"Allah gökte" demek küfürdür

Hz. İsa’nın, göğe çıkıp, Allahın sağına oturduğu ve Allahü teâlânın gökte olduğu inancı Hıristiyanlığa sonradan sokulmuştur. Hıristiyan İngilizler tarafından kurulan Vehhabi inanışına göre de tanrı gökte, Hz. Muhammed de sağ tarafında oturmaktadır. Kitabül-Arş isimli Vehhabi kitabında, “Allah Arş’ın üzerinde oturur, yanında Resulullah’a da yer bırakır” deniyor. Hıristiyanlarla Vehhabiliğin bu konuda da birbirine benzemesi tesadüf değildir. Ehli sünnet âlimlerinin hepsi “Allah mekandan münezzeh” buyuruyor.

İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlâ, zamanlı, mekânlı, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, yönleri O yaratmıştır. Cahiller, Onu Arş’ın üstünde veya yukarıda gökte sanır. Arşı da, yukarısını da, aşağısını da O yaratmıştır. Sonradan yaratılan bir şey, kadim [ezeli] olana yer olamaz. Allah, madde, cisim ve hâl değildir. Benzeri, ortağı, zıttı yoktur. Bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Hatıra gelen her şey yanlıştır. O kâinatın ne içinde, ne de dışındadır. İçinde, dışında olmak, var olan iki şey arasında düşünülür. Hâlbuki kâinat, hayal mertebesinde yaratılmıştır. Hayal mertebesindeki âlemin devamlı var görünmesi, Allahın kudreti ile oluyor.

Bir filmdeki cansız resimler, aynen canlı gibi hareket etmektedir. Bir kimse hayal kursa, hayalinde çeşitli işler yapsa, (Bu kimse, hayalinin içindedir, dışındadır) denemez. Çünkü hayal gerçek değildir. Rüya da hayale benzer. Rüya gören kimse, rüyasının ne sağındadır, ne solundadır. Rüyasında gözsüz görür, kulaksız işitir, dilsiz konuşur, yer, içer, hatta rüyasında rüya bile görür. Allahü teâlânın kudreti ile hep devam etse, insan rüyayı gerçek bilir, rüyadan başka hayat yok zanneder. Bu dünya hayatı da bir rüyadan ibarettir. Demek ki; kâinat hayal mertebesinde yaratıldığı için bize var gibi görünmektedir. Ezelî ve ebedî var olan yalnız Allahü teâlâdır. O halde, Allah, hayal olan bu kâinatın içinde, dışında denemez.

Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: Allah, yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Her varlık, Arş’ın altındadır. Arş ise, Onun kudreti, kuvveti altındadır. O, Arş’ın üstündedir. Fakat bu, Arş Onu taşıyor demek değildir. Arş, Onun lutfu ve kudreti ile vardır. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl ise, şimdi hep öyledir. Arş’ı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedi sonsuz geleceklerde de, hep öyledir. Onda değişiklik olmaz.

İmam-ı Gazalî hazretleri buyuruyor ki:

(Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir. Ehl-i bâtıl, istiva, vech, yed gibi kelimeleri tevil etmedikleri için sapıtmışlardır. Allahın, Arşı istiva etmesi, Arşı hükmü altına alması demektir. “Hükümdar, Irak’ı kansız olarak istiva etti” demek, “Irak’ı kansız olarak ele geçirdi” demektir. Bu sapıklıklarına da “Selefin yolu” diyerek selef-i salihine, [Eshaba ve Tabiine] iftira ediyorlar. Yedullahtaki yed kelimesini el gibi düşünmemeli. Mesela “Falanca şehir, filanca valinin elinde” denilince, o şehrin valinin elinin içinde değil, onun idaresi altında olduğu anlaşılır. İstiva, vech gibi kelimeler böyle tevil edilir.) [İlcam-ül-avam]

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de buyuruyor ki: Allahü teâlâ, zamanlı ve mekânlı olmadığı için, hazır ve nâzırdır sözü mecâzdır. Yani zamansız ve mekânsız [hiçbir yerde olmayarak] hazırdır [bulunur] ve nâzırdır [görür] demektir. Allahü teâlânın bütün sıfatları zamansız ve mekânsız olduğu gibi, hazır ve nâzır olması da, zaman ile ve mekân ile değildir. (Devamı var)

"Allah gökte" demek küfürdür yorumları

  • Image Description
    misafir
    21.01.2009

    ALLAH NERDE?

    Bir kayanın üzerinde oturuyor ve akan suya bakıyorduk. Konuşmuyordu, özel dünyasına dalıp gitmişti. Bir ara göz ucuyla ona bakarken, "Ne düşünüyor acaba?" sorusu geçti aklımdan.
    Bir süre, suda parlayıp sönen kabarcıkları seyrettikten sonra, başını kaldırdı, bana döndü. Baktım, yüzünde aşina olduğum anlam yüklü bir ifade belirmişti: Soracaktı .. Merakının bütün derinliğini sesine yükleyerek:
    "Söyler misin," dedi, "Allah nerde?"
    Bu iki kelimelik büyük soru karşısında hayli zaman sustum ve düşündüm. Suskunluğumu saygıyla karşıladı, merakının şiddetini kaybet-meden bekledi. Bütün bilgilerimi gözden geçirmem ve muhakeme gücümü olabildiğince iyi kullanmam gerektiğini biliyordu. "Sen," dedim, " suali sorarken yanlış bir noktadan yola çıkıyorsun."
    "Nasıl?"
    "Nerde, sorusu bir mekân’ı, yani yer'i hatıra getirir. Mekân ise, maddî varlıklar için söz konusudur. Allah nerde, suali, Allah da diğer var-lıklar gibidir, onların bir mekânı vardır, şu halde Allah’ın da bir mekânı olmalı, muhakemesinin ürünüdür. Eğer Rabbimizi bir maddî varlık gibi düşünürsek, daha baştan yanlış yapar ve çıkmaza gireriz."
    Endişeli ve tedirgin bir tavırla, "Umarım beni yanlış anlamazsın," dedi. "Ben, Ona inanıyorum. Merakım da bu yüzden. İnsan, inandığını tanımak istiyor. Onu hayalimde canlandırmaya çalışıyorum, olmuyor."
    "Hayaline gelen her ne olursa olsun, o, Allah değildir. Çünkü senin hayalin sınırlı. Sınırlı olan sınırsızı içine alamaz. Sen ancak yaratı-lanları tasavvur edebilirsin. Allah ise, yarattıklarına benzemez.” Bütün varlıklar sonradan var edilmiştir. Oysa Allah ezelidir, yani varlığının başlangıcı yoktur. Bir kudsî hadiste, Allah vardı ve beraberinde başka şey yoktu, deniliyor. Ne madde, ne cisim, ne hareket, ne zaman, ne mekân... Maddi ve cismanî olmayan için yer tasavvuru anlamsızdır."
    "Kâinatın bir sınırı var değil mi?"
    "Elbette."
    "Peki, kâinatın bittiği sınırın ötesinde ne var?"
    "Hiçbir şey... O sınırdan ötede ne madde var, ne zaman, ne de mekân... "
    "Allah kâinatın içinde mi?"
    "Hayır. Ustayı eserin içinde aramamalı. Yaradan, yaratılanın içinde olamaz."
    "Şu halde Allah sınırın ötesinde bir yerde olmalı..."
    "Hayır. Allah ne kâinatın içindedir, ne de sınırın ötesinde bir yerde... "
    "Ama bu nasıl olabilir! Bir türlü anlayamıyorum. Hem Allah var diyorsun, hem de ne kâinatın içinde, ne de dışında olmadığını söylüyor-sun!"
    "Evet, öyle. Çünkü, içinde veya dışında tabirleri maddeler, cisimler, yer tutanlar, bir mekânı olanlar için söz konusudur. Halbuki, Allah ne maddedir, ne cisimdir ve ne de yer tutar. Bizi yanıltan nokta şu: Aklımız her varlığın mutlaka bir mekânda olması gerektiğini düşünüyor. Çünkü, daima bir mekânda olan, yer tutan varlıklarla karşılaşmış. Mekânı olmayan bir varlığı tasavvur edemiyor. Allah tasavvurunda da bildiklerinden yola çıkıyor; mekândan münezzeh olan Allahın da, bir mekânı olması gerektiğini düşünüyor. Bu sebeple, kâinatın içinde veya dışında bir yer arıyor. Kâinatın içinde veya dışında olmak yaratılanlar için söz konusudur. Nerde? diye sorduğun zaman, daha suali sorarken, Allahın bir yeri olmalı, diye bir kabulle yola çıkıyorsun."
    "Bu konuyu akla yakınlaştıracak bir misal veremez misin?" "Ruh bize misal olabilir. Çünkü, ruh için de bir mekân tahayyülü söz konusu olamıyor. Ruh, bedenin içindedir, diyemeyiz, ama dışında da değildir. Ruh için, uzun mu, kısa mı, ağır mı, hafif mi, rengi ne gibi sorular sorulamayacağı gibi, nerde suali de sorulamaz. Çünkü, bir yerde olmak, ruhun değil, bedenin ve maddenin özelliğidir. Ruh, hiçbir yerde olmamakla beraber, tesirleriyle bedenin her yerindedir. Allah' da, mekândan münezzeh olmakla beraber, isimlerinin ve sıfatlarının tecellileri, yani görüniimleriyle her yerdedir. Akıl, Onun zatını kavrayamaz, ancak varlığını anlayabilir. İsimlerini, sıfatlarını ve şuunatını kuşatamaz, fakat onların var olduğunu bilebilir."
    "Nasıl bilecek?'.'
    "Eserlerinden... Her varlık sanatlı bir eserdir. Her eser gibi sanatkârını gösterir. Kâinat da bir büyük eserdir ve o da ustasının şahididir. Çevremizde gördüğümüz her varlık ölçülü, düzenli ve süslü haliyle bize Rabbimizi anlatan birer mektuptur. Yeter ki okumayı bilelim... Şu halde biz, bu eserlere bakarak Onun isimlerini ve sıfatlarını istediğimiz kadar düşünebiliriz, ama zatını, asla .. !"
    "Zatının düşünülmesinin yasak oluşu bir dogma değil mi ?"
    "Ne münasebet! Terazisine, tartı kapasitesinin üzerinde bir yük yüklemeye çalışan bir adama, sakın yapma, bu terazi bu kadar sıkleti çekmez, demek ona iyilik etmektir. Kavranması mümkün olmayanı düşünmek, imkânsızın peşinden koşmaktır. Akıl bir mahlûktur, Hâlı-kını ihata edemez. Her organımız gibi aklımız da sınırlıdır. Ondan yapamayacağını istemek, ona zulmetmektir. Sonsuz olan bir'e sığar mı hiç! Eğer Rabbimiz, zatını da anlamamızı bizden isteseydi, bu, altından kalkılamaz bir teklif olurdu. Allah, sonsuz merhameti sebebiyle bize kaldıramayacağımız yükü yüklememiştir .”
    Başını kaldırdı, gökyüzündeki parça parça bulutlara baktı, "Biz" dedi, "galiba aklımıza fazla güveniyoruz."
    "Haklısın... Oysa akıl da sınırlı. Sınırlı olduğu için de aciz. Aklın her şeyi kuşatamayacağını anlamak da yine makul bir davranıştır. Nasıl göz her varlığı göremiyor, kulak her sesi işitemiyorsa, akıl da her şeyi kavrayamaz. Akıllı insan, akla kaldıramayacağı yükü yüklemez, imkânsızın peşinden koşmak da bir tür akılsızlıktır."

    Alıntı Ömer Sevinçgül'ün "Felsefî Kavramlar Üzerine" adlı Zafer yayınlarına ait kitaptandır.