Zehirli | Konular | Kitaplar

ehli sünnet alimleri

ALLAH MEKANDAN MÜNEZZEHTİR

Selefi genç diyor ki:
Mülk suresinin, (Göktekinin sizi yere geçirmesinden, taş yağmuruna tutmasından emin mi oldunuz?) mealindeki 16. ve 17. âyetleri, Allah’ın gökte olduğuna kesin delildir. Bunun için Allah mekandan münezzeh demek yanlıştır.

CEVAP
Bizi yere geçirecek, taş yağmuruna tutabilecek olan elbette Allahü teâlâdır. Ancak burada gökteki ifadesinden oradakinin Allah olduğunu söylemek yanlış olur. Mesela Boğaz köprüsü Demirel’in, Fatih köprüsü ise Özal’ın eseridir cümlesinden, bu köprüleri bizzat yapanların Demirel ve Özal olduğu anlaşılmaz. Başkaları yapmıştır, ama bunlar yaptırdığı için onlara nispet edilmiştir. Canları alan da Allahü teâlâdır. Fakat Azrail aleyhisselam vasıtası ile aldırır. Bize taş yağdıracak olan da Allah’tır. Fakat bunu bir melek vasıtası ile yapar. Bunun için gökteki denmiştir. Yani gökteki görevli melek demektir. İmam-ı Beydavi de, (Sizi yere batıracak veya sizi taş yağmuruna tutacak olan Allah’ın bu âlemin tedbirine vekil ettiği melekten emin misiniz?) diye açıklıyor.

BİR BABANIN OĞLUNA NASIHATİ

Ahmed Siyâhî hazretleri, Kastamonu’da yetişen evliyâdandır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetinde yetişip kemâle gelmiştir. Oğluna, aslında hepimize hitaben buyurur ki:

“Ey oğlum! Sana Allahü teâlânın kitâbına, Resûlullah efendimizin sünneti seniyyesine uymayı, îtikâdını, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru îtikâda göre düzeltmeni tavsiye ederim…

Âlimlere, din büyüklerine hürmet et. İçin temiz olsun. Cömerd ve güler yüzlü ol. Başkalarına ihsân ve iyilikte bulun. Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet etme. Arkadaşlarının kusurlarını affet. Büyük, küçük herkese nasihat eyle, hırs ve tamâhı terk eyle. Bütün ihtiyaçlarında Allahü teâlâya güven. Allahü teâlâ, kendisine sığınanları mahrum etmez.

“Başka bir yol arama!”

Ey oğlum! Kurtuluşu, doğruluktan başka bir şeyde, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı, Resûlullah efendimize tâbi olmak, ona uymaktan başka bir yolda arama. Kendini hiç kimseden üstün zannetme. Birisi senin hakkında koğuculuk ve hasetçilik yaparsa, ona mâni olmak için kendini zahmete sokma, onun işini Allahü teâlâya bırak. Sen kıymetli ömrünü Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymakla geçir. Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekte kınayanın kınamasından korkma. İbâdet ve tâatin güçlüklerine karşılık sevâba kavuşacağını düşünerek sabret. Nefsini dâimâ hesâba çek. Vakitlerini, dînin emirlerine uymakla kıymetlendir. Çünkü geçen zaman bir daha geri gelmez. Yarına çıkıp çıkmayacağın belli olmadığından, yarın yaparım demek, üzüntü ve pişmanlığa yol açar. Her zaman Allahü teâlânın râzı olduğu şeylere sarıl.

BÜTÜN ZAMANLARIN MÜCTEHİDİ:EBU HANİFE

İlim, Allah Teala’dan Efendimiz’e (s.a.v.), sonra ashabına, sonra tabiuna, sonra Ebu Hanife’ye, sonra da talebelerine intikal etti. Dileyen buna razı olsun, dileyen gücensin. Hakikat değişmez.[1]
-Halef b. Eyyüb-


İlimde en büyük rütbe Allah Resulü’ne (s.a.v.) aittir. Sonra raşid halifeler, fakih/müfessir sahabiler ve müçtehit imamlar gelir. Sahabe asrını takiben gelen ulema kadrosu içerisinde en büyük rütbe ise İmam Şafii’nin (r.a.) ifadesiyle Ebu Hanife’ye (r.a.) aittir. Bu yüzdendir ki “Mebsut” gibi delil ve hüküm hazinesi bir kitabı zindanda -yanında hiç bir eser olmaksızın telif eden- Serahsi gibi bir alim mutlak müçtehit olmaktansa Ona tabi bir fakih olarak kalmayı tercih etmiştir.

Ebu Hanife’nin (r.a.) ilimdeki dirayetini, Kur’an ve Sünnet’e vukufiyetini anlayabilmek için çözüme kavuşturduğu meseleleri tanımak/mütalaa etmek gerekir. Bunun için de asgari bir ilim adamı nosyonuna sahip olmak lazımdır. Bu nosyondan mahrum olanların, Onu (r.a.), çözülmez gibi görünen sorunları halleden “Hallalu’l-Meşakil” kimliğiyle anlamaları aşırı iyimserlik olacaktır. Ebu Hanife’yi (r.a.), bu kimliğiyle en doğru İmam Malik (r.a.) ve Şafii (r.a.) gibi mutlak ya da Ebu Yusuf (r.a.) ve İmam Muhammed (r.a.) gibi müntesip müçtehit ünvanına sahip alimler anladı.

İslamda İlk Fitne

İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendînin Mektûbâtından, ikinci cildin otuzaltıncı mektûbu, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü ve Ehl-i sünnet mezhebi ile diğer bozuk mezheplerin Eshâb-ı kirâm hakkındaki sözlerini bildirmektedir. İslâmiyette ilk kopan fitnenin şî'îlik olduğunu ve Ehl-i sünnet mezhebinin şî'îler gibi taşkınlık yapmadığını, Hâricîler gibi de, câhillik ve kısa görüşlülük yolunu tutmadığını göstermektedir ve Resûlullah efendimizin Ehl-i beytini medh eylemektedir.



Bu mektûbumu yazmaya Besmele okuyarak başlıyorum. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberine salât ve selâm olsun! O yüce Peygamberin Ehl-i beytine ve Eshâbının hepsine ve bütün müminlere bizden iyi duâlar olsun!



Doğru yolda gidenleri sevmek, onlarla tanışmak ve görüşmek ve onlar gibi olmaya özenmek ve o büyüklerin sözlerini işitmek ve kitaplarını okumak, Allahü teâlânın nîmetlerinin en büyüklerindendir ve Onun ihsânlarının en kıymetlilerindendir. Muhbir-i sâdık, yâni hep doğru söyleyici olan Muhammed aleyhisselâm, (Elmer'ü me'a men ehabbe) buyurdu. Yâni, kişi, dünyada ve âhırette sevdiği ile berâber olur. Bunun için din büyüklerini seven kimse, onlar ile berâber olur.

ALİMLERİN İHTİLAFI VE TAVRIMIZ

Tarihte birtakım alimler ve ekoller arasında ihtilaflar ve tartışmalar cereyan ettiğini hepimiz biliriz. Bu ihitlaf ve tartışmaları aynen devam ettirmek, bazı alimlerimizi bir konudaki görüşünden dolayı mahkûm etmek, ya da onlar arasında “hakemlik” yapmaya soyunmak doğru bir tavır olabilir mi? Bize muazzam bir irfan ve ilim mirası bırakan geçmiş alimlere karşı edebli olmak büyük bir vazife. Ve o mirası anlayacak, yaşatacak ve insanlığa anlatacak nesilleri yetiştirmemek de büyük bir vebal.

İslâm alimlerinin yüzyıllar süren kesintisiz bir çaba neticesinde oluşturup, bize “emanet” olarak intikal ettirdikleri devasa bir ilmî miras ile karşı karşıya bulunuyoruz. Kütüphanelerimiz, islâmî ilimlerin her dalında kaleme alınmış binlerce cilt eserle dolu. Böyle “muhteşem” ve bir o kadar da “ağır” bir yükün altından şu ana kadar alnımızın akıyla kalkabildiğimizi ileri sürmenin mümkün olmadığını söylesek, acaba meseleyi abarttığımızı düşünenler çıkar mı?

Böyle düşünenler için biz şimdiden tedbirimizi alalım ve niçin bu kanaatte olduğumuzu izah etmeye çalışalım:

Tarihte olduğu gibi günümüzde de islâmî anlayış ve “tarz” bakımından birbirinden farklılıklar arz eden kesimler bulunduğunu biliyoruz ve hemen hepimiz bu türlü kesimlerle bir şekilde temas etmişizdir.

İÇTİHAT FARKLILIKLARI VE MEZHEPLER

“Alimlerimiz aynı konuda neden farklı hükümler vermiş?” “Mezhep nedir, mezheplere ihtiyaç var mı?” “Dinimiz bir ama mezheplerimiz neden farklı?” gibi sorularla sık sık karşılaşıyoruz. Bu soruların doğal karşılanması gerekir. Fakat soruyla kalıp cevabını aramamak, zihni ve kalbi karıştırır, vesveseye yol açar. Bu nedenle inanan her insanın içtihat farklılıkları ve mezhep konusunda sağlıklı bilgiye ve bakış açısına sahip olması gerekir.

“Peygamber size her ne getirdi ise onu alın, size neyi yasakladı ise ondan sakının!” (Haşr, 7) emrini en iyi anlayan ve en güzel şekilde yerine getiren şüphesiz Ashab-ı Kiram idi. Herkes derdini Rasul-i Ekrem s.a.v.’e açar, çaresini O’nda bulur, ilacını O’ndan alırdı.

Hz. Ömer r.a., bir Ramazan gününde hanımını öptü. Oruçlu olduğunu hatırlayınca orucunun bozulduğunu zannetti, içi yandı. Büyük bir üzüntü içerisinde Efendimiz s.a.v.’e koştu. Büyük bir hata yaptığını söyledi.

İki Cihan Sultanı s.a.v.’in sözleri, yaz sıcağında bir bardak soğuk su gibi Hz. Ömer’in içini serinletti, ferahlık verdi:

- Ömer, suyla ağzını çalkalasan orucun bozulur mu?

NÜZUL-İ İSA (A.S) ÜZERİNE

Hocam memleketimizde son günlerde Hazret-i İsa’nın nüzulü konusu, Ehl-i sünnet itikat esaslarından önemli birini teşkil eden Hazret-i İsa’nın nüzulü konusu maalesef tartışma konusu yapıldı. Çok yakın bir tarihte de bir televizyon kanalında bu konuyla alakalı olarak seviyesiz ciddi bir tartışma sergilenmiş oldu. Bunun üzerine Ehl-i sünnet’in bu derece önem verdiği bir konu ile ilgili olarak konunun gerçek ve sahih olan tarafını insanlara aktarmak amacıyla, mesuliyetimizi ifa hususunda az da olsa bir katkı olsun diye bu konuda sizinle bir söyleşi yapmayı planladık.



Öncelikle hocam Hazret-i İsa’nın nüzulü diye bilinen Ehl-i sünnet inanç esaslarından biri olarak tarih boyu kabul edilmiş, ispatlanmış ve belgelenmiş bir konu etrafında konuşuyoruz. Genelde insanlarda bu tartışmalar neticesinde oluşan bir şey var… şöyle bir yanlış kanaat var, şöyle bir tereddüt var. Sanki Ehl-i sünnet alimleri Hazret-i İsa’nın nüzulü konusunu böyle çok zayıf bir takım emareler, deliller üzerine bina etmiş gibi; bu konuda eskiden beri kabul edilmiş bir fikir varmış da, işte geleneksel kabule aykırı davranmamak adına insanlar bunu kabul ediyormuş gibi, böyle bir tevehhüm var.

MODERN ÇAĞIN FETVACILARI

Şimdi artık fetva verilirken delilin kuvvetine bakılmıyor. Kimse söylediklerinin Kur’an’a, Sünnet’e, İcma’a ve Kıyas’a, dolayısıyla Allah Tealâ’nın rızasına uygun olup olmadığını dikkate almıyor, araştırmıyor. Dikkate alınan tek bir husus var: Çağdaş değer yargılarıyla çelişmemek…

Fetva vermek, fetva soran kişiye, sorduğu meselenin dinî hükmünü bildirmek demektir. Hüküm doğrudan doğruya dine mal edildiği için fetva verme işi son derece hassas ve risklidir.

Bu itibarla fetva ile hükme bağlanan, daha doğrusu hükmü karşı tarafa bildirilen mesele sağlam delillere dayalı olmalıdır. Zira fetva veren kişi, “Bu konuda Allah Tealâ’nın razı olduğu hüküm budur.” demiş olmaktadır.

Fetva verme işinin hassasiyeti, sadece ilgili kaynakların ittifakla naklettiği bu keyfiyetten kaynaklanmamaktadır. Yüce Rabbimiz’in şu ayetlerde beyan buyurduğu hükümleri “fetva vermek” olarak Yüce Zatı’na izafe ve isnad etmiş olması, fetva işinin ehemmiyetini ortaya koyan bir diğer önemli noktadır.

“Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: Onlar hakkında fetvayı Allah veriyor…” (Nisa, 127)

“Senden fetva istiyorlar. De ki: Allah kelâle (babası ve çocuğu olmayan) hakkında şöyle fetva veriyor…” (Nisa, 176)

İTİKAD ALİMLERİMİZ EBU'L HASAN EŞ'ARİ

Ehl-i sünnetin îtikâddaki iki imâmından biri ve büyük velîlerden. İsmi Ali bin İsmâil, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Eshâb-ı kirâmdan Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin neslinden geldiği için Eş'arî nisbesiyle meşhûr olmuştur. 874 (H.260) veya 879 (H.266) senesinde Basra'da doğdu. 935 (H.324) veya 941 (H.330) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri Bağdât'ta olup, Basra kapısı ile Kerh arasındaki kabristandadır.



İmâm-ı Eş'arî diye de bilinen Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline yöneldi. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini zamânının meşhur âlimlerinden Zekeriyyâ bin Yahyâ es-Sâcî, Ebû Halîfe el-Cümehî, Sehl bin Serh, Muhammed bin Yâkub el-Mukrî, Abdurrahmân bin Halef ve Ed-Dâbiî'den öğrendi. Ebû İshâk Mervezî'nin hadîs derslerine devâm etti. Üvey babası ve Mûtezile kelâmcılarından olan Ebû Ali el-Cübbâî'den kelâm ilmini öğrendi. Kırk yaşına kadar Mûtezile bozuk yolu üzerinde bulundu. Bu fırkanın meşhurları arasında yer aldı. Yazdığı kitaplarında Mûtezilenin fikirlerini müdâfaa etti. Kırk yaşından sonra bozuk yolda olduğunu anladı. Tövbe edip Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine tâbi oldu.

DİNDE REFORM NE DEMEKTİR

Avrupa dinde reform yaparak ilerledi. Bizim de aynı şeyi yapmamız gerekir" deniyor. Dinde reform ne demektir?

CEVAP
Reform, ıslah etmek, bozulmuş bir şeyi düzelterek, eski doğru haline getirmek demektir. Hıristiyanlık bozulduğu için reform yapıldı. Müslümanlık bozulmadığı için böyle bir hareket bozmak olur. Bunun için reform yapmak isteyenlerin, dinimizi içten yıkmak istedikleri anlaşılmaktadır.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Bid’at ehli, yapacağı değişikliklerle, dini düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannederek bid'at çıkarıyor, bid'atlerin zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilmiyorlar ki din noksan değil, kâmildir. Dini noksan sanıp, tamamlamaya [çağa uydurmaya, çeşitli bid’atler çıkarmaya] çalışmak, Maide suresinin, (Bugün sizin için dininizi ikmâl eyledim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum) mealindeki 3. âyetine inanmamak olur. (m.260)

BİD'AT, SÜNNET VE FARKLI İCTİHAD

İmam-ı Rabbani, namaza dururken niyeti dil ile söylemek bid'at der. Bid’ati hasene’yi kabul etmez. Şimdi, dil ile niyet eden bid’at mi işlemiş oluyor? Bid’ati hasene diyen âlimler yanlış yolda mıdır?

CEVAP
Farklı ictihad rahmettir. Âlimin birisi bir meseleye bid’at öteki caiz, hatta sünnet diyebilir. Fıkıhta böyle sayısız mesele vardır. Yani müctehidlerin farklı ictihadları çoktur. İmameyne göre sünnet, imam-ı a’zama göre vacip olanlar var. Mesela bugünkü ikindi namazının başlama vakti imameyne göre bildirilmiştir. İmam-ı a’zama göre o vakitte ikindi kılınsa, vakti girmediği için sahih olmaz. Bu mezhep içinde olduğu gibi mezhepler arasında da böyledir. Mesela kurban kesmek, Hanefi’de vacip, diğer üç mezhepte sünnettir. Bayram namazı kılmak da öyledir. Deniz haşaratı yediği için Şafiileri kötülemek caiz olur mu? Şafii’de sünnet olan şey, Hanefi’de bid’attir. Mesela her farzdan sonra âyet-el kürsi okumak Şafii’de sünnet, Hanefi’de bid’attir. [Hanefi’de farzdan sonra değil, namaz bittikten sonra okumak sünnettir.] Farklı ictihadlardan dolayı âlimler suçlanmaz.

Namazda niyetin kalb ile yapılması dört mezhepte de farzdır. Sadece dil ile yapılması hiçbir mezhepte caiz değildir, kalbin de hazır olması lazımdır. Kalb ile beraber dil ile söylemeye izin verilmiş, hatta müstehab olduğunu bildiren âlimler de olmuştur. Namazda parmak kaldırmak da böyledir.

İmam-ı Rabbani Hazretleri,dörtyüz sene önce buyurdu ki

(İslam âlimleri, bugün garip oldu, azaldı. Şimdiki tarikatçıların yoluna bid'atler karıştığı ve bu yolu bozdukları için, Resulullahın sünnetine sarılmış olan büyük âlimleri, bu millet tanımaz oldu. Bu bilgisiz kimseler, milletin kalbini, bu bid'atleri ile kazanmaya çalıştılar. Böyle yapmakla dini yayacaklarını, hatta İslamiyet’i olgunlaştıracaklarını sandılar. Hâşâ öyle değildir. Bunlar, dini yıkmaya çalışıyorlar. Allahü teâlâ bunları doğru yola kavuştursun! Şimdi büyük âlimlerden bu ülkede pek az kalmıştır. İslamiyet’i sevenlerin, bu âlimlerin kitaplarının bildirdiği yolda gitmeleri gerekir.) [c.2 m.62]

Hadis-i şeriflerde (Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar), (İlmin azalması âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar, halkı yoldan saptırırlar) ve (Her asır, önceki asırdan daha bozuk olur. Böylece kıyamete kadar hep bozulur) buyuruldu. İnsanların en iyileri olan âlimlerin yazdıkları kitapları beğenmeyip, bozuk asrın bozuk insanların kitaplarına aldanmaktan sakınmalıdır! (Hadika)

Din yeni gelmedi. Hem de kâmil olarak geldi. Eksik olarak gelmedi. İslamiyet saf, berrak şekildedir. İslami ilimler, nakli ve akli ilimler olmak üzere ikiye ayrılır. Nakli ilimler, yani din bilgileri zamanla değişmez, kıyamete kadar hep aynıdır. Zamanla değişen, âdetler ve fen bilgileridir. Nakli ilimlerin saf, berrak, bid’atsiz şekli geridedir.

KUR'AN-I KERİMİ TERCÜME ETMEK

Kur’an-ı kerimi kelime kelime tercüme etmek mümkün mü?
CEVAP
Kur'an-ı kerimin tefsiri ve tevili ancak ehli olan âlimler tarafından yapılır. Fakat kelime kelime tercümesi mümkün olmaz. Tercüme ile murad-ı ilahi anlaşılamaz. Hadis-i şeriflerin de kelime kelime tercümesi çok zaman yanlış manalara gelir. Hatta bir dildeki deyim, terim ve atasözlerinin bile kelime kelime tercümesi çok yanlış olur.

Mesela Fransızca, De bonne guerre, kelime olarak, iyi savaştan demektir. Deyim olarak, kanunlara uygun demektir.

İngilizce, Rain cats and dogs = kedi köpek yağıyor demektir. Deyim olarak sağanak halinde yağmur yağıyor demektir. Bir Gazetenin İngilizce bilen muhabiri, bu ifadeyi okuyunca, Amerika’ya kedi köpek yağdı diye haber vermişti. İngilizce’de bu hatayı yapan, Kur’an-ı kerimdeki ifadelerde ne çamlar devirmez ki.

Selefilerin Allah gökte demesi bu yüzdendir. Allahü teâlâyı eli gözü kulağı olan bir insan gibi düşünmeleri bu sebepledir. Arapça’daki deyimlere geçmeden önce Türkçe’deki deyimlere bakarsak konunun önemi iyi anlaşılır.

Mesela Göz boyamak tabirini kelime kelime yabancı bir dile çevirirsek, gözün üstüne boya sürmek gibi bir mana çıkar. Halbuki, Türkçe’de göz boyamak, aldatmak demektir. Göze girmek gözün içine girmek değil, takdir toplamak, itibar kazanmak demektir.

SİZ HİÇ DÜŞÜNMEZ MİSİNİZ?

Kur’an-ı kerimde, birçok yerde (Akıl etmez misiniz) ifadesi geçmektedir. Bid’at ehli ile felsefeciler, bu âyetleri istismar edip, (Allah akıl edin, düşünün, derken, bizi düşünmekten, akıl etmekten, akılla Kur’anı anlamaktan, dini hükümler çıkarmaktan bizi kimse alıkoyamaz) diyorlar.

Bu âyetlerde, akıl edin de dini hüküm mü çıkarın deniyor?

CEVAP
Akıl etmekle ilgili âyetlerin hiç birinde, (Kur’anı anlamak veya dini hüküm çıkarmak için akıl edin diye bir ifade yoktur.

Birkaç örnek:
(Ey kavmim, buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ücretim beni yaratana aittir. Akıl etmez misiniz?) [Hud 51]

Resulullah efendimiz, dini bildirirken ücret istemiyor, makam ve padişahlık istemiyor. Benim bu işte dünyalık bir menfaatim yok. Ben sırf Allah rızası için yapıyorum. Bu kadarını da akıl etmiyor musunuz, düşünmüyor musunuz diyor. Akıl etmek, akıl ile hüküm çıkarmak demek değildir.

(Geceyi gündüzü, Güneş’i, Ay’ı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da Onun emrine boyun eğmiştir. Bunlarda, akıl edenler için dersler vardır.) [Nahl 12]

ALİMLERE UYAN DOĞRU YOLU BULUR

"Elimizde Kur'an var iken âlime ne lüzum var" demek doğru mudur?
CEVAP
Bunları söyleyenler, âlimin dindeki yerini bilmeyenlerdir. Kur'an-ı kerimi herkes kolayca anlasa idi, Peygambere ihtiyaç kalmazdı. Hadis-i şerifler, Kur'an-ı kerimin açıklaması mahiyetindedir. Hakiki âlimler de, hadis-i şerifleri açıklamışlardır. Arapça bilen herkese âlim denmez. Hakiki âlim, Kur'an-ı kerimi, hadis-i şerifleri açıklayan yetkili yüksek insandır. Sünneti, bid'ati bilir. Hakkı bâtıldan ayırır. Selef-i salihin itikadındadır. Yani Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadındadır.

Çok ilmi olduğu halde, hakkı bâtıldan ayıramayan, hakiki âlim değildir. Yetmiş iki sapık fırkanın önderleri de derin âlim idi, hakkı bâtıldan ayıramadıkları, Ehl-i sünnetten ayrıldıkları için dalalete düşmüşlerdir. Mesela Vasıl bin Ata, Hasan Basri hazretlerinin talebesi iken, hocasına itiraz edip, Ehl-i sünnetten ayrılarak Mutezile fırkasını kurdu. İbni Teymiye’nin de ilmi çok idi. Selef-i salihinin yani Ehl-i sünnet âlimlerinin sözbirliğinden ayrıldı. Necdi fırkasının kurulmasına sebep oldu. Bugünkü mezhepsizlerin de önderi durumundadır.