özellikle önemli hale gelmektedir.

13./19. yüzyıldan bu yana, reformcu ve modernist olarak adlandırılanlardan pek çoğunun İslam toplumunda tasavvufu tahrip etmeye veya zayıflatmaya çalışmış olmaları, İslâm dünyası açısından ne kadar dar bakışlı ve talihsiz bir olgudur. Yine de, çok şükür ki tam olarak başarılı olamamışlardır, zira Allah’ın aydınlattığı bir lamba insan tarafından söndürülemez.

Her şeyden önce İslâm, diğer dinler gibi laiklik, modernizm ve şimdi de post-modernizmin bozucu saldırıları ile karşı karşıya kalmıştır. İslâm açısından, ancak Sufi hikmeti bu meydan okumanın derin köklerine ulaşıp -sadece duygusal değil- kapsamlı bir entelektüel ve manevi bir derinlik sağlayabilmiştir.

EBU HANİFE MÜDAFAASI (MUKADDİME-6)

Modern zamanın seküler anlayışını İslami değerler zarfında sunan oryantalizmin nihai hedefi Müslümanların zihinlerinde Batılı’ların istediği anlamda bir İslam tasavvuru oluşturmaktır. İslam Coğrafyası’na Batılı kimlikleri ile küfür ihraç eden oryantalistler, Müslümanlar tarafından kabul görmeyince farklı arayışlara yönelmişler ve bu çerçevede zeki Hıristiyan öğrencileri Müslüman kimliğiyle okutup İslami ilimler alanında uzman yapmışlardır. Bu yöntem o derece etkin olmuştur ki çeşitli kürsülerde ders/vaaz veren bir çok gayr-i müslim yetişmiştir. Bunlar şüphe uyandırmamak ve görevlerini başarı ile sürdürmek için yalnız kaldıkları ortamlarda dahi yıllarca namaz kılmışlardır.

Camilerimizin mihraplarında, üniversitelerimizin kürsülerinde adı Hasan, Hüseyin diye bilinen nice Protestan, Katolik v.s. yıllarca görev yapmış ve ölünceye kadar da hep Müslüman kimlikleriyle tanınmışlardır.

Protestan bir babanın adını Mr. Nebit koyduğu bir şarkiyatçının Müslüman kimliğiyle İstanbul’da okuyup icazet alması, oryantalizmin yönteminin ne derece aldatıcı ve etkin olduğunu gözler önüne sermektedir.

İngiltere doğumlu olan Mr. Nebit, 13 yaşına kadar sıkı bir Hıristiyan eğitimi alır. Zekasının fevkalade olduğu fark edilince İslami ilimleri tahsil etmesi için 1834 yılında İstanbul’a gönderilir. İngiliz Sefiri tarafından teslim alınan Mr. Nebit, sefarette görevli Kavas (hizmetçi) Hüseyin Ağa’ya kimsesiz bir çocuk diye verilir.

EMPERYALİZM’İN KEŞİF KOLU: ORYANTALİZM

“Müslümanları vaftiz etmek için boş yere çabalayıp durmayalım. Başka yollar, başka çareler deneyelim. İslam memleketlerinde girişeceğimiz faaliyetlerde onlara, hristiyan adetlerini, hristiyan bayramlarını, hristiyan kültürünü, hristiyan ahlakını aşılayalım…”(1)

“Müslümanların her şeyini tahrif ve mahvettik. Dinleri, inançları, ahlakları, dine bakışları ve insani duyguları mahvoldu. Onların manevi değerlerini, batı medeniyeti potasında eriterek kendimize benzettik. İslamiyet’ten uzaklaştırdık. İslamiyet’i öğrenmeyi, yaşamayı, namaz kılmayı ve Kur’an-ı Kerim öğrenmeyi, suç ve gericilik olarak göstermeyi başardık. Artık çoğu, tam olarak, hiçbir şeye inanmıyorlar…”(2)

Yukarıdaki cümleler “Oryantalist” diye adlandırılan iki hristiyan ilim adamına ait. Günümüzdeki Müslümanların içine düştüğü durumu ne güzel özetlemekte… Bu cüretkâr ve iddialı cümleler oryantalistlerin düşünce yapıları ve hedefleri noktasında ipuçları içermekte. Günümüz Müslümanlarının, oldukça eski bir maziye sahip olan oryantalizm kavramını ve işlevini bilmemeleri ne acı bir gerçektir.

KUR'ÂN İSLÂMI ( ! ) ÜZERİNE

Günümüzde bir takım insanlar, “Size düşen Kur’ana sarılmaktır, onun helal dediğini helal, haram dediğini de haram saydığınızda kurtuluşa erersiniz!” diyerek inanan insanları sadece bir kaynağa yönelmekte ve bilerek Allah’ın Rasulü(s.a.v.)’nü ve hadisi devreden çıkartarak: “Sünnetsiz bir hayat”ın savunuculuğunu yapmaktadırlar.

Tam bir müsteşrik kafasıyla hareket eden bu yerli “oryantalist işbirlikçileri”nin asıl amaçları sadece sünneti devreden çıkartmak değil, koskoca hadisler deryasını bir çırpıda yok saymak ve dolayısıyla da onları rivayet eden eşsiz sahabiyi nerdeyse “yalan hadis” gibi ağır bir ithamla suçlayarak, inananların gözünden sahabinin etkinliğini silmektir. Bu yüzden olsa gerek, her önüne gelen ahkam kesmekte, hadisleri reddetmekte, sünneti kabul etmemekte ve eşsiz sahabeye dil uzatabilmektedir. Bir de bu yaptıklarını “Kur’an İslamı, Kur’anî İslam, Hanif İslam, Kur’an eksenli İslam” gibi yaldızlı ve süslü tabirlerle cahil halka yutturmaktadırlar.

Bu makalemizde gayemiz, Kur’an İslâmı söyleminin tarihi arka planını irdelemek, İslam'ın ilk dönemindeki örnekleri ve günümüzdeki izdüşümlerini tespit etmek olacaktır..

AYDIN İLAHİYATÇI'NIN KUR'AN ANLAYIŞI

Modern zamanlarda Batı’dan dünyaya yayılan ve “evrensel” olduğu söylenen hakim değer yargıları, İslâm dünyasında bir kısım ilahiyatçıları ve yarım aydınları ilgi çekici biçimde bir “din sorgulaması”na itti. Mevcut durumun mutlaklaştırılması sonucunda girilen bu yol, yolcularını, kaçınılmaz olarak “Din’e karşı din” noktasına getirdi.

İsrailoğulları’nın yaşadığı garip ve garip olduğu kadar da ibretamiz serüven, “Karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yoluna gireceksiniz” (Buhârî, Müslim, Ahmed b. Hanbel) hadisini doğrularcasına modern zamanların “aydın ilahiyatçıları” tarafından tekrarlanıyor. Nasıl İsrailoğulları, kendilerine ait kıldıkları dinlerini, Hz. Musa a.s.’a dayandırdıkları Yahudiliği müdafaa adına nice peygambere karşı çıktılar; din adına nice peygamber katlettiler; modern zamanların “aydın ilahiyatçıları” da benzer bir tavır içinde kendi din anlayışlarını Hz. Peygamber s.a.v.’e rağmen azm-u cezm-u kasd-u musammem ile müdafaa ediyorlar.

Bu “yeni din” tasavvurunda iki temel unsur tesbit ediyoruz:

1. Kur’an
2. Akıl

Modern Kur’an anlayışı

Bu unsurlardan ilki, yapılan işe “İslâmî” bir rengin verildiğini ifade etmesi bakımından önemli. Ama sadece bu kadar. Zira bulunduğumuz noktada Kur’an “belirleyen” değil, “belirlenen” konumundadır. Onun ne söylediği değil, “aydın ilahiyatçımız”ın onun ne söylemesini istediğidir önemli olan. Elbette o, söylediği şeyleri Kur’an’a dayandırıyor; görüşlerini desteklemek için ayetler zikrediyor. Ama aslında onun bütün yaptığı, önceden verilmiş kararları, tesbit edilmiş hükümleri Kur’an’a tasdik ettirme gayretinden ibarettir.

Modern İslam Düşüncesinin Fikrî Ve Toplumsal Tahribatı

"Dinin sekülerleştirilmesi" veya "dinî bir çözülme" olarak nitelendirilmesinin pek de yanlış olmayacağını düşündüğümüz Modern İslam Düşüncesi kendisini orijinal bir yaklaşım olarak takdim etse de, varlık sebebi ve en temel karakteri olan tepkisellik, onu sanıldığından daha belirsiz ve kaygan zeminlerde hareket etmeye itmektedir. Buna bir de hareketin literal yapısındaki heterojenite ve argümanlarınının kendisini isbat etmiş bir metodolojiden yoksunluğu vakıası eklenince, ortaya kelimenin tam anlamıyla bir "karmaşa" çıkmaktadır.



Hemen bu noktada, İslam Modernizmi'nden bahis açıldığında mutlaka hatırda tutulması gereken bir hususu vurgu­lamamız gerekiyor.



İslam dünyasında Modernist çalışmalara kuşbakışı baktığımızda görünen manzara şudur: Aslında ortada bütünlük arz eden, sistemini kurmuş, altyapısını ve üstyapısını oluturmuş ve kendi literatürünü geliştirmiş yeknesak bir "İslam Modernizmi" yoktur. Görünen, sadece belli "sloganlar"ı benimsemekten başka ortak bir tarafı bulunmayan Modernistler topluluğudur.



Bunun içindir ki, Modern İslam Düşüncesi'nin yapısını tahlil etmeyi hedefleyen hemen bütün çalışmalarda yapılan, İslam Modernistleri'nin belli konulardaki görüş ve düşüncelerini alt alta koyup sıralamaktan ibarettir. Başka türlü olması mümkün de değildir. Çünkü "geleneğin sorgulanması", "aklın otoritesi", "dinde kolaylık", "değişimin belirleyici kılınması" ve "ilerlemecilik" gibi şemsiye kavramlar altında serdedilen görüşler, detaylara inildikçe farklılaşmakta ve giderek birbiriyle uzlaşmaz tavırlar sergilendiği dikkat çekmektedir.



Bu bakımdan, Modern İslam Düşüncesi dendiğinde ne anlaşılması gerektiği konusunda yanlışlara düşülmemesi için, sorun ya sadece bu şemsiye kavramlar etrafında irdelenmeli, ya da tek tek modernistlerin görüşleri ele alınmalıdır.

Süleyman Ateş'in"Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir"Başlıklı Makalesinin Tenkidi

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

Allah Teâlâ'ya hamd ve âlemlere rahmet olarak gönderilen O'nun değerli elçisi efendimize salât u selâm ederiz.

Değerli kardeşim Prof. Dr. Süleyman Ateş'in, Türkçe olarak yayınlanan İslâmî Araştırmalar dergisindeki “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir” başlıklı yazısını[1] çevirmen aracılığıyla okudum. Hz. Âdem (a.s.) hasebiyle kardeşleri olan insanları savunma gayreti için kendisini kutluyorum; Mezkur makâleden anlaşıldığı üzere, sayın Ateş hiç bir insanın cehenneme gitmesini istememektedir. Bu, her mü’minin hatta her aklı başında insanın, beşeriyetin bütün fertleri için arzu ettiği değerli bir insânî taleptir. Çünkü bizler, bütün bir insanlık olarak kardeşiz ve Hz. Âdem'in çocuklarıyız. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle ifade eder: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının” (Nisâ, 1). Dolayısıyla akl-ı selîm bir insanın diğer insan kardeşlerinin kurtulmasını arzu etmemesi düşünülemez.

Ancak sayın Ateş'in makalesinin başlığı insanı şaşırtmakta ve dehşete düşürmektedir. Biz Müslümanlar olarak cennetin “tekelimizde” olduğunu hiç öne sürdük mü ki? Yoksa bu iddia hemcinsleri ve dindaşları hususunda ırkçı, mutaassıp ve tutucu bir karaktere sahip olan Yahudi ve Hıristiyanlara ait değil midir?

ÖMRÜNÜ YANLIŞA ADAYAN ADAM:FAZLURRAHMAN

İslam Dünyasının Batı karşısındaki konumunun ciddi manada sorgulanmaya başlandığı on dokuzuncu yüzyılda yeni arayışlar gündeme geldi. Müslümanlar, Kuran ve Sünneti algılayış biçimlerini yeniden incelemeye aldılar. Bu aşamada klasik Tefsir Usulune karşı, Batı aklının icat ettiği yeni anlayış usulleri benimsendi. Yirminci yüzyılın eşiğine gelindiğinde ise, bu usullerin okullaşma süreci başladı.

Kendi içlerinde farklılık arz eden bu usullerin ortak buluşma noktası, hepsinin Batı’ya ve Onun değerlerine karşı, Batının anlayış usullerini kabullenen bir gündeme sahip olmalarıydı.

Kur’an ve Sünnetin kendi dinamiklerinden neşet eden Tefsir Usulu’ne ve o usul çerçevesinde istinbat edilen anlamlara bir başkaldırı tarzında gerçekleşen yeni yaklaşımların Kur’an’ı anlayış usulunde önerdikleri köklü değişiklikler içinde; Muhammed Abduh’un ‘İctimai’[1],Seyyid Ahmed Han’ın ‘Modernist’[2], Emin el-Huli’nin ‘Edebi’[3] ve öncülüğünü Fazlurrahman’ın yaptığı ‘Tarihselci’ tefsir anlayışları önemli bir yer tutmaktadır.

DİNDE REFORM NE DEMEKTİR

Avrupa dinde reform yaparak ilerledi. Bizim de aynı şeyi yapmamız gerekir" deniyor. Dinde reform ne demektir?

CEVAP
Reform, ıslah etmek, bozulmuş bir şeyi düzelterek, eski doğru haline getirmek demektir. Hıristiyanlık bozulduğu için reform yapıldı. Müslümanlık bozulmadığı için böyle bir hareket bozmak olur. Bunun için reform yapmak isteyenlerin, dinimizi içten yıkmak istedikleri anlaşılmaktadır.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Bid’at ehli, yapacağı değişikliklerle, dini düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannederek bid'at çıkarıyor, bid'atlerin zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilmiyorlar ki din noksan değil, kâmildir. Dini noksan sanıp, tamamlamaya [çağa uydurmaya, çeşitli bid’atler çıkarmaya] çalışmak, Maide suresinin, (Bugün sizin için dininizi ikmâl eyledim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum) mealindeki 3. âyetine inanmamak olur. (m.260)

BİD'AT EHLİNİN İBADETİ

Bid’at ehlinin amelinin kabul olmayacağına dair hadis var mıdır? Bunun uydurma olmadığını nasıl bileceğiz?

CEVAP
İctihad ictihadla nakzedilmediği gibi, bir âlim başka bir âlimin kitabındaki hadise uydurma demekle o hadis öteki âlime göre de uydurma olmaz. Ayrıca birçok din adamı da sahih olmakla, kabul olmanın ne demek olduğunu bilmiyor. Aşağıdaki yazılardan bir kısmı bu konu ile ilgilidir. Bid’at ehlinin amelinin kabul olmayacağına dair birçok hadis-i şerif vardır. Bir tanesi şöyledir:

(Bir bid'at ehlinin namazı, orucu, haccı, umresi, cihadı, tevbesi, farzı, nafilesi ve hiçbir iyiliği kabul olmaz, hamurdan [yağdan] kıl çıkar gibi, dinden çıkması kolay olur.) [İbni Mace]

Hadika ve Berika’da (Bid'at ehlinin hiçbir ibadeti kabul olmaz) hadis-i şerifi açıklanırken, (İbadetleri sahih olur, fakat sevap verilmez) deniyor. Fasıkların ve bid’at ehlinin ibadetleri sahih olsa da kabul olmaz. Kabul olmaz demek, sahih olmaz demek değildir. Sahih olur, fakat sevabı olmaz [yani işlediği günahlar yüzünden sevabı azalır veya hiç kalmaz] demektir. (Redd-ül Muhtar)

Bir hadisin uydurma olup olmadığını imam-ı Buhari, imam-ı Müslim, imam-ı Gazali, imam-ı Rabbani gibi İslam âlimleri bilemiyorsa, biz nasıl bileceğiz? Resulullahın vârisleri olan bu âlimler, sahih ile uydurma hadisi ayıramayacak kadar, cahil mi? Yahut kasten uydurma hadis alacak kadar din düşmanı mı? Dini yeniden mi açıklayacağız? Mezhep imamlarımızı, hadis imamlarımızı, hâşâ biz mi sorguya çekeceğiz? Onlar dinimizi eksik olarak mı tanıttılar? (Kasten bana izafe ederek yalan söyleyen, hadis uyduran, Cehennemdeki yerine hazırlansın) hadis-i şerifini bilmiyorlar mı veya biliyorlar da önemsemediklerinden dolayı mı uydurma hadisi kitaplarına alıyorlar? Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında uydurma hadis var demek, Resulullahın vârislerine çirkin bir saldırıdır.

BİD'AT EHLİ İLE DOSTLUK KURMAK

Bid’at ehli ile dostluk kurmakta mahzur var mı?

CEVAP
Bid’at ehli ile arkadaşlık yapmak, oturup onunla sohbet etmek caiz değildir. İmam-ı Rabbani hazretleri (İyi biliniz ki, bid'at ehli ile konuşmak, kâfirle arkadaşlık etmekten, kat kat daha fenadır. Bid'at ehlinden yılandan, canavardan kaçar gibi kaçmak gerekir) buyurdu. (m.260)

Bid'at ehlinden başka herkese, dosta ve düşmana, Müslümana ve kâfire, daima güler yüz, tatlı dil göstermelidir. Bid'at ehline ve münafıklara ve açıkça günah işleyenlere tatlı dil ve güler yüz caiz olmadığı için, zaruret olmadıkça, bunlarla karşılaşmamaya, görüşmemeye çalışmalı, görüşülürse, zaruret miktarını aşmamalıdır. (Nikaye)

Bid'at ehli ile görüşmeyi yasaklayan hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:
(Bid'at sahibine hürmet eden, İslamiyet’i yıkmaya yardım etmiş olur.) [Taberani]

(Bid'at ehline sert davran! Allahü teâlâ, onlara düşmandır.) [İbni Asakir]

(Onlardan kaçın! Sizi dalalete, fitneye düşürmesinler.) [Müslim]
(Hasta olurlarsa, ziyaretlerine gitmeyin!) [Ebu Davud]

(Karşılaşınca, onlara selam vermeyin!) [İbni Mace]
(Onlarla birlikte bulunmayın, birlikte yiyip içmeyin!) [Ukayli]

BİD'AT VE BİD'AT EHLİ OLANLAR

Bid’at kaç türlüdür?

CEVAP
Resulullah efendimizin ve Onun dört halifesinin zamanlarında dinde olmayan bir inanışı, bir işi, bir sözü ortaya çıkarmak ve böyle bir bozukluğu yaymak ve bundan sevap beklemek yasak edilen bid'at olur. Bid'at üç türlüdür:

1- İslamiyet’in küfür alameti dediği şeyleri zaruret olmadan kullanmak, en kötü bid'attir.

2- Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan inanışlar da kötü bid'attir.

3- İbadet olarak yapılan yenilikler, reformlar, amelde bid'at olup büyük günahtır. (c.2, m.19)

İbadetlerde böyle değişiklik yapanlara da bid'at ehli denir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

(Her bid'at sapıklıktır.) [Müslim]

(Bir bid'at çıkaranın namazı, orucu, haccı, umresi, cihadı, tevbesi, farzı, nafilesi ve hiçbir iyiliği kabul olmaz, hamurdan [yağdan] kıl çıkar gibi, dinden çıkması kolay olur.) [İbni Mace]

(Allahü teâlâ, bid'at ehlinin ne duasını ne zekatını ne haccını, ne namazını, ne de sadakasını kabul eder, yağdan kıl çıkar gibi dinden çıkar.) [Deylemi]

(Bid'at ehli, bid'atini Allah rızası için terk etmedikçe, hiçbir ameli kabul olmaz.) [Deylemi, İbni Neccar, Ebu Nasr, İbni Ebi Asım]

SÜNNET İNKARCILARININ BAHANELERİ -I-

Sünneti inkar edenler veya sünnet ve hadiste "ayıklama" yapmak isteyenler, maksatlarına ulaşmak için iki yol takip ediyorlar. Bunlar:

a) Hadislerin Resûlullah’a (sav) âit olup olmadığı hususunda kalplerde kuşku uyandırmak.

b) Buna rağmen ilmî usullerle yapılan araştırmalar sonucunda, bir sözün Resûlullah’a âit olduğu kesinleştiğinde de "Bizim ona uymamız ve onu uygulamamız şart değil" gibi hezeyanlar ortaya atarak -hâşâ- Peygamberimizi sıradan bir beşer konumuna indirgemek.(1)



Bunun için de değişik gerekçelerle sünneti reddetme yoluna gidiyorlar.



Sünneti İnkar Edenlerin Gerekçeleri

Bu gerekçeleri şöyle maddeleştirebiliriz:



I- Her Şeyin Kur'ân'da Açıklandığının Bildirilmesi:



Sünneti inkar edenler, hiç alakası olmayan âyetleri görüşlerine delil olarak ileri sürmektedirler. Bu âyetler şunlardır: "Biz Kitap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık."(2) "Biz Kur'ân'ı her şeyin bir açıklaması olarak indirdik." (3)



İşte bu âyetleri delil göstererek, Kur'ân'ın dinle ilgili her şeyi açıkladığını, sünnetin veya başka bir şeyin dinî hükümlere kaynaklık etmesine, Kur'ân'ı açıklamasına gerek kalmadığını iddia ediyorlar ve aksini savunmanın Kitab'ın din konusunda yetersiz kaldığını söylemek demek olacağı hezeyanında bulunuyorlar.



Böyle kimseler, kendilerinden önce sünneti inkar eden, Haricîlerin "Hüküm ancak Allah'ındır" hak sözü ile, Hz. Ali'ye (ra) karşı bâtıl bir dava ileri sürdükleri gibi, bu âyetlerle bâtıl bir mânâ kast etmekte, bâtıl bir dâvanın peşinde gitmektedirler. Bu âyetler hiç bir şekilde sünnetin inkârına gerekçe gösterilemez.

SÜNNET İNKARCILARININ BAHANELERİ -II-

4. İnsanları Kur'ân'a Yöneltme



Sünnet inkarcıları, sünnet/hadis düşmanlıklarını masum bir havaya büründürmek için, hadislerin Kur'ân'ın yanında değersiz olduğunu, kendilerinin Kur'ân'a ve Allah'ın emirlerine aşırı değer verdiklerini söylemektedirler.




Kur'ân, İslâm dininin en önemli bilgi kaynağı olmakla birlikte, tek bilgi kaynağı değildir. Kur'ân'ı tebliğ eden, onun yaşayan bir tefsiri olan Resûlullah’ı devre dışı bırakarak insanları Kur'ân'a yöneltmek iddiası kadar gülünç bir iddia düşünülemez.



Kur'ân, her türlü sözü dinlemeye ve en güzeline tâbi olmaya çağırır. (2) "Allah size bilmediklerinizi açıklamak ve sizi sizden öncekilerin sünnetlerine iletmek istiyor" (3) âyetinde olduğu gibi, Müslümanları, hidâyet üzere olan önceki ümmetlerin hayat nizamına çağırır. Böyle iken, insanlara örnek olarak gösterdiği, (4) en yüce ahlakın sahibi olduğunu bildirdiği (5) Resulünün sünnetlerine uyulmasını hiç istemez mi?



Bizzat Kur'ân'ın sünnete önem verdiğini ve Müslümanları Resûlullaha uymaya çağırdığı düşünülürse, böyle bir fikrin ne derece asılsız olduğu kendiliğinden anlaşılır ve "Kur'ân'daki İslâm"ı savunanların, Kur'ân'la nasıl tezata düştüğü görülür.

SÜNNET İNKARCILARININ BAHANELERİ -III-

Önceki yazılarımızda Sünneti inkar ederek yalnızca Kur’an’la amel etmek gerektiğini söyleyenlerin asılsız iddialarını bir bir ortaya koyup çürütmüştük. Bu yazımızda da Hz. Peygamber’i (s.a.v.) aradan çıkarmak demek olan sadece bir ‘nakilci’ olduğu iddiasını ele alacağız.



Resulullah’ın Sadece Kelamı Nakleden Olduğu İddiası



Sünneti inkar edenlerin bir başka iddiası da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sadece bir nâkil-i kelâm, diğer bir ifâdeyle bir "postacı" olduğu, vazifesinin, sadece Kur'ân'ı tebliğden ibaret bulunduğudur.



Kur'ân'ın dışında hüküm kaynağı tanımamanın idarede büyük sıkıntılar çıkaracağını, yöneticilerin ihtiyaca cevap veremeyeceklerini ifâde eden Hayri Kırbaşlıoğlu, sonraki cümlelerinde bağlayıcı hükümlerin Kur'ân'la sınırlı olduğunu savunanlara, günümüzde Kur'ân'ın temas etmediği konuların nasıl çözüme kavuşturulacağını sorduktan sonra iddia sahiplerinin bu suâle ancak şöyle cevap verebileceklerini söyler:



"Evet, mutlak bağlayıcı olan Kur'ân'dır. Kur'ân'ın Hz. Peygamber dönemiyle mukayese edilemeyecek ölçüde gelişmiş ve karmaşık bir hal almış olan çağımızın toplumsal meselelerine, hazır çözümler sunmasının söz konusu olamayacağı da bir gerçektir.